IONESCO’nun GERGEDAN’ı

Yazılışından 50 yıl sonra bile verdiği mesajı koruyarak klasikler arasına giren Ionesco’nun Nazi dehşetini irdelediği Gergedan’ı, İstanbul Tiyatro Festivalinde Türk izleyicilerle buluştu

Erdoğan MİTRANİ Sanat
1 Ağustos 2012 Çarşamba

1909’da Romanya’da Rumen bir baba ve Fransız bir annenin oğlu olarak Eugen Ionescu adıyla doğan Eugène Ionesco, İrlandalı Samuel Beckett’le beraber Absürd Tiyatro’nun babası kabul edilir.

Çocuklukları  babasından ayrılan annelerinin yanında Paris’te maddi sıkıntılar içinde geçen Eugène Ionesco ve kızkardeşi 1925’de Bükreş’e babalarının  yanına yerleşirler ve Rumence öğrenmeye başlarlar. Ancak Eugène, çocuksuz üvey annesinden olsun, edebiyata eğilimini küçümseyen ve mühendis olmasını isteyen sevgisiz, zorba ve baskıcı babasının yanında çok

mutsuz olur. Hele her zaman güçlünün yanında yer alan ve önce Nazilerle sonra da Komünistlerle işbirliği yapan fırsatçı babasıyla hiç anlaşamaz ve kısa bir süre sonra Romanya’ya taşınmış olan annesinin yanına yerleşir.

1938’de Bükreş’teki Fransız Enstitüsünün bursu ile gideceği Paris’e yerleşecek, ana vatanı ile yeni vatanı  arasında gidip gelmeye devam edecek ve 1994 yılında vatandaşlığını aldığı Fransa’da  ölecektir.

Oyun yazarlığının 1947’de La Cantatrice Chauve ile başlayan, La Leçon, Les Chaises, Amédée ou Comment s’en Débarrasser, Jacques ou la Soumission ve L’Impromptu de l’Alma ile devam eden ilk döneminde, İonesco karşımıza avangard, ikonoklast, anti-oyun’lar  yazan bir anti-yazar olarak çıkar.

Yaşarken ‘klasikler’ arasına girmeyi başaran, Fransız Akademisine giren, oyunları Fransa’da ve yurt dışında büyük başarılarla sahnelenen Eugène Ionesco, 1959’dan itibaren dünya tiyatro edebiyatındaki temel yerini Rhinocéros, Le roi se Meurt, La Soif et la Faim, Jeux de Massacre ve Macbett gibi büyük trajik oyunlarla pekiştirir. Otuzdan fazla oyun yazan Ionesco, yaşamının son yıllarında resim yapmış, edebiyatın ve sanatın farklı türlerine yönelmiş, bir roman, çok sayıda deneme, novellalar, bale, opera ve film senaryoları yazmıştır.

Samuel Beckett’i çok beğenen ancak onunla aynı akım içinde kabul edilmekten pek mutlu olmayan Ionesco, gülünç bir metinin dramatik, dramatik bir metinin ise gülünç oynanmasını  gerektiren Absürd Tiyatro tanımlamasını kısıtlayıcı bulduğunu söylemiştir.

Ionesco, anlamsızın  ve anlaşılmazın eşanlamlısı olan absurde’e karşın, yaşamın olağandışılığının  getirdiği hayranlık ve korku duygularını da içeren insolite’i tercih ettiğini ve oyunları için absurde=saçma, anlamsız  yerine  insolite= alışılmadık, tekinsiz nitelemesini daha uygun gördüğünü söylemiştir.

NAZİ DEHŞETİ

En yakın arkadaşlarının, çevresinin ve yavaş yavaş bütün vatandaşlarının gözlerinin önünde Romanya’da 1930’larda kök salmaya başlayan faşizme teslim olmalarına şahit olan Ionesco’nun, Nazi dehşetini irdelediği Rhinocéros / Gergedan, kaderin bir cilvesi olarak ülkesinden önce ilk kez 1959’da Düsseldorf, Schauspielhaus’da Almanca sahnelenmiş ve hem izleyicilerden hem eleştirmenlerden büyük övgüler almıştı.

Konuyu kısaca özetlersek, olaylar bir taşra kentinin kahvesinin de bulunduğu büyük meydanından bir gergedanın hızla geçmesiyle başlar. Kahvedekiler gergedanlar üstüne giderek alevlenen bir tartışmaya girişirler ama gergedanla ilgili önlem almaya yönelik hiçbir düşünce ileri sürülmez.

Giderek herkes hemen hemen tıpatıp birbirine benzeyen bu hayvanlara dönüşmeye başlar ve bütün kurumlar gergedanlaşmaktan paylarını alırlar. Düzenli öbekler halinde gergedanlar, sokak ve caddelerde o garip homurtularıyla kendilerine göre inleme ve öfkeyi andıran marşlar söyleyerek dolaşmaktadırlar. Üstelik önlerine çıkan her şeyi ezerek ve yok ederek.

Geride insan olarak yalnız düzene zaten karşı olan Bérenger ve nişanlısı Daisy kalmıştır. Tüm uyarılarına karşın büyük bir aşkla bağlı olduğu Daisy de gergedanlara katıldığında yapayalnız kalan Bérenger, tek başına kalsa da insan olmayı sürdüreceğini haykıracaktır...

18. İstanbul Tiyatro Festivalinde Théâtre de la Ville-Paris, Emmanuel Demarcy-Mota’nın başarı ile yönettiği Rhinocéros’u sahnelendi.  Bu çok parlak yorumu François Regnault’un sanat danışmanlığına, Yves Collet’nin sahnenin tamamını enine, boyuna ve derinlemesine kullanan görkemli dekor ve ışık tasarımına (oyunun sonuna doğru alacakaranlıkta görünen gergedan figürleri tek kelimeyle olağanüstüydü) olduğu kadar, başta Serge Maggiani (Bérenger), Hugues Quester (Jean) ve Valérie Dashwood (Daisy) olmak üzere kalabalık kadronun üst düzey oyunculuğuna da borçluyuz.

GERÇEK BİR KLASİK

Asıl etkileyici olan ise oyunun, yazılışından 50 küsur yıl sonra hâlâ taptaze kalışından da fazla, ilk okuduğumuz ve izlediğimiz dönemlerdeki avangardist ve gerçeküstücü makyajından sıyrıldığında, Rhinocéros’un olağanüstü çarpıcı ve neredeyse  gerçekçi bir metne dönüşmüş olması.

Rhinocéros, hayvanı, daha doğrusu içimizde uyuyan hayvanı ortaya çıkardıkça çok farklı anlamlara açılıyor ve salt faşizm eleştirisinin çok ilerisinde neredeyse çağının ötesinde bir boyuta geçiyor. İnsanların gruplara, derneklere, çetelere ya da partilere katılmasını ve başkalarının görüşlerine öykünerek onları kendi görüşü gibi benimsemesini koyunluğa özenmesine ya da sürü psikolojisine değil de, daha çok yalnızlık korkusuna bağlıyor.

Gergedan’ın  o korkunç böğürmesi, iğrenç yeşil rengi ve çirkin zırhı önceleri insanların midesini bulandırırken zamanla gergedanlaşma hastalığı bütün ruhları sarıyor ve giderek

herkesin onun gibi olmayı istediği gergedan, neredeyse ilâhi erdemler kazanmaya başlıyor.

Bu kalın zırhlı, iri cüsseli ve yalnız yaşayan hayvan açık alegorinin (totalitarizm, faşizm, kollektivizm, komünizm, nazizm)  veya gizli alegorinin (tanrısal, şeytani) ötesinde sadece kendi kendinin sembolüne dönüşür ve doğal yalnızlığına da sırt çevirerek önüne çıkan her şeyi ezen ve yok eden vahşi ve hızlı bir sürü oluşturur.

En başından beri karşımıza bir anti-kahraman olarak çıkan Bérenger, oyunun traji-komik finalinde bir kahramana dönüşmüş gibi görünse de aslında durum çok farklıdır. Bérenger, insanlık onurunu korumak için değil, çaresizlikten, gergedanlaşamadığı, sürüye katılamadığı için savaşmaya devam etmek zorundadır…

Bir tiyatro yapıtı yazıldığından yıllarca sonra sahnelendiğinde bile insanları uyarabiliyorsa, coşku uyandırabiliyorsa, kalıcı olabilmeyi başarmış demektir. Çünkü iletisi o kadar sağlamdır ki dün tasarlananı bugüne ve de yarına ulaştırabilir. Gerçek ‘klasik’ de budur zaten

Rhinocéros, işte böyle bir klasik. Yeni bir yüzyılda, yeni izleyicileri, yeni yorumlarla heyecanlandırmaya  devam edecek. Oyunda karşılaştığım değerli genç tiyatrocu  arkadaşım Tolga Yeter’le Rhinocéros hakkında uzun uzun konuştuk. Meğer onun da çok sevdiği bir oyunmuş ve yakınlarda sahnelemek istiyormuş. Oyuncu ve yönetmen olarak tanıdığım için Tolga’nın çok ilginç bir Gergedan sahneleyeceğinden eminim. Tabii ki onu da uzun uzun yazarım ama Gergedan sahnelenirse siz beni beklemeden mutlaka izleyin derim. 

Hepinize iyi seyirler.