Varlık Vergisi, 6-7 Eylül gibi hadiselerle ‘fabrika ayarları’ ile oynanan ve birlikte yaşama ortamı zafiyete uğratılan toplumun gayrimüslim algısı medya yoluyla istenen kıvama getirildi. Bu süreç, Şalom Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İvo Molinas’ın gündeme taşıdığı örnekle de tamamlanmıştı. Molinas, bir araştırmanın sonuçlarını dile getirerek, ‘hangi kesimi komşu olarak görmek istemezsiniz’ sorusuna öncelikle eşcinseller, 2. sırada Yahudiler cevabı verildiğini hatırlatıyordu. CEMAL A.KALYONCU
ÇOKÇA ELEŞTİRDİĞİMİZ NEFRET SÖYLEMİNİN BİR PARÇA İÇİNDEYİZ HEPİMİZ
Medya dediğimiz şey, sadece basın, televizyon, sinema, fotoğraf mıdır? Medya, bir ortalama iddiası taşır oysa, yani sadece gösterge değil, dilin ve zihnin hem kurulduğu hem de ifşa olduğu bir süreçtir. Dolayısıyla medyayı, sadece, birilerinin kasten kurgusu, servisi olarak görmüyorum. O çokça eleştirdiğimiz nefret söyleminin bir parça içindeyiz hepimiz. Darbeler ve vesayet sistemleri konusunda da böyle, medyaya hakim nefret ve fobik dilde de, futbol üzerinden tanık olduğumuz holigan süreçte de medyanın içindeyiz. Sadece birilerinin bize dayattığını söyleyerek kurtulabileceğimiz bir şey değil önümüzdeki işler... Hepimizin tek tek nefslerimiz üzerinden kendimizi murakabe etmemiz gerekiyor...
Toplantıda da söyledim, medyanın merkezinde onaylanmış bir “müslim” algısı da yok. “Topyekûn Savaş” başlıklarıyla mahkum edilmiş, lince tabi olmuş, “metastas yapmış habis urlar” olarak işaretlenmiş mütedeyyin kesim, bunun en yakın tanığıdır, mağdurudur. Mağduriyet konusunda gayrimüslimlerden, azınlıklardan daha az pay düşmemiştir bizlere de...
Medeni birikimimiz, bir arada ve onurla yaşamaya dair ciddi anlamda tecrübeler zeminidir. Geçmişin travmalarını, bugünden beklenen itiraf ve özüre fikse etmek, tarafları obsesif bir kapana kıstırmamalı. Baksanıza Heybeliada’da hepimize yasak mahaller halen mevcut...
Sibel Eraslan
“İSRAİL KAYALIK ARAZİYE TOPRAK TAŞIYARAK TARIM ARAZİSİ YAPMAYA ÇALIŞIYOR. BİZ DÜNYANIN NADİR KALİTEDE TARIM ARAZİSİ OLAN HARRAN’DA TARLALAR ÜZERİNE BETON BİNALAR DİKİYORUZ!”
ŞANLIURFA’da Harran Üniversitesi’ndeyim. Prof. Ahmet Yılmaz hem müjde veriyor hem yaklaşan bir felaket için uyarıyor:
“Çevre ülkelerde 210 milyar dolarlık bir gıda pazarı var. Harran’ın pazarı olabilir buralar. Fakat dikkat, Harran elden gitme tehlikesiyle karşı karşıya!”
Ne demek bu? Prof. Yılmaz devam ediyor:
“İsrail kayalık araziye toprak taşıyarak tarım arazisi yapmaya çalışıyor. Biz dünyanın nadir kalitede tarım arazisi olan Harran’da tarlalar üzerine beton binalar dikiyoruz!”
Cebi para görenler, ikinci, üçüncü eş alanlar, çocuğunu evlendirenler arazinin bir kenarına beton apartmanlar dikiyormuş!
Yetkilisi kimse ihbar ediyorum! Tarım Bakanı mı, Şehircilik Bakanı mı?
Taha Akyol
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/20556321.asp
AŞIRI RADİKAL BİR SÜNNİ REJİMİN İKTİDARA GELMESİ İSRAİL'İN ASLA TERCİH ETMEYECEĞİ BİR DURUM
El Kaide'nin Suriye'de yerleşmeye başladığı daha önce İsrail istihbaratı tarafından rapor edilmişti. Bu durum İsrail açısından da oldukça ciddi bir tehdit. Zira El Kaide ne Hamas'a ne Hizbullah'a benziyor. Tehditin bu kadar yakına gelmesi İsrail açısından büyük risk. Nitekim Esad'ın geleceği konusunda hala bir karara varamamış olmaları, bu belirsizlikten de kaynaklanıyor. Aşırı radikal bir sünni rejimin iktidara gelmesi İsrail'in asla tercih etmeyeceği bir durum. Suriye eskisinden daha da tehlikeli hale gelebilir.
El Kaide'nin devreye girmesi Türkiye'nin Suriye politikası açısından da bir açmaz. Zira konu halkla rejim arasından çıkıp, teröristle rejim arasına sıkışınca taraf olmak oldukça zor hale geliyor. Son saldırının ardından Türkiye aleyhine sloganlar atılması, El Kaide malzemesinin bu propaganda savaşında nasıl kullanılacağının da göstergesi. Nitekim Lavrov'un saldırının hemen ardından yabancı ülkeleri soruımlu tutması, işin önümüzdeki dönemde hangi boyuta varacağını gösteriyor.
Kısaca, El Kaide'nin kimin tarafından devreye sokulduğunu bilmek mümkün olmayabilir ama şurası bir gerçek ki 'o, paradigmayı değiştirecek bir taştır'. Satranç oynamayı bilmeden tahtanın başına geçmek hezimet anlamına gelir. Sıradaki hamleyi doğru yapmak zorundayız.
Deniz Ülke Arıboğan
http://www.aksam.com.tr/suriyede-el-kaide-devrede--6590y.html
İSRAİL TARAFI "MAVİ MARMARA'YI BİR KAPSÜLE KOYDUK" DESE DE BUGÜNKÜ YÖNETİM ZİHNİYETİYLE TÜRKİYE'Yİ YENİDEN KAZANMASI ÇOK ZOR. "ARABULUCUYA" İHTİYAÇ OLMADIĞINI ONLAR DA SÖYLÜYORLAR. "MUSEVİ KÖKENLİ AKİL ADAMLARIN" DEVREDE OLDUĞUNA İLİŞKİN DUYUMLARI TEYİT ETMİYORLAR
Arap Baharı'nın tetiklediği belirsizlik ortamının Türkiye ile İsrail arasında normalleşme yolunda fırsat penceresi açabileceği düşünülmüştü. Oysa durum beklendiği gibi gelişmedi. Bunun üç temel nedeni var:
1- Geleneksel İsrail diplomasisi "kuyruğu dik tutmaya" çalışıyor. Hâlâ "küresel destekli özgüven" içinde hareket ediyor.
2- İsrail tarafı, Arap Uyanışı'na büyük demokratik dönüşüm olarak bakmıyor. Bunun için daha uzun yıllar geçmesi gerektiğini savunuyorlar.
Böylece "konjonktürü yönetmeye" odaklanıyorlar.
3- Bölgede Mısır'a ağırlık veriyorlar. Radikal akımların Mısır'daki gelişimini dikkatle izliyorlar. Suriye konusunda, "Bizden çok Türkiye'ye tehdit" havasında görünüyorlar. Ama yine de tedirginlikleri gözden kaçmıyor.
...
Sanırım İsrail'i en fazla rahatsız eden husus, Türkiye'nin tüm iletişim kanallarını kapatmış olması, hatta uluslararası platformda sergilediği katı tutum. Örneğin, "Sizin diplomatlarınız Tel Aviv'de istediği yetkiliye ulaşabilir ama o isteklilikleri yok. Burada ise bize kapılar kapalı" diyorlar. Türkiye'nin, içeriğine bakmaksızın uluslararası arenada her konuda İsrail'i bloke ettiğini öne sürüyorlar. Son olarak, Avrupa Konseyi'nde uyuşturucu ile mücadele ve adli yardımlaşma başlıklarında bile Ankara'nın, veto kartını açtığını anlatıyorlar. "Biz aynı yönteme başvurmuyoruz" demeye getiriyorlar. Bu mantık örgüsünü, şu bilgiyle teyit etmeyi deniyorlar:
"Sayın Erdoğan'ın annesi vefat ettiğinde 'taziye', kendisi ameliyat olduğunda 'geçmiş olsun' mesajı gönderdik. Bu insani bir şey. Bu mesajlarımız karşılıksız kaldı. Buna karşın İsrail Başbakanı Netanyahu'nun babası öldü ama bir başsağlığı mesajı bile gelmedi."
Gel gör ki gerçek durum bundan biraz farklı...
Zira, Mavi Marmara baskını ile ilgili uluslararası raporun yazım aşamasında Ankara iyi niyet gösterisi olarak İsrail'in OECD üyeliğine (Mayıs 2010) "evet" demişti. Hatta, raporun yayımlanmasından önce "özür-tazminat müzakeresi" devam ederken İsrail'deki orman yangınının söndürülmesi için iki uçak yollamıştı. (Aralık 2010) Lakin İsrail'deki şahin kanadın "özür formülünü" deşifre etmesi Ankara'yı kızdırdı. Böylece son köprü de yıkıldı.
İsrail tarafı "Mavi Marmara'yı bir kapsüle koyduk" dese de bugünkü yönetim zihniyetiyle Türkiye'yi yeniden kazanması çok zor. "Arabulucuya" ihtiyaç olmadığını onlar da söylüyorlar. "Musevi kökenli akil adamların" devrede olduğuna ilişkin duyumları teyit etmiyorlar.
Okan Müderrisoğlu
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/muderrisoglu/2012/05/17/israil-penceresi-ve-turkiye
SİYASETEN GÜÇLENMİŞ, MİLLETLERARASI CAMİANIN İSRAİL ÜZERİNDEKİ BASKISININ ÇOK AZALDIĞI VE İŞGAL ALTINDAKİ TOPRAKLARDAKİ FİİLÎ DURUMUN GİDEREK FİLİSTİN YÖNETİMİ ALEYHİNE İŞLEDİĞİ BİR KONJONKTÜRDE NETANYAHU'NUN TANIYABİLECEĞİ FİLİSTİN DEVLETİ İŞTE BÖYLE BİR DEVLET OLUR
Netanyahu'nun erken seçimi telaffuz edip sonra da Kadima ile milli birlik koalisyonuna gitmesi, gerçekten de elini birçok bakımdan güçlendirmiş bulunuyor. Bunun sayesinde Netanyahu parlamento bakımından istediğini yapabilecek güce ve konuma yükselmiş oluyor. Bunu gören Clinton da Netanyahu'ya barış müzakereleri konusunda ''koalisyonda zayıf durumdayım, bu yüzden müzakerelere başlayamıyorum" diyordun; "madem şimdi güçlendin; hodri meydan" diyor.
Diğer yandan, Netanyahu'nun mektubunu geçen pazar görüşen Filistin yönetimi, mektubun hem Batı Şeria hem de Kudüs'teki devam eden Yahudi yerleşimlerin durdurulması, 1967 sınırlarının tanınması ve Filistinli tutukluların serbest bırakılmaları gibi aslî meselelere net cevaplar vermediğini, mektubun yeni bir unsur sunmadığını ifade etmiş bulunuyor.
Bu bakımdan, Netanyahu'nun başbakan olarak ilk defa 'iki devletli' çözümü resmen benimsediği yolundaki resmî ifade dışında anlaşılan mektup ne müzakereler ne de başka konularda ümit veriyor. Böylesi bir tavır da zaten Netanyahu'dan beklenen bir tavırdı.
Esasen Netanyahu resmî kapasitede olmasa da geçmişte 'iki devletli çözüm'den söz etmiş bulunuyor. Mesela, 14 Haziran 2009'da Bar-İlan Üniversitesi'nde konuşurken kendisinin bir Filistin devletini kabul ettiğini; ama bunun askerden arındırılmış, ordusu olmayan, sınırlarının, hava sahasının İsrail tarafından kontrol edilen, Kudüs'ün İsrail'in ebedi başkenti olarak kalacağı bir devlet olması gerektiğini açıkça söylemişti.
Netanyahu'nun bugün de 'iki devletli çözüm'den çıkacak olan muhtemel bir Filistin devletini ancak bu şartlarla kabul edeceğine hiç şüphe yok. Siyaseten güçlenmiş, milletlerarası camianın İsrail üzerindeki baskısının çok azaldığı ve İşgal altındaki topraklardaki fiilî durumun giderek Filistin yönetimi aleyhine işlediği bir konjonktürde Netanyahu'nun tanıyabileceği Filistin devleti işte böyle bir devlet olur.
Ordusu olmayan, sınırlarını kontrol edemeyen, her yönden İsrail'e bağımlı böyle bir devlete devlet denebilir mi? Bu olsa olsa, bir zamanlar Güney Afrika'da siyahların yaşadığı Bantustan'lara, ya da Gazze'nin halen yaşadığı açık hapishanenin biraz daha büyüğüne benzer bir devlet olur, o kadar...
Fikret Ertan
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1288880&title=netanyahunun-filistin-devleti
NEREDEYSE “BU İŞİN DE ARKASINDA AMERİKA VAR, İSRAİL VAR, EMPER-YALİSTLER VAR” DİYECEKLER...
Futbol içimizdeki canavarı açığa çıkarıyor sanki... Maçlardan sonra ortaya çıkan şiddet ve düzeysizlik öğretimin de bu konuda çare olmadığını kanıtlıyor. Eli kalem tutanlar, bürokratlar, doktorlar, avukatlar ve daha nice okumuş ‘aydınlar’ bir topun ardında küçülüyor da küçülüyor...
Kimse kendisini kandırmasın, suçu polise, biber gazına veya karşı tarafın tahriklerine atmasın... Biz buyuz işte! Kadıköy’deki manzara tam anlamıyla bir Türkiye gerçeğidir. O manzara değişmediği sürece Türkiye siyasetinin, anayasasının, sivil-asker ilişkilerinin, eğitiminin ve diğer temel sorunlarının değişmesini de beklemeyin. Belli ki dağıttığımız diplomalar cehaleti alıyor belki ama hamlık baki kalıyor.
...
En utanç verici olanı ise fanatik köşe yazarlarının maçtan sonra yaşanan rezillikleri dahi savunmaya kalkmasıdır... Kimi onu suçluyor, kimi bunu. Ama asıl suçlu- ya toz kondurmuyorlar... Polis biber gazında biraz fazla ileri gitmiş de ondan dolayı beyefendiler tahrik olmuşlar ve sağı solu kırıp dökmüşler? Neredeyse “bu işin de arkasında Amerika var, İsrail var, emper-yalistler var” diyecekler...
Sedat Laçiner
'RUSYA, TÜRKİYE’NİN Mİ YANINDA İSRAİL’İN Mİ' SORUSU BİR DAHA SORULACAK
Yani... 'Rusya, Türkiye’nin mi yanında İsrail’in mi' sorusu bir daha sorulacak.
Vladimir Vladimiroviç Putin’in unutmaması gereken, aynı soruya ABD’nin de bir yanıt vereceğidir. (Şimdi değil ama yıl bitince verecek.)
Amerika demişken...
Akdeniz’deki devasa doğalgaz yataklarının varlığını ilk işaret eden ABD değil mi?.
Türkiye ve bölgeye yakın kimi ülkeler, "bu bölgenin parsalizasyonu hukuksuz, sorun çıkar" dediklerinde, şirketlerinin arkasında resmen duran Washington değil mi?
Burada enerji şirketleri aracılığı ile rezervleri belirleyen, platformları kuran, İsrail’den, Rum kesimine, oradan Yunanistan’a ve nihayet Avrupa’ya götürelim hesaplarını yapanlar da onlar değil mi?
ABD şimdi nerede? Neden bu işe artık hiç karışmıyor? Neden bu kadar sessiz?
İsrail, Avrupa bir tarafa, "Çin’e veririm bu gazı" diyor, ona bile gözlerini başka tarafa çeviriyor.
Beyaz Saray'ın bir yanıtı olmalı...
O yanıt hem Rusya’yı hem Türkiye’yi üzebilir.
Nedret Ersanel
http://www.iyibilgi.com//artikel.php?artikel_id=29749
TÜRKİYE’DE BÜTÜN CUMHURİYET DÖNEMİ BOYUNCA GAYRİMÜSLİMLERE YÖNELİK OLARAK BİTMEK BİLMEYEN BİR “FAİT ACCOMPLİ” STRATEJİSİ UYGULANDI
Türkiye’de devlet etme biçiminin ve zihniyet kalıplarının ne kadar değiştiğini anlamak istiyorsanız eğer, bunun en sağlıklı yollarından birisinin gayrimüslimlerin durumuna bakmak olduğunu düşünüyorum.
Bu köşede daha önce yazmıştım. Türkiye’de bütün Cumhuriyet dönemi boyunca gayrimüslimlere yönelik olarak bitmek bilmeyen bir “fait accompli” stratejisi uygulandı. Yani, sürekli oldubittilerle gayrimüslimler mülksüzleştirildi, canlarından bezdirildi ve göçertildiler.
AKP hükümetinin iktidara gelmesiyle birlikte bu fait accompli stratejisi sona erdi ve benim “ama hakları” adını verdiğim dönem başladı. Hükümet gayrimüslimlere, yüzyıldır inkar edilen haklarının bir kısmını vermeye başladı, ancak attığı bütün adımlarda hemen her zaman bir “ama” oldu.
Örneğin, ilk defa bu hükümet zamanında gayrimüslimler tarihi ibadet yerlerini kullanabilmeye başladılar. Sümela manastırı, Ahtamar kilisesi ibadete açıldı. Ama sadece yılda bir gün için.
Hükümet gayrimüslimlere ait ibadet yerlerinin bazılarının onarılmasına izin verdi, onarttı, ama bu yerleri onların tarihsel olarak mülk sahibi olan cemaatlere iade etmedi, onun yerine müze statüsü verdi bu mekânlara...
İmar kanununu değiştirip, “cami” yerine, “ibadet yeri” ibaresini koydurdu ama birkaç istisna dışında hiçbir kilisenin tüzel kişiliğini tanımadı.
Orhan Kemal Cengiz
YAHUDİLERİN KULLANDIĞI LADİNO DİLİNİN KULLANILMAYARAK UNUTULDUĞUNU BEYAN EDİYORDU. VE BUGÜN YAHUDİ GENÇ NESİLLERİ BU DİLİ KONUŞAMIYORDU ARTIK. TUTUNAMAYACAKLARINI ANLAYANLAR TÜRKİYE’DEN AYRILMIŞTI ZATEN
Takrir-i Sükûn, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül gibi hadiselerle ‘fabrika ayarları’ ile oynanan ve birlikte yaşama ortamı zafiyete uğratılan toplumun gayrimüslim algısı medya yoluyla istenen kıvama getirildi evvela. Önceki hafta sonu ise Medialog Platform’un öncülüğünde fabrika ayarlarına dönüşün yolları arandı.
Belçika’da ırkçı bir partinin başkanı, kendisi ile röportaj yapmaya gelen Belçika doğumlu dördüncü nesil bir Türk gazeteciye “Benden iyi Flamanca konuşuyorsun. Fakat bu seni Belçikalı yapmaz. Günün birinde kiliseden ihtida belgesi getirirsen o zaman senin entegre olduğuna inanırım.” diyebiliyordu. Hatırlanacağı gibi 2007 yılında Hollanda Parlamentosu’nda, sokaklarda Türkçe konuşmanın yasaklanması tartışılmıştı. Teklifi azınlık bir grup yapmıştı ama böyle bir mesele Hollanda gibi ‘özgürlüklerin beşiği’ sayılabilecek bir ülkede konuşulmuştu.
Bunları bizlerle paylaşan, Fransa’dan Belçika’ya, Almanya’dan İspanya’ya kadar 12 yıl boyunca Avrupa’da görev yapmış bir Türk gazeteci olan Tercan Ali Baştürk’tü. Çalıştığı ülkelerin medyasında Türklerle ilgili haberlerin veriliş tarzından muzdaripti o da. Türkiye’de ‘Bir Ermeni, Yahudi iş adamı’ gibi sıfatlarla sunulan haberler Avrupa basınında ‘Bir Türk kaza yaptı, bir Türk karısını öldürdü, hırsızlık yaptı’ diye veriliyordu. Onun için Baştürk, kendisini Türk medyasında gayrimüslim algısı’ konulu çalıştayda ‘damdan düşen’ olarak tanımlıyordu.
...
Fabrika ayarlarının bozulmasının sonucu ne mi oldu? Bu süreç, Şalom Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İvo Molinas’ın gündeme taşıdığı şu örnekle de tamamlanmıştı aslında. Molinas, yakın zamanda yapılan bir araştırmanın sonuçlarını dile getirerek, ‘hangi kesimi komşu olarak görmek istemezsiniz’ sorusuna öncelikle eşcinseller, ikinci sırada Yahudiler cevabı verildiğini hatırlatıyordu. Bu cevabı verenlerin yüzde 60’ı Yahudileri tanımadıklarını da söylüyordu, aynı araştırmada.
Molinas, bir örnek daha veriyor ve geçen korkulu süreçte İspanya’dan Osmanlı’ya göçen Yahudilerin kullandığı Ladino dilinin kullanılmayarak unutulduğunu beyan ediyordu. Ve bugün Yahudi genç nesilleri bu dili konuşamıyordu artık. Tutunamayacaklarını anlayanlar Türkiye’den ayrılmıştı zaten.
CEMAL A. KALYONCU
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-32623-.html
GALİBA TÜRK DE SAYILMADI Kİ VARLIK VERGİSİ’Nİ ÖDEYEBİLMEK İÇİN EVİNİ SATMAK ZORUNDA KALDI. ÖMRÜNÜN SON GÜNLERİNİ YURTDIŞINDA KÜSKÜN GEÇİREN TEKİNALP YİNE MOİZ KOHEN OLARAK VEFAT ETTİ
Türkiye Yahudileri bugün bile Kohen’i lanetlemeyi sürdürüyorlar ama haksızlık ediyorlar. Çünkü dünyanın her tarafındaki Yahudiler bulundukları ülkenin dilini konuşup kültürünü benimsemişler ve hem kendilerine hem de o ülkelere değer kazandırmışlardır. İngiltere’de ve Amerika’da İngilizce konuşmayan Yahudi gösterebilir misiniz? Fransa’da Fransızca, Almanya’da Almanca bilmeyen bir Yahudi düşünürü, bilim adamı, ressamı vs. tasavvur edebilir misiniz?
Oysa yirminci asrın başlarında Osmanlı Yahudileri arasında Türkçe konuşabilenler sayılıydı. Elbette bu Osmanlı rejiminin “hoşgörü” anlayışının sonucuydu ama Kohen gibi bazı Yahudi aydınlar bu durumu kendi cemaatlerinin toplumsal rolü bakımından sakıncalı ve dezavantajlı buluyorlardı.
Kohen’in Yahudi cemaatini Türk toplumuna entegre etmeye yönelik çabası Ziya Gökalp’in “kültür milliyetçiliği” görüşünü benimsemiş olan İttihat Terakki iktidarından destek gördü. Dönemin milliyetçilik anlayışı farklı etnisiteleri birleştirmek üzere İslam ortak kimliğini temel almış olmasına rağmen gayrimüslimlerin de vatandaş olarak Türk kimliği içinde yer almalarına itiraz yoktu.
Cumhuriyetten sonra ise İslam kimliği iyice geri plana atılacağı için millet tanımı içinde gayrimüslimlerin yer alması çok daha kolay olabilirdi. Ama öyle olmadı! Kemalizm’in millet anlayışı giderek etnik temele oturacaktır çünkü.
Tekinalp, yazdıkları gözden geçirildiğinde görülecektir, vaktiyle İttihatçı ideolojiye verdiği desteğin çok daha fazlasını Kemalizm’e verdiği halde karşı taraftan aynı yaklaşımı pek görmedi. Çok istemesine rağmen milletvekili bile yapılmadı. Galiba Türk de sayılmadı ki Varlık Vergisi’ni ödeyebilmek için evini satmak zorunda kaldı. Ömrünün son günlerini yurtdışında küskün geçiren Tekinalp yine Moiz Kohen olarak vefat etti.
İbrahim Kiras
http://www.stargazete.com/yazar/ibrahim-kiras/politika/hain-bir-yahudi/yazi-581268
ASLINDA SORU, NETANYAHU’NUN SİYASİ OLARAK YERLEŞİMLERİ BOŞALTIP BOŞALTAMAYACAĞI DEĞİL. CEVAP BÜYÜK İHTİMALLE BOŞALTAMAYACAĞI YÖNÜNDE; ÇÜNKÜ GÜNÜMÜZDE İSRAİL’DEKİ ÇOĞUNLUK, FİLİSTİNLİLER İLE BARIŞ YAPABİLMEK ADINA YERLEŞİMCİLERLE ŞİDDETLİ BİR RESTLEŞMEYE GİRMEYE KARŞI ÇIKARDI
Ben Gurion’dan Şaron’a İsrailli liderler, uluslararası taleplere karşı ve İsrail’in ciddi bir uluslararası baskı altına girmemesi konusunda dikkatliydiler. Bu yüzden yerleşimci hareketinin kahramanı Şaron, 1982’nin Nisan ayında Mısır ile yapılan ‘Camp David’ anlaşması doğrultusunda Sinai’deki bir yerleşimi boşalttı. Yamit, İsrail’in genişlemekte olan Batı Şeria bölgesini güvence altına almak için ödemeye değer bir bedeldi. Aynı mantık onu 2005’te, İsrail’in Batı Şeria’daki çekirdek yerleşimlerini elinde tutarak, ABD’nin desteğini resmi hale getirmek için Gazze’deki yerleşimlerini terk etmeye götürdü.
Aynı sebeple, Netanyahu İsrail hukukuna göre bile yasadışı kabul edilen yerleşimleri, geriye dönük olarak yasal hale getirme konusunda son haftalarda tereddüt etti. Bunu yine de yapabilir. Kabinesindeki değişim kısmen, partisi içindeki yerleşimci grubun gücünü azaltmak içindi. Böylelikle uluslararası tepkiye sebep olacak biçimde dikkatsizce hareket edemezlerdi.
Aslında soru, Netanyahu’nun siyasi olarak yerleşimleri boşaltıp boşaltamayacağı değil. Cevap büyük ihtimalle boşaltamayacağı yönünde; çünkü günümüzde İsrail’deki çoğunluk, Filistinliler ile barış yapabilmek adına yerleşimcilerle şiddetli bir restleşmeye girmeye karşı çıkardı. Fakat Netanyahu, bir yandan gözlerini mükafatın üzerinde tutarak, uluslararası eleştirileri dindirmek için tasarlanmış göstermelik hareketlerden fazlasını yapmayı asla düşünmedi. Biliyor ki geçen 64 yıl, bir an siyaseten imkansız olarak değerlendirilen şeyin, yıllar içinde yerleşik, inatçı gerçeğe dönüşebildiğini kanıtladı. Neden şimdi dursun?
Tony Karon
http://www.stargazete.com/yazar/tony-karon/dunya/degisen-netanyahu-degil-israil/yazi-580465
Netten okumalar
RADİKALLER YENİLGİYE UĞRATILABİLİR - ALAN DERSHOWİTZ
http://israilblogu.com/2012/05/14/radikaller-yenilgiye-ugratilabilir/
IN MEMORİAM
“Sientje Abram (1931-1942) ile ilgili hiçbir hatıra yok. Onu tanıyan neredeyse herkes öldürüldü. Babası, annesi, üç erkek kardeşi, teyzeleri, dayıları, halaları, amcaları, kuzenleri, sınıf arkadaşları, komşuları. Sientje’nın hiç fotoğrafı yok. Hiç şüphesiz bir fotoğrafı vardı bir zamanlar. Anne ve babası, Rapenburger Sokağı’ndaki evlerini terk etmeden önce Sientje’nınkilerle beraber diğer fotoğrafları da bir akraba ya da komşuya emanet etmiş olmalılar. Ancak çok geçmeden o akraba da o komşu gibi oradan ayrıldı. Belki de anne ve babası fotoğrafları yanlarına almışlardı; önce Westerbork sonra da 1942′de Eylül’ün ilk pazartesi günü Westerbork’tan nereye gittiği belli olmayan o trende. Öyle olduysa Auschwitz’de yok edildiler. Tıpkı o fotoğraftaki kız gibi. Sientje Abram sıradan bir Amsterdam kızıydı. Babası mezarcı, annesi ise evkadınıydı. En büyük abisi Izak bir büroda çalışıyordu, Mozes terzi yamağı, Aron ise öğrenciydi, tıpkı Sientje gibi. Sientje ile ilgili hiçbir şey bilmiyoruz. Şarkı söylemeyi mi ya da daha ziyade resim çizmeyi mi severdi? Sarışın ya da esmer miydi, peki ya saçları kıvırcık mıydı? Bilye oynamakta mı, ip atlamakta mı yoksa hesap konusunda mı ustaydı? Anne ve babasının yatak odasında duran çocuk sandalyesi onundu. Bebekken onda oturmuş olmalı. Saçında da kocaman bir kurdela. Evet evet saçında mutlaka bir kurdela olmuş olmalıydı.“
http://www.tulaykazanci.com/in-memoriam/
LURİA KABALASI
http://www.r2d3dergi.com/2012/05/16/luria-kabalasi/
ANKARA’NIN UNUTULAN YAHUDİLERİ - SEMRA POLAT
http://www.hasturktv.com/yahudilik/3639.htm
İSRAİL-ÇİN: ÇOK ÖNEMLİ İLİŞKİLER – FİKRET ERTAN
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1290720&title=israilcin-cok-onemli-iliskiler
Netten seyredin
İSRAİLLİ DERVİŞ’İN KONYA SEYAHATİ-GERÇEKTEN Mİ? EVET GERÇEKTEN
LADINO: YERUSHALAYİM DE ORO SOS