Sahne Büyüsü :Tiyatro festivalinde gösteriler, Orfeo, İstanbul İstanbul, Hans ya da Heiri

Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivalinde, birbirinden farklı ve ilginç yabancı prodüksiyonlar sahne aldı

Erdoğan MİTRANİ Sanat
9 Temmuz 2012 Pazartesi

Uluslararası tiyatro festivallerinin en zorlayıcı sorunu dil engelidir. Son yıllarda elektronik üst yazı kullanımı bu engeli bir nebze aşmışsa da (Tabii ki ancak bir dereceye kadar! Siz üç saatlik bir oyunu “aman metni kaçırmayayım” diye yukarıya, hemen ardından “oyunculukları kaçırmayayım” diye aşağıya ve tekrar bir yukarıya, bir aşağıya bakarak izlemeyi denediniz mi hiç!)  festivallerde asıl geçerli çözüm, görselliği ön plana çıkaran yorumlardır.

Tiyatronun başlangıç yıllarında böyle bir sorun yoktu.  Müzik, beden dili ve maskelerle (Antik Yunancada maskenin karşılığı ‘persona’dır, yani kimlik, kişilik, karakter...) her türlü olay ve duygu izleyiciye aktarılabiliyordu. Sonra söz geldi ve mertlik bozuldu...

Modern tiyatrocular, günümüzün karmaşıklığının içine antik çağların yalınlığını tekrar oturtmaya çabalıyorlar. Kimi çağdaş pantomime, kimi Pina Bausch’un erişilmesi güç örneklerini vermiş olduğu dans tiyatrosuna yöneliyor, kimi ise görselliğin pek çok disiplinini tek bir potada harmanlamaya çalışıyor.

‘ORFEO’

18.İstanbul Tiyatro Festivalinin Orfeo’su, değişik müzik, oyunculuk ve türlerin karışımıyla bu son tarzın müzikal ile opera arasında bir örneği. Orpheus mitosunun zamanı aşan gücünün de desteğiyle, şarkı, canlı ve play-back müzik, video görüntüleri, dans, metin gibi öğelerin koreografiyi yeniden yaratmak için kullanıldığı bu çalışma aşkı, kaybetmeyi, baştan çıkarmayı ve sanatın gücünü yorumlamaya çalışıyor.

Aslında Hervieu ve Montalvo ikilisinin beraber sahneledikleri son eser olan Orfeo’nun yorumu bana pek o kadar da özgün gelmedi. Sahne sanatlarının farklı disiplinlerini bir araya getirmeleri, örneğin Bruegel, Rubens ve Picasso’dan esinlenen video projeksiyonları, Monteverdi, Gluck ve Philipp Glass’ın müziklerinin beraberce kullanılması, barok dansın hip-hop ile kaynaşması, hem şarkı söyleyebilen hem de dans edebilen oyuncularla Cirque du Soleil’in cambaz ayaklıklı dansçısının aynı sahnede buluşması tabii ki çok parlak buluşlar. Ancak Laterna Magika, yarım yüzyılı aşkın bir süredir Prag’da dans, film ve tiyatroyu (ve de ‘siyah’ tiyatroyu) kaynaştırıyor, örneğin filmde başlayan bir bölüm sahnede ve bu kez gerçek oyuncularla devam ediyor...

Orfeo’da asıl özgün olan bu biçimsel karşıtlığın oyunun baş kişisini oluştururken de kullanılması. Orpheus, aynı karakterin yazı ile turası olan iki farklı dansçı tarafından yorumlanıyor. Bir tarafta cambaz ayaklıkları ile sahnede ve salonda yerle gök arasında uçan, doğaüstü güçleriyle yarı-tanrı bir Orpheus var (Karim Randé), diğer tarafta da yaşamın kırılganlığını simgeleyen ölümlü bir Orpheus. 2010 prodüksiyonunda bu ikinci Orpheus’u kuşağının en parlak ‘breaker’larından Cezayirli Brahem Aiache, bir kazada kaybetmiş olduğu bacağını unutarak ve izleyiciye de unutturarak, kimi zaman koltuk değneklerini dansçı bedeninin uzantısı gibi kullanarak, kimi zaman kafasının, kollarının, omuzlarının, dirseklerinin üzerinde dönerek, kimi zaman da değnekleri atıp tek bir bacağın etrafında olağanüstü bir solo yaparak yorumlamıştı.

Benim gibi Orfeo’yu ‘Mezzo’ kanalında birkaç kez izleyip, bu yirmi yaşındaki genç adamın enerjisine, yüzünden hiç eksik etmediği gülümsemesine, yaşam sevgisine hayran olan ve bu kez sahnede canlı görebilmek için festivalde izlemeyi umanları büyük bir hayal kırıklığı bekliyordu. Brahem Aiache’ın yerine yine yürüme engelli başka bir dansçı vardı ve iki bacağını güçlükle kullanabilen bu gencin deneyimli bir dans topluluğuna ayak uydurma çabasını saygı ile karşılasak da ne yazık ki çok yetersiz kalıyordu. Gösteride Aiache’ın oynadığı film kullanıldığı için video görüntülerindeki oyuncuların canlı olarak performansa katılması da böylece güme gidiyordu.

Anlayacağınız, Orfeo, o gece Muhsin Ertuğrul’da çok beğenildi, çok alkışlandı ama eşimle ben gösteriden epey keyifsiz çıktık. Eğer kaçırdıysanız üzülmeyin. ‘Mezzo’da Brahem Aiache’lı orijinal prodüksiyonu arada bir gösteriyorlar. Bakın onu kaçırmayın! 

Festivalin bir başka gösterisi İKSV’nin 40.yıl kutlamaları kapsamında La Fura Dels Baus’a sipariş etmiş olduğu İstanbul İstanbul’du. Görkemli sokak tiyatrosu etkinlikleri, dijital tiyatro ve opera yorumlarıyla tanınan dünyaca ünlü Katalan topluluğun İKSV için özel olarak hazırladığı ve Haliç Camialtı Tersanesi’nde vinçler yardımı ile sergilediği projede İstanbul’un güzellikleriyle beslenen İKSV’nin 40 yıllık zaman sürecindeki yolculuğu Baus’un kendi diliyle anlatılmaya çalışılmıştı. İstanbul’un tanrıçasını simgeleyen dokuz metrelik dev kukla, vince asılı beyaz büyük bir topun içinden gerçekleştirilen ‘doğum’ sahnesi, kum saatinin içinde ağıt yakan kadın, İKSV’nin simgesi olarak kullanılan dört lale motifi, Haliç’e tepeden bakan özel tasarım dev bir uçan atla süvarisi ve La Fura Dels Baus’un finaldeki olmazsa olmazı,  topluluğun her gösterisinde farklı koreografi ve elementler kullanarak uygulanan60 kişilik ‘insan kulesi’çarpıcı olmasına çarpıcıydılar da, vinçlere bağımlılığın iyice hantallaştırdığı gösteri, izleyenlere bir değil birkaç saat sürmüş gibi geldi. Hele lale motiflerinin koreografisi neredeyse 40 yıl sürecekmiş gibi uzadıkça uzadı. Amacım gösteriyi sunan 80’e yakın gönüllünün çabalarını ve özverilerini küçümsemek değil ama İstanbul’un sanat yaşamını 40 yıldır güneş gibi aydınlatan bir kuruluşun bundan daha iyi bir kutlamayı hak ettiğini düşünüyorum.

HANS WAS HEİRİ’

Bu gösterilerin arasında gerçekten olağanüstü olan ise İsviçreli iki sahne büyücüsü Martin Zimmerman ve Dimitri De Perrot’nun ‘Hans was Heiri / Hans ya da Heiri’si. İkili, beş sirk oyuncusu ve dansçısının da desteğiyle, insanların, temel ihtiyaç ve arzular söz konusu olduğunda ne kadar da biribirine benzediğini ele alıyor. Zaten Hans was Heiri,ha Ali ha Veli anlamında kullanılan bir tekerleme.

Bu sözsüz gösteri, bizlerin bireysel olarak biricik ve farklı olmaya çalıştığımızda hayatın nasıl üzerimize geldiğine zekâ, mizah ve felsefi derinlikle yaklaşıyor. Gösterinin yaratıcılarının bedenleri ve sesleriyle oynadıkları heykel-gösteriler, kendi alanlarını ve dengelerini arayan insanların kimlikleriyle ilgili sorgulamaları oluşturuyor. Onlar ister akrobat ister palyaço olsunlar, bu sorgulamalar sandalyesini kaotik bir evrenin ana karakteri olarak gören Marcel Duchamp’ın damgasını da taşıyor. Zürihli sanatçılar, dans tiyatrosu alanından Alain Platel ve Anne Teresa de Keersmaeker gibi yaratıcıların da aralarında bulunduğu beş kişiyle işbirliği içindeler. Yarattıkları dünya ‘dev bir çamaşır makinesi’ ya da bir ‘hamster tekerleği’. Bu dört eşit alana bölünmüş tekerin her cidari duvar, zemin ya da tavan olabilir. Ve bu bitmek bilmeyen devinimin içinde faklı olan aynı, aynı olan da farklı olabiliyor. Farklılıkta aynılık ya da aynılıkta farklılık. Hans ya de Heiri!

Bu gösteriyi anlatmakta sözcükler ne yazık ki hep eksik kalıyor. Görmek lazım. Olur a bir yerlerde rastlarsanız sakın kaçırmayın