Ünlü Fransız plastik fotoğraf sanatçısı Jean François Rauzier’nin geçtiğimiz ekim ayında Fransız Konsolosluğunun davetlisi olarak şehrimizde yaptığı çekimlerin ardından, İstanbul ile ilgili tamamlanan eserleri ilk defa sanatseverlerin karşısına çıkıyor. Önceki çalışmalarından da örnekler içeren sergi, 9 Haziran’a kadar izlenebilir.
Sonbahar tadında bir ilkbahar günü Beyoğlu tarihi Mısır Apartmanında yerleşik Galeri Nev İstanbul’da bambaşka bir yolculuk deneyimledim. Bütünden detaya, detaydan yeniden oluşturulmuş yepyeni bir bütüne yolculuk… Bütünün parçalanarak tüm detayların farklı ilişkiler içinde yeniden birleştirildiği, yüzyıllara meydan okuyan mimari güzelliklerin tüm detaylarının ayrıştırılıp yepyeni bir bütünsellik içinde yeniden fakat bu sefer iki boyutta yaratılarak izleyiciye sunulmuş halini gözlemledim. İnsanın bütünün ihtişamında kendini kaybettiği, ardından dikkatin detaylara kaymasıyla uzun süre önünden ayrılamadığı, simetrik etkili, ancak bir o kadar da her noktasında bambaşka bir detay içeren, her biri ayrı bir ‘kitap’ gibi okunması gereken çalışmalar… Detaycı, mükemmeliyetçi bir sanatçının ve belli ki çok uzun çalışma saatlerinin ürünü…
Kariyerine fotoğrafın henüz sanat olarak kabul görmediği dönemlerde, kırk yıl kadar önce reklam fotoğrafçısı olarak başlayan Rauzier, o dönemde kendisini en çok rahatsız eden cümlenin “harika fotoğraflar, yazık ki resim değiller” sözü olduğunu belirterek söze devam ediyor: “Fotoğrafın her zaman gerçeği yansıttığı düşünülür. Oysa fotoğraf gerçeğin bir kısmını, sadece kadraj içinde kalan kısmını yansıtmaktadır. Bu düşünceyle daha o dönemlerde bile gittiğim yerlerde katalog çekimlerine başlamıştım. Herhangi bir yere gittiğimde, mesela Paris’te bir sokakta tüm kapıların, tüm pencerelerin fotoğrafını çekip oranın komple katalogunu biriktiriyordum. Daha sonra dijital sistemler geliştiğinde tüm bu detayları tek bir resimde birleştirmeye başladım. Sonuçta, her eserde, bir resim kitap oluşturuyorum. Binlerce dağınık kelime yerine sözlerin tek bir kitapta toplanması gibi, binlerce detay ve imge tek bir fotoğrafta buluşmuş oluyor. Bu şekilde ‘hyperphoto’ adını verdiğim yeni bir aşırı-gerçek tablo oluşuyor.”
Bir fotoğraf tanımsal olarak çekildiği andaki gerçekliği yansıtır. Oysa Rauzier’in çalışmaları, hem bütünü tüm parçalarına ayırdıktan sonra tek bir açıdan kadraja alınamayacak, farklı noktalarda yer alan tüm detayları bir yapboz çalışmasıyla tek bir görselde sunup ‘fotoğrafladığı anıtın kendisinden daha gerçek’ bir eser yaratmakta, hem de eserinde geçmiş an ve geleceği bir karede yansıtmakta. “Kütüphaneler serisini ele alırsak mesela, bir kütüphanenin binlerce kitabı barındırdığını düşünmek gerekir. Yazarların genellikle birkaç kitabın yazımına ömürlerini vakfettiklerini hatırlayalım. Bu bakış açısında bir kütüphane binlerce ömür demek. Kütüphanenin fotoğrafını çekerken andaki görüntüsünü sabitliyorum. Ancak orada geçmiş var… Yazarların hepsi var, bunu anlatabilmek için mesela hepimizin çocukluğunda mutlaka okuduğumuz, fablları ile bir şekilde kimliklerimize işlemiş La Fontaine’in ya da soykırımda kaybettiği tüm ailesini anmak üzere içinde tek bir ‘e’ harfi bile bulunmayan ‘La disparition’ (Kaybolma) romanını yazan ünlü Fransız Yahudi yazar George Perec’in resmini ekliyorum ve onların bedenlerinin üzerine kendi kafamı yerleştiriyorum... Bu şekilde eserimin içinde geçmişte yaşamış ve beni etkilemiş kişiliklerle sohbet ediyorum.”
Peki gelecek? “İnsanlar bir gün yok olacaklar. Bu muhteşem mimari anıtlar da bir gün yok olacak. Ancak, yine de anıtlar, insanlardan sonra da bir süre daha var olmaya devam edecek. Sonrasında belki hayvanlar bizim geçmişte onların elinden almış olduğumuz bu alanlara geri gelecek. Roma’daki meşhur Colloseum’un önüne yerleştirdiğim ‘Aslanlar’ gibi ya da ‘Maymunlar Gezegeni’ filmindeki gibi… Bizim geride bıraktığımız mesela cep telefonu çöplüğünde maymunlar yaşayacak. Kısaca söylemek gerekirse, her şey geçici; anıtlar insanlardan daha uzun süre yaşayacak olsalar bile, onlar da geçici… Fakat her biri şu anda müthiş bir hazine. O zaman, hazır elimizde imkân varken bu hazinelerden istifade edelim.”
Paris, Roma, Barselona, Venedik, Moskova… Birçok büyük şehri ve anıtlarını işlemiş Rauzier eserlerinde. Her birinde ayrı bir ihtişam, her birinde ayrı bir detaycılık… İstanbul’da Topkapı Sarayında çini işlerine hayran kalmış mesela, Rüstem Paşa Camii’nde ya da Süleymaniye Camii’nde namaza duran inananları birer balon içine yerleştirmiş. Yaşam balonları hissi uyandırıyor bende, yaşamı yücelten, her bir kişinin aslında bir evren olduğunu, bütün olduğunu hatırlatan yaşam balonları hissi. “Dua balonları” diye açıklıyor Rauzier, “kendi içlerine döndükçe yükseliyor duaya daldıkça yükseliyor.”
Venedik fotoğraflarında ya da Yerebatan Sarnıcında olduğu gibi, Harem fotoğraflarında da diğer başka fotoğraflarda olduğu gibi su çekiyor dikkatimi… Yansımaları ve gölgelemeleri ile gerçek kadar dikkat çekici. Az önce duyduklarımı düşünüyorum. Daldıkça yükselmek… Baktıkça fotoğraflara, önce uzaktan, içine dalası geliyor insanın, daldıkça yaklaşıyorsunuz esere, yaklaştıkça da kayboluyorsunuz detayların içinde, bir anlamda yükseliyorsunuz eserin içinde. Fotoğrafın alt kısmındaki suya daldıkça üst kısmına doğru yükseliyor bakışınız… Rauzier’in sesiyle kendime geliyorum: “Simetri çok önemli eserlerimde. Ancak bir fotoğrafta yatay simetriyi elde etmek dikey simetriyi elde etmekten daha kolaydır. Dikey simetriyi su ile elde edebilirsiniz.” Bir anlamda su sizi içine çeker, dalarsınız ve yükselirsiniz tekrar. “Ancak bunu, her bir detayı suyun etkisiyle kırılmaları teker teker yaratarak yapabilirsiniz.”
İnsan yapımı mimari anıtların bir kutsanması duygusuna katıldım bu sergide… Doğa, neredeyse hiç yok! Sanki özellikle unutulmuş gibi! “Mimari beni çok heyecanlandırıyor ve son dönemde kameramı mimari güzelliklere çevirdiysem de, aslında çalışmalarıma doğa fotoğrafları ile başlamıştım. Beni en çok etkileyen aşırı gerçekçi ressamlardı. Sıradan bir tarla resmi yaptıklarında mesela, hayretler içinde uzun süre önünde kalakalıyordu izleyici. Ressamın bu kadar sıradan bir görüntü yaratabilmek için ne kadar uzun saatler harcadığı hayranlıkla seyrediliyordu. Evet, şimdi anıtsal olanla ilgileniyorum, fakat sürekli olarak detaya dönme ihtiyacı içindeyim. Mesela Topkapı Sarayından bahsediyorsak, beni en çok ilgilendiren saraydaki çiniler, onları izlemek, ışığı nasıl yansıttıklarını görmek, çinilerdeki en ufak çatlağı, en ufak kırığı görebilmek ve eserimde kullanabilmek bunları. Manzaralarda da detay var. Şu ara şehirleri yapıyorsam da her zaman doğaya dönme arzusu içindeyim. Amerika’yı, Güney Afrika’yı fotoğraflamak istiyorum. Kamboçya’da Angkor Vat Tapınağı’nı ve Kapadokya’yı fotoğraflamak istiyorum; bu son ikisi ilginç olacak. Çünkü orada içinde yaşanılan bir doğa var. Hem geçmiş hem de benim gelecek varsayımım var orada. İnsanların yok olup, doğanın ve hayvanların topraklarını geri alacağı gelecek var orada… Ve bu gerçeklikler hala oradayken, mutlaka istifade etmeli insan.”
Evet, Rauzier’in sergisi de, hâlâ açıkken istifade etmeli insan.