Tiyatro festivali nihayet başladı
İKSV 40. yılını kutlarken, Bienal ile dönüşümlü olarak iki yılda bir yapılan İstanbul Tiyatro Festivali de 18. yılında izleyicisine kırkın üstünde etkinlik sunuyor. Ostermeier’in Hamlet, Meierjohann’in Kafka’s Monkey ya da Hervieu ve Montalvo’nun Orphée gibi olay yaratmış uluslararası prodüksiyonları tabii ki heyecanla bekliyorum ama, bence bu yılın asıl tiyatro olayı, bir süredir bıkmadan, usanmadan neredeyse takıntılı olarak tekrarladığım, İstanbul’da asıl tiyatroyu, sokak aralarında, ikinci üçüncü katlarda oyun alanları yaratan gençlerin yapmakta olduğu olgusunun artık İKSV tarafından da fark edilmiş olması ve Yeni Dalga başlığı altında dokuz genç topluluğun kendi mekânlarında ve Salon’da izleyiciyle buluşturulması. Festival Direktörü Dikmen Gürün’e bunun için özel olarak teşekkür ederken, henüz bu gençleri keşfetmemiş olan bütün tiyatroseverlere bu fırsatı değerlendirmelerini öneririm.
Festivalin açılışı, hiçbirimizin beklemediği etkileyici bir ‘ön oyun’la başladı. İBŞT’deki yönetmelik değişikliğine karşı eylem yapan beyazlar giymiş çok sayıda tiyatrocu, yakalarında kırmızı “SUS!mayacağız” kartları, ellerinde pankart yerine Münch’ün ‘Çığlık’ tablosunun posterleri, tek bir sözcük bile etmeden, sadece gözlerimizin içine bakarak Lütfü Kırdar binasının önündeki meydanda bütün cephe genişliğince sessiz bir yay oluşturmuşlardı. Sessizliği, büyük bir nezaketle yaka kartlarını uzatıp alçak sesle “siz de ister misiniz” diyen birkaç kişi bile bozamıyordu. Biz de yakamıza birer kart takıp içeri girdiğimizde fark ettik ki Lütfü Kırdar’ın görkemli salonunu tıklım tıklım dolduran kalabalığın içinde yakasında “SUS!mayacağız” yazmayan bir tek kişi bile yoktu.
Tören, buruk başladı. Cüneyt Türel ve Başar Sabuncu’nun onur ödüllerini verecek olan 50 yıllık arkadaşları Metin Deniz, ne yazıktır ki ilk ödülü, Türel birkaç gün önce aramızdan ayrılmış olduğundan, hayat arkadaşı Tilbe Saran ile kızı Elif Türel’e verdi. Tilbe Saran olsun, Elif Türel olsun bir sonraki ödülü alırken Başar Sabuncu olsun üzüntü ve özlemlerini tiyatro aracılığıyla ve büyük bir metanetle dile getirdiler. Zeynep Oral, bir sonraki onur ödülünü Özdemir Nutku’ya “Tiyatro ışık ister, aydınlık ister, özgürlük ister, sevgi, saygı ister” sözleriyle takdim etti. 80’lik çınar Nutku da “Biz 2500 yıldır kendimizi ispat ettik” dedi “Kimse bize ‘Sen kim oluyorsun?’ diyemez” diye cevap verdi. ‘Hocaların Hocası’ Sevda Şener de onur ödülünü aldıktan sonra sıra Genco Erkal’ın Nazım ve Brecht, Biraz da Aziz Nesin adlı gösterisine geldi.
Genco Erkal’lı açılış
50 yılı aşkındır oyuncu ve yönetmen olarak sahneye çıkan, roman, öykü, şiir gibi değişik türlerden tiyatroya uyarlamalar yapan, oyunlar çeviren, senfonik konserlerde birçok yapıtı anlatıcı olarak seslendiren, değişik yıllarda pek çok kez tiyatroda ve sinemada ‘yılın en iyi erkek oyuncusu’ ve ‘en iyi tiyatro yönetmeni’ seçilen, 1993-1998 yılları arasında, Paris’te ve Avignon Festivalinde Fransızca Nâzım Hikmet’in Sevdalı Bulut, Philippe Minyana’dan Ou vas-tu Jérémie? ve Paulo Coelho’nun ünlü romanından uyarlanan Simyacı’da başrolleri oynayan Genco Erkal, uzun tiyatro yaşamında sanatsal ve toplumsal inançlarından hiç ödün vermemiş bir büyük sanatçı. Uzun tiyatro yolculuğunda ona defalarca yol arkadaşlığı yapmış olan Nazım, Brecht ve Nesin gibi, Genco da insanın insanı ezmediği, sömürmediği, yok etmeye çalışmadığı sevgi ve saygının egemen olduğu bir dünyayı özlüyor.
Erkal, festivalin açılışı için hazırladığı bu müzikal gösteride, savaşa, sömürüye, haksızlığa, baskılara başkaldıran ve bu başkaldırının bedelini, hapislerde çürüyerek, sürgünde memleket hasretiyle yanarak ya da yakılma ve öldürülmekten kıl payı kurtularak ödemiş olan bu üç yazarı Kurt Weill, Fazıl Say, Zülfü Livaneli, Hans Eisler ve Arif Erkin’in besteleri eşliğinde bir araya getiriyor. Hüzünlü bir ‘Kerem gibi’ ile Nazım’dan girip, “Ben Bertolt Brecht” diyerek sivri dilli oyun yazarıyla devam ediyor ve Aziz Nesin’in keskin mizahı ile bitiriyor: “selam!”
Genco’ya piyanosu ile eşlik eden Kemal Yiğitcan, gitarı ve billur gibi sesiyle Evrim Özkaynak ve Tülay Günal (Ben Bertolt Brecht için Ankara Devlet Tiyatrosunun özel izniyle İstanbul’a gelen olağanüstü oyuncu) çok iyiler. Ama gösterinin asıl lokomotifi, oyunu tasarlayan, yöneten, sahnede aşkla, heyecanla, tutkuyla, 24’lük bir delikanlının enerjisi ve 74’lük bir delikanlının deneyimi ile götüren Genco Erkal.
Umarım ki, sahnedekiler selam vermekten, izleyiciler ayakta alkışlamaktan yorulana dek sürmüş olan tezahürat, gösterinin sadece açılış gecesinde kalmayarak tekrar tekrar sahnelenmesine vesile olur!
Yalnızlar Kulübü
Festivalde ilk olarak bir Yeni Dalga oyununu, ikincikat’ta Sami Berat Marçalı’nın Yalnızlar Kulübü’nü izledim. Sami, bu kez yeni oyunu için dekor ve ışık tasarımından yönetmenliğe bütün ipleri elinde tutuyor. Sanırım her şeyiyle kendisine ait bir çalışma ile kendisini denemek istemiş. Sonuç? Okuyanlarım da farkındadır; her ne kadar tarafsız olmaya çalışsam da ben genelde bu topluluğa ve özelde Sami Berat Marçalı’nın yaptığı işlere az da olsa pozitif bir ön yargı ile yaklaştığım kanısındayım. Allahtan, yanımda uzun yıllardır tanıdığım, ikincikat’a da ilk kez gelen kırklı yaşlarında bir çift oturuyordu. Oyun bitince nasıl bulduklarını sordum. Çok etkilendiklerini, son zamanlarda gerek içerik gerek sahneleme olarak en çok beğendikleri oyun olduğunu söylediler.
Gerçekten de Yalnızlar Kulübü iyi bir oyun. Günümüz kent yaşamının en büyük sorununa, yalnızlığa odaklanıyor. Evet çağımız iletişim çağı, her türlü bilgiye, her şeye, herkese her an ulaşabiliyoruz ama ilişkilerimiz giderek yüzeyselleşiyor. Yakın ilişkiler, derin ilişkiler giderek zorlaşıyor ve insan artık bireysel iletişimi yeniden öğrenebilmek için kişisel gelişim workshop’larına gereksinim duymaya başlıyor.
Demet (Hasibe Eren), yüzde yüz dürüst kalmak şartıyla... duygularını rutin bir şekilde ifade etmek yerine bunu istediği şekilde, istediği renkte, istediği ritimde yaşamak için geliştirmiş olduğu ‘Hayatın Ritmini Bul’ yöntemini gittikçe popülerleşen bir kursa dönüştürmüştür.
Oyun bu kursa katılan bir grubun ilk dersten son derse kadar geçen dönemini kapsıyor: evliliği sorunlu bir çift (Pınar Çağlar Gençtürk, Güçlü Yalçıner), bir sigortacı (Bedir Bedir), üst düzey bir yönetici (Heves Duygu Tüzün) ve bir genç adam (Tevfik Şahin). Demet dahil hepsinin sorunu, günümüz şehirli yaşamının tanıdık dertleri: mutsuzluk, tatminsizlik, yalnızlık. Öykülerinin bu kadar ‘bildik’ oluşu, kısa kısa ama derinlikli ayrıntılarla çizilen karakterleri daha da iyi anlamamıza, onlarla yakın ilişki kurmamıza yardımcı oluyor.
Sami Berat Marçalı, sıvasız ve üç kapılı oyun alanını sadece üç sabit cam sandık, biraz müzik ve işlevsel bir ışıklandırma ile, kimi zaman kurs mahalline, kimi zaman yatak odasına, kimi zaman gece kulübüne, kimi zaman bir şirketin yönetim merkezine, kimi zaman bir mezarlığa, kimi zaman da bir sokağa dönüştürerek bir metropol yaratıyor. Altı oyuncusunun doğallığı, mekânı daha da inandırıcı kılıyor. Oyuncular sanki ellerinde yazılı bir metin, arkalarında bir yönetmen yokmuş ve doğaçlama yaparmış gibi büyük bir gerçeklikle karakterlerini yaşıyorlar.
Bir kaç gün önce bir tiyatro yazarının, Sami’nin Craft Tiyatro’da sahnelediği Uğrak Yeri’ndeki “sanki yönetmen yokmuş gibi” çalışmasını özensiz bulduğunu okudum. Tabii ki herkesin kişisel görüşüne saygım var ama kesinlikle katılmadığım bir yorum. Yönetmen yokmuş etkisi veren bu yalınlık bence üst düzeyde yönetmenliğin göstergesi ve özellikle izleyicisi ile fiziksel bir yakınlık kuran bu tip tiyatrolarda bence şart olan çalışma şekli.
Sami Berat Marçalı, Yalnızlar Kulübü’nü de “yokmuş gibi” yönetiyor ama, oyunun nasıl titizlikle yönetildiğini ve oyuncuların beden dilinin koreografisini görmek isteyenler için Hasibe Eren’in bilinçsiz sallanan dizi, Güçlü Yalçıner’in sadece gömleğinin üst düğmesini açarak ‘soyunup’ eşiyle sevişmesi, Bedir Bedir’in babasıyla ‘konuştuğu’ sahnede sadece sesinin tonlaması ve gözlerindeki hüzünle mekânı dönüştürmesi gibi ayrıntılar bence yeterli.
Sanırım oyunu haziran sonuna kadar oynanacaklar. Kaçırmayın.