Hakikate müzikle ulaşmak

Sözcüklerin anlatamadığı şeyleri anlatır müzik; bu ister duygular olsun, ister Aklın henüz olmadığı yerde güzele ve iyiye dair bir fikir olsun, ister hakikatin bizzat kendisi veya tarihin barındırdığı tüm acılar olsun... Peki, dünya tarihi boyunca ünlü filozoflar ve düşünürler müzikle felsefe arasındaki bağlantıyı nasıl kurmuşlar?

Perspektif
19 Nisan 2012 Perşembe

 

 

Hakkında konuşmaktan, okumaktan ve yazmaktan asla sıkılmayacağım bir konudur müzik ve felsefe ilişkisi. Bu ilişkiyi çok farklı biçimlerde ele almak mümkündür. Benim bu ilişkiyi kurmaya çalışırken seçtiğim pusula Nietzsche’nin şu cümlesidir: “Müzik olmasaydı hayat bir hatadan ibaret olurdu.” Bu yolda yönümüzü tayin etmek için kullanacağım bu cümleye dayanarak şunu söyleyebiliriz; hayatın bir hatadan ibaret olmasını engelleyen şey müziktir. Yani müziğin hayata hakikilik katmak, hayatı hakiki kılmak gibi bir gücü vardır. Peki, müzik bunu nasıl yapar? Hayatı hakikatle nasıl buluşturur müzik? Şöyle diyebilir miyiz mesela; müzik bizi hakikate açar; hakikatin açılmasını sağlar. İşte bu yazıda kısaca bunu tartışacağız; müzik ve hakikat arasında bir ilişki var mıdır? Varsa, nasıl bir ilişkidir bu? Felsefe tarihinin birkaç demirbaşına kulak verip onların bu ilişkiyi nasıl kurduklarını ele alacağız.

PLATON: MÜZİK İYİLİK FİKİRLERİ AŞILAR

Batı felsefesinin kurucu babası sayılan Platon’la başlayalım... Platon ‘Devlet’ adlı eserinde en ideal devlet modelini anlatır ve bunu, en ideal ruha ulaşmak için gereken eğitim sürecini de anlatarak yapar. Bu eğitimden geçen insan ruhu, ancak en ideal devlette yaşamını sürdürebilir. Bunlar Platon’a göre birbirinden bağımsız değillerdir: devletin yapısı ve ruhun yapısı birbirlerini etkiler ve şekillendirir. Platon’a göre müzik eğitiminin bu ideal pedagojik süreçteki rolü çok büyüktür. Her şeyden önce gelmesi gerekir müzik eğitiminin, çünkü doğrudan ruha yöneliktir. Müzik ruhun en derinine nüfuz eder ve ona güzellik ile iyilik fikirlerini aşılar. Bu, başta bilinçdışı bir şekilde gerçekleşir. Fakat Akıl geliştikçe (matematik, geometri ve diyalektik eğitimleri gerekmektedir bunun için), böyle bir müzikal eğitimden geçmiş olan ruh Akla hemen mükemmelen uyum sağlar. Yani müzik ruha daha en temelden bir ahenk kazandırır, onu dengede tutar; dünyadaki ahenge uyumlu hale getirir onu. Ahenk içindeki bir ruh iyiyi ve güzeli hemen tanıyabilir. Dolayısıyla müzik eğitimi her şeyden önce gelir; çünkü ruha iyiyi ve güzeli sevmeyi, daha Akıl gelişmemişken bile iyi ve güzel olanı ayırt edip seçebilmeyi öğretir. Diğer bir deyişle, müzik ruha Hakikati tanıyabilmesi için sağlam bir temel kazandırır. İşte bu yüzden Platon, “müzik ruhun ebeveynidir” der; ona ilk eğitimini verip onu hakikate ulaşma yolundaki adımlar için hazırlar. Fakat anlaşılacağı gibi Platon’un aklında belirli bir müzik türü vardır: ruhu dinginleştiren bir müziktir bu. Ruhun dengesini bozan, ruhu çalkalandıran ve kışkırtan müzikler yasaklanmalıdır. Çok sevgili Platon bugünkü tekno ve rap müziklerini duysaydı ne derdi çok merak ediyorum.

ROUSSEAU: MÜZİK DUYGULARI YANSITIR

Platon’dan sonra, felsefe tarihinde kocaman bir adım atarak Rousseau ile devam edebiliriz. On parmağında on marifet olan bir düşünür Rousseau, aynı zamanda bir besteci. Müziğin en yalın ve en sade melodilerle yapılması gerektiğini düşünür. Çünkü melodi insan sesinin taklididir. Dildeki vurgulamaları taklit eder ve bu sayede duygularımıza seslenir. Melodide duygularımızı buluruz. Bir melodinin bizi bir konuşmadan daha fazla etkilemesinin sebebi duygularımızı yansıtması ve bu sayede daha derinlere temas edebilmesindendir. Bir nesneyi temsil etmektense o nesnenin bizde uyandırdığı duyguyu temsil eder; yani, müzik yağmuru değil, yağmuru dinlerken bizde uyanan duyguyu yansıtır. Müziğin en yalın melodilerle duyguları yansıtması gerektiğini savunan Rousseau karmaşık armonilere karşıdır. Armoni duygulara matematik prangalar geçirmeye çalışır. Gelişmiş armoniler duyguları unutur, onları görmezden gelir, müziği akılcılaştırmaya çalışır. Aynı anda, melodinin insan sesinin bir taklidi olduğuna da aldırış etmez. Roussseau’ya göre uygarlık ve uygarlığın getirdiği tüm rasyonel donanım hakikati gizler. Bu düşünce, onun müzik hakkındaki görüşlerine de birebir yansımıştır.

HEGEL: MÜZİK İÇSEL HAYATI ANLATIR

Hegel de müzik hakkında çok düşünmüş filozoflardan biridir. Estetik seminerlerinde her sanat dalını tek tek incelemiş ve bir sıralama yapmıştır. En tepede şiirin, en aşağıda mimarinin bulunduğu bu hiyerarşik sınıflamada müzik şiirin altındadır, yani ikinci en iyi sanat dalıdır. Bu sıralamanın nasıl bir mantıkla yapıldığını anlamak için öncelikle Hegel’in bir sanat yapıtından ne anladığına bakmamız gerekir. Hegel’e göre dünya tarihi ‘tin’ denilen bir ruhun tarihidir. Yani, dünya tarihi tinin hayat hikayesidir. Yaşanan her olay tinin tarih içinde kendini göstermesidir; buna devrimler, sanat eserleri, kurulan-yıkılan devletler, çeşitli kültürler de dahildir. Tin kendisini bireylerde de açığa çıkarır. Her birimiz yaşadığımız dönemin bir yansımasıyız aslında. Hegel’e göre hakikat ise bu tinin ta kendisidir. Tin kendisini görünür kılabilmek için somut ve maddi şekillere bürünür. İşte bunların arasında sanat eserleri de vardır. Diğer bir deyişle, bir sanat eserinin içeriği tin (yani Hakikat), formu ise tinin büründüğü şekildir. Bazen çok somut şekillere bürünür, mimaride olduğu gibi. Bazense, daha soyut kalır, müzikteki gibi. Sonuçta bir besteye bir kiliseye dokunabildiğimiz gibi dokunamayız veya bir resme baktığımız gibi bakamayız. Müzik daha soyuttur ve bu açıdan içsel hayatı daha iyi anlatır. Tin soyut formlarla kendisini daha iyi ifade eder, bu yüzden de tini kavrayabilmek için müzik mimariden veya resimden daha etkili bir araçtır. İşte Hegel’in sanat dallarını sınıflamak için kullandığı mantık budur. Tinin üzerine giydiği kostüm ne kadar nesnellikten ve somutluktan uzaksa, o kadar iyidir. Müzikte ise nesnelliğin önemli bir kriteri olan mekan aşılmıştır, müzik dinleyicinin öznel hayatında yaşar. Fakat önemli bir noktayı da hatırlatalım, Hegel’in düşündüğü müzik doğanın taklidi olmayan, doğayı aşan bir müziktir. Yani Rousseau’nun aksine Hegel insan veya doğa sesini taklit etmeyen müzikten yanadır; bu yüzden de armoninin önemi büyüktür. Hegel’in en çok övdüğü besteci Mozart’tır örneğin. Mozart’ta tinin müzikal yansımasını görür.

WAGNER: HALKIN İSTEKLERİ ESASTIR

Felsefe ve müzik arasındaki ilişkiden bahsediyorsak Wagner’i atlamak olmaz; çünkü kendisi felsefeye yön vermiş müzikler bestelemiştir. Wagner dönemin kalıplaşmış düzenine savaş açar aslında. Politikanın, dinin ve dönemin modasının buyurduğu keyfi kalıplara takmıştır kafasını. Bu keyfiliği eleştirir. Bu tepeden inme modalar onu rahatsız eder. Sanatların kaynağı bu keyfi modalar olmamalıdır. Aksine sanatlar bütünüyle insanlara bağlı olmalıdır, halkın istekleri doğrultusunda şekillenmelidir; hükümetlerin, kralların, prenslerin değil. Dolayısıyla ‘volk’un (halk) isteklerini barındıran folk müziktir esas ilgi alanı. Çünkü doğallık taşır ve keyfilikten uzaktır. İnsanın en temel ve en doğal ihtiyacı da şüphesiz sevgidir. O halde müzik sevginin ve diğer temel duyguların ifadesi olmalıdır. Wagner akılla duyguları uyumlu hale getirecek bir tür sanatın peşindedir. Geleceğin sanat yapıtı dediği bu tür ‘drama’dır; yani dansın, müziğin ve şiirin tamamen iç içe geçtiği bir sanat dalı. Dramada gerçek insanlardır gözlerimizin önündekiler, canlı nefes alan insanlar. Wagner’e göre, geleceğin sanat yapıtının doğması için sahneyi hazırlayan sanat dalı müziktir. Özellikle Beethoven’ın senfonilerini çok beğenir, 9. Senfoni’nin son bölümü bu hazırlık aşamasının önemli bir göstergesidir. Wagner büyük toplumsal dönüşümlerin imkanını o anda orada bulunan bir grup izleyiciye o anda sahnede icra edilen drama eserlerinde görür. Bu kollektivite önemlidir. Zaten Wagner insanın en iyi eyleminin estetik aktiviteleri olduğu görüşündedir ve estetik aktivitenin tüm kamusal alana yayılması gerektiğini düşünür. Bunu yapabilecek olan sanat formu dramadır. Wagner, toplumdaki farkındalığın müzik üzerinden gelişeceği bir toplum hayali kurmaktadır. Yazıya yön veren alıntının sahibi Nietzche’nin de Wagner’in çok yakın arkadaşı olduğunu söylemeden geçmeyelim tabii...

ADORNO VE ‘YENİ MÜZİK’

Müzik ve hakikat ilişkisine toplumu da Wagner sayesinde dahil ettikten sonra benim en sevdiğim bölüme, yani Adorno’ya geçebiliriz artık. Adorno için müziğin çok özel bir yeri vardır, çünkü müziğin içeriği katman katman birikmiş tarihtir. Dolayısıyla müzik, toplumsal çatışmaları bizzat içinde, kendi yapısında barındırır. Tam da bu yüzden müzik hem bir toplumsal direniş odağıdır hem de bu çatışmaları örten bir ninnidir. Adorno’nun popüler müzik karşısındaki tavrı olabildiğince düşmancadır, çünkü popüler müzik tekrarlara, akılda kalıcılığa, basitliğe ve en önemlisi, ticariliğe yatırım yaptığı için toplumsal çatışmaların üstünü örtüp bizi çocukluğa geriletir, bir ninni gibi uyutur. Oysa ‘yeni müzik’ olarak adlandırdığı müzik türünde toplumsal çatışmalar oldukça nettir, dinleyiciyi rahatsız eder ve pasifçe dinleme deneyimini tamamen parçalar. ‘Yeni müzik’ Adorno’nun devrimci umutlarını besler.

Adorno ‘Yeni Müziğin Felsefesi’ni kaleme alırken şöyle der: “Bugün müzik felsefesi yapmak ancak yeni müziğin felsefesini yapmakla mümkündür.” Ne demek istemiştir bu cümleyle? ‘Yeni müzik’le ne kastetmektedir? “Bugün” ifadesi neye işaret etmektedir? Yeni müziğin taşıdığı bu imkan nedir? Adorno “bugün” derken yıl 1949’dur ve dünya iki büyük travma yaşamıştır, iki büyük dünya savaşı. Auschwitz artık asla silinemeyecek bir şekilde kazınmıştır tarihe ve hafızalara. İnsanlık büyük bir şoktadır, yaralar hâlâ kanamaktadır. Avrupa kültürü derin bir krizdedir. Böyle bir zamanda Adorno yeniden müzik yapılacaksa ve hatta müzik felsefesi yapılacaksa, bunun tek yolunun ‘yeni müzik’ten geçtiğini söyler. Dinleyiciyi hep uyanık tutacak, yaşanan travmaları hep hatırlatacak bir müziktir Auschwitz’ten sonra yapılması gereken müzik. Modern demekten kaçındığı için yeni müzik der buna. Bu ifadeyi ise ‘yeni müziğin ustası’ dediği besteci Schoenberg’den alır. Schoenberg’e göre sanat hep yeni olandır. Modern belli bir çağa, bir modaya işaret ederken, ‘yeni’ radikal bir yenilik arayışını ifade eder. Schoenberg, geleneksel yapıları bozar. Müziğin sahte duygular aşılamasını eleştirir. Ne hissediliyorsa onu vermelidir müzik. İşte bu yüzden de onun müziği bir feryat, bir şok, acı dolu bir çığlık etkisi bırakır. Mozart’ın ya da Beethoven’ın elinden çıkan o ‘güzel’ senfoniler yoktur artık. Dinleyici o güzel bütünlüğe kendisini bırakıp gitmemelidir. Hep uyanık olmalıdır, felaketleri hep hatırlamalıdır. Bu açıdan zor bir müziktir yeni müzik. Schoenberg’in 1947’de bestelediği ‘Varşova’dan Sağ Çıkan’ (A Survivor From Warsaw) adlı eseri dinlerseniz ‘zor müzik’ derken ne demek istediğimi anlayacaksınız... Ama hakikat budur; Holokost’tur, Hiroşima’dır, milyonlarca ölümdür... Dolayısıyla müzik bunu yansıtmalıdır, hem içeriğiyle hem de formuyla... Güzel ve iyi ölüm kamplarında can vermişse müzik de bunun yasını tutmalıdır...

Tabii ki felsefe tarihinde müzik hakkında kafa yormuş filozoflar sadece bunlar değildir, daha birçokları vardır... Fakat müziğin hakikatle ilişkisini, hayatlarımızı hakiki kılma özelliğini bu filozofların düşüncelerinde çok net bir biçimde görebiliriz. Sözcüklerin dilinin kısıtlayıcı ortamında filozoflar hakikatle ilişki kurabilmek için müziğin sözcüksüz ortamına başvurmuşlardır. Sözcüklerin anlatamadığı şeyleri anlatır müzik; bu ister duygular olsun, ister Aklın henüz olmadığı yerde güzele ve iyiye dair bir fikir olsun, ister hakikatin bizzat kendisi veya tarihin barındırdığı tüm acılar olsun... Felsefenin her daim müziğe ihtiyacı vardır...