500 yıl önce Yahudilere kucak açmakla övünüyoruz. Engizisyon Yahudileri kıyımdan geçirirken Osmanlı bu topluluğa yerleşim hakkı tanıdı. Zamanla yayılan Yahudiler, Portekizce, İspanyolca karışımı bir dil geliştirdi. Bu dile Ladino adı verildi. 1950’lerde tırmanan milliyetçi duygular, “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyasına neden oldu. Bu topraklarda otoritenin sözüne en çok kulak veren azınlık grubu olan Yahudiler gerçekten de Türkçe konuşmaya başladı ve Ladino dili öldürüldü.ERGUN BABAHAN
İSRAİL GERÇEK TEHLİKELERLE KARŞI KARŞIYA. ANTİ-SEMİTİZM’İN YÜKSELDİĞİ, DÜŞMANCA BİR BÖLGEDE BULUNUYOR
Tutkulu ve zekice kitabı “Siyonizm Krizi”nde Peter Beinart, zayıflık ve güç etiği arasındaki farkı inceliyor. Beinart; kendini zayıf, dünya tarafından kuşatılmış ve kurban olarak görenlerin, diğerleri üzerindeki etkisi ne olursa olsun, hayatta kalmayı sağlayacak herhangi bir politikayı benimseyeceğini savunuyor. Diğer yandan güç etiği, güçlü olduğunuzu ve kendi çıkarlarınızı desteklemeniz gerektiğini tanır fakat bir sorumluluk kavramı da söz konusudur. Beinart’a göre daha vahimi, kurban olma saplantısının İsrail ve ABD halklarının İsrail’in demokratik bir Yahudi devleti olarak varlığına en ciddi tehdide yoğunlaşmalarına mani olması: demografi. Eğer iki devletli çözüme yönelik bir ilerleme olmazsa, bir noktada İsrail oy kullanma hakkı vermeden milyonlarca Filistinli’yi yönetmeye devam edemeyecektir ve bu noktada artık bir Yahudi devleti olmayacaktır.
Geçmişte Netanyahu hayatta kalma etiğini şiddetle benimsedi. On yıllardır İsrail’in yok olma tehlikesinin an meselesi olduğunu savundu ve bunu 1938’te Yahudiler’e karşı Nazi tehdidiyle karşılaştırdı. Filistin devletine uzun zamandır karşı çıkıyordu ve 1993’te İshak Rabin ve Peres, Oslo mutabakatını imzaladıklarında, o zamanın Dışişleri bakanı Peres’in “Neville Chamberlain’den fena olduğunu” söyledi. O yıl yayımladığı kitapta Netanyahu, Yahudi yerleşimlerini boşaltmanın, Naziler’in deyişiyle “Judenrein” yani “Yahudisiz” bir Batı Şeria ortaya çıkaracağını iddia etti. Kitabını birkaç yıl önce tekrar bastığında, bu cümleler hala metindeydi. O zamandan beri, belki İsrail’e yönelik demografik tehlikelerin farkına vararak, artık iki devletli çözümü desteklediğini söylüyor. Fakat buna yönelik hiçbir şey yapmadı.
İsrail gerçek tehlikelerle karşı karşıya. Anti-semitizm’in yükseldiği, düşmanca bir bölgede bulunuyor. Filistin Otoritesi Başkanı Mahmud Abbas’ın zayıflığı ve Hamas terör grubunun radikalliği, İsrail-Filistin barışının önündeki engellerin birer parçası. Fakat Netanyahu’nun yeteneklerine sahip bir politikacı, bu araziyi geçmenin yollarını bulabilir. Daha büyük sorular şunlar: İsrail tarihinde gerçekten büyük bir figür olmak için bir fırsat görüyor mu? Hayatta kalma dışında bir sebep için gücünü kullanabilir mi?
Ferid Zekeriya
http://www.stargazete.com/yazar/ferid-zekeriya/dunya/netanyahunun-yeni-siyasi-gucu/yazi-571847
İRAN’IN NÜKLEER UZLAŞMAYA ZORLANDIĞI BİR DÖNEMDE, İSRAİL’İN NÜKLEER PROGRAMI DA NİYE KONUŞULMAYA BAŞLANMASIN?
SIR. İsrail’in nükleer gücü, hep uluslararası politikanın tabularından biri oldu. Obama Yönetimi, şimdiye kadar İsrail ile nükleer silahları konusunda yapılan uzlaşılara sadık kaldı.
Ancak haftasonu Haaretz Gazetesi’nde bu konuda enteresan bir yazı çıktı. Savunma muhabiri Amir Oren imzalı makaleye göre, 17 Şubat’ta Ehud Barak, İkinci Dünya Savaşı sırasında atom bombası atılan iki kentten biri olan Japonya’nın Hiroşima kentine gittiğinde kurbanların anısına yapılmış anıtı da ziyaret etti.
Korumaları, Barak’a dünyadaki nükleer silahlarla ilgili haritayı gösterdi. Buna göre İsrail’in 80 nükleer bombası bulunuyordu. İsrailli bakan, herhangi bir yorumda bulunmadı.
SİLAHSIZLANMA. Şimdi İsrailli uzman Oren der ki, Obama kasım ayında yeniden seçilirse Rusya ile sürdürdüğü nükleer silahsızlanma pazarlıkları çerçevesinde İsrail’i de nükleer stoğunu azaltmaya zorlayabilir. Kalıcı barış, uluslararası siyaset eşit ve adil şartlar üzerinde şekillenmeli.
İran’ın nükleer uzlaşmaya zorlandığı bir dönemde, İsrail’in nükleer programı da niye konuşulmaya başlanmasın?
Nilüfer Tekfidan Gümüş
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/20512952.asp
GENEL OLARAK ARAP BAHARI’NIN, ÖZELDE İSE SURİYE’DEKİ DURUMUN ORTAYA ÇIKARDIĞI BÖLGENİN GELECEĞİNE İLİŞKİN BELİRSİZLİKLER TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASINI O KADAR ÇOK MEŞGUL ETMEYE BAŞLADI Kİ, İSRAİL’LE YAŞANANLAR GÜNDEMİN ÇOK ALT SIRALARINA DÜŞTÜ
Türkiye, İsrail seçiminin, ikili ilişkilerin normalleşmesine katkı sağlayacak bir sonuç vermesini arzuluyor. Palmer Raporu’nun açıklanmasından sonra Eylül 2011’de ilan edilmiş olan beş maddelik “tedbir paketi”nin bir bölümünün neredeyse askıya alınmış olması, Türkiye’nin temkinli ama tahrikkâr olmayan tutumunun bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Zira Türkiye bu pakette yer alan “Mavi Marmara olayının Uluslararası Adalet Divanı’na götürülmesi” hususunda bugüne kadar tek bir adım atmadı. Yine pakette yer alan “Doğu Akdeniz’de seyrüsefer serbestisini temin etmek için her türlü tedbirin alınmasıyla” ilgili olarak mümkün olduğunca soğukkanlı davrandı. İsrail donanmasının bazı yardım gemilerini zorla durdurarak, kendi limanlarına çekmesine ses çıkarmadı. Gazze’ye yapılan İsrail saldırılarına karşı Dışişleri Bakanlığı’nca dile getirilen rutin tepkilerin ötesinde bir adım atılmadığı gibi, evvelce İsrail’le ilişkilerin normalleşebilmesi için bir ön şart olarak tespit edilmiş olan “Gazze ablukasının kaldırılması” konusunda da planlı bir girişim başlatılmadı. Dahası, genel olarak Arap Baharı’nın, özelde ise Suriye’deki durumun ortaya çıkardığı bölgenin geleceğine ilişkin belirsizlikler Türkiye’nin dış politikasını o kadar çok meşgul etmeye başladı ki, İsrail’le yaşananlar gündemin çok alt sıralarına düştü.
Türkiye’nin İsrail’le ilişkiler konusundaki bu sabırlı tutumu, sonbaharda kurulacak yeni İsrail hükümetinde barış yanlılarının çoğunluğu oluşturmaları durumunda iki ülke ilişkilerinde yeni bir sayfanın açılabileceğini akıllara getiriyor. Elbette bu yeni sayfa ancak İsrail’in Mavi Marmara olayı dolayısıyla Türkiye’den resmen özür dilemesi ve saldırıda hayatını kaybedenlerin ailelerine, yaralananlara ve kötü muamele görenlere tazminat ödemesiyle açılabilir. Bu iki talebin karşılanması halinde, Türkiye’nin üçüncü ön şartı olan Gazze ablukası konusunda geri adım atması söz konusu olabilir. Diğer taraftan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun TBMM kürsüsünden dile getirdiği gibi Türkiye’nin Arap Baharı’na öncülük etmesi gerçekten bir dış politika önceliğiyse ve önümüzdeki dönemde dış politikamız Arap Baharı’na endeksli olarak şekillenecekse, Arap dünyasındaki itibarını yüksek tutmak adına Ankara’nın bir süre daha İsrail’le gergin ilişkiler yürütmeyi tercih edebileceği de unutulmamalıdır.
Çagrı Erhan
http://www.turkiyegazetesi.com.tr/makaledetay.aspx?id=534450
LAİKLİĞE, BATI’YA YÖNELİŞE, MODERNLEŞME MERAKINA RAĞMEN BU ÜLKEDEKİ EGEMEN ANLAYIŞIN HÂLÂ ‘TEK DİN’, ‘TEK MEZHEP’ ÜZERİNDEN ŞEKİLLENDİĞİNİ BU ÜLKEDE YAŞAYAN AZINLIKLAR BİLİYORLAR
Türkiye’de tekçilik o kadar köklü ki onu eleştirmeyi hedefleyerek yola çıkanlar bile bir süre sonra (farkında olarak veya olmayarak) onun etki alanına giriyorlar.
Cumhuriyette resmi olarak ‘tek din’ söylemi yoktu ama birçok alandaki uygulamalar tamamen ‘tek din’ciydi: 1920’li yıllarda başlayan ‘ekonominin millileştirilmesi’ uygulaması bir anlamda ‘ekonominin Müslümanlaştırılması’ydı. Çünkü ekonomik alanda etkili olan Hıristiyanlar ve Yahudiler Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıydılar ve resmen Türk bile sayılabilirlerdi ama Müslüman değillerdi, asıl ayırt edici özellikleri oydu.
Ekonomi bu şekilde ‘milli’leştirilirken, paradoksal şekilde, Müslüman dindarlar da merkezden dışlandı. Bu ülkedeki Türk, Müslüman ve Sünni kimliklerini taşıyan geniş çoğunluğun memnuniyetsizliklerini ve hissettiği baskıları ise ayrıca incelemekte yarar var. Bu geniş çoğunluk, sürekli kendi kimlik bileşiminin sistem tarafından öne çıkartılmasını acaba ne ölçüde samimi buluyor?
Büyük resme baktığımızda, ‘tek bayrak’, ‘tek vatan’, ‘tek millet’ söylemine ‘tek din’in eklenmesi, bir gerçeği tespit etmekten öte bir anlam taşımıyor. (Hâlâ Vakıflar Kanunu’nun bu ülkenin Hıristiyan ve Yahudi yurttaşlarını ‘yabancı’ diye nitelemeye devam ediyor olması bunun en net örneği.)
Ne olursa olsun, Başbakan’ın dilinin sürçtüğünü söylemesi iyi oldu. Hatta biraz iyimser bakmayı deneyelim: Belki de memleketimizin ‘tekçi’ bir eğitim sistemiyle yetişmiş olan bürokratları, idarecileri bir tereddüde düşebilir ve “Acaba devletin tekçi felsefesinde bir değişiklik mi oluyor” diye düşünebilirler.
Laikliğe, Batı’ya yönelişe, modernleşme merakına rağmen bu ülkedeki egemen anlayışın hâlâ ‘tek din’, ‘tek mezhep’ üzerinden şekillendiğini bu ülkede yaşayan azınlıklar biliyorlar.
Dünya da biliyor.
Biz de kendimizi kandırıyoruz...
Sorun sürüyor.
Oral Çalışlar
SEFARAD KADINLARININ BİRBİRLERİNE OLAN BAĞLILIĞI, GENÇ KADINLARIN ANNELERİNE GARSONLAR GİBİ HİZMET ETMELERİ VE ONLARA GÖSTERDİKLERİ SEVGİ, SAYGI HOŞUMA GİTTİ
Önceki sabah, çam ağaçlarının gölgesinde yazımı yazarken üstünde Şişli Belediyesi yazan bir otobüs ve bir dizi otomobil yaklaştı Ümraniye Trabzon Park’taki Eyüboğlu Cafe’nin önüne.
Otobüsten ve otomobillerden inen kadınların hepsi doluştu bahçeye. Meğer brunch rezervasyonları varmış!
Kimler bu kadınlar diye sorduğum kafenin sahibi Sacit Eyüboğlu, “Daveti organize edenlerden birini getireyim de o bilgi versin sana” deyip gitti ve biraz sonra, yanında İzabella Kandiyoti, Luiza Uçki ve Sara Kuzir adlı üç kadınla geldi.
Kökleri, İspanya’dan kovulunca Osmanlı’nın sahip çıktığı Musevilere dayanan Sefarad kadınlarından Luiza Uçki, bir araya gelmelerinin sebebini şöyle anlattı:
“Anneler Günü’nü herkes ailesiyle geçireceği için birbirini tanıyan insanlar ve aileler olarak bir araya gelip, bu önemli günü bir arada kutlamak istedik. Sağ olsun Şişli Belediye Başkanı Sayın Mustafa Sarıgül de bize otobüs tahsis etti, İstanbul’un iki yakasındaki Sefarad kadınları olarak bir araya geldik. Bugün annelerimiz oturup brunch’ın tadını çıkaracak, bizler de kızları olarak servis elemanı gibi hizmet edeceğiz onlara.”
Sefarad kadınlarının birbirlerine olan bağlılığı, genç kadınların annelerine garsonlar gibi hizmet etmeleri ve onlara gösterdikleri sevgi, saygı hoşuma gitti.
Ali Eyüboğlu
http://cadde.milliyet.com.tr/2012/05/10/YazarDetay/1538324/magazinsel-palavralar
PEKİ ALATON; MASONLARI, KOMÜNİSTLERİ VE YAHUDİLERİ BU ÜLKENİN DÜŞMANLARI GİBİ İŞARETLEYEN “KIZIL PENÇE” DİYE BİR OYUNU, GENÇLİĞİNDE “MAS-KOM-YAH” ADIYLA SAHNELEYEN BAŞBAKAN'I VE PARTİSİNİ İSTİKRARLI BİÇİMDE DESTEKLERKEN NEYE YAZILIYOR?
İshak Alaton, devletimizin ve ihtimal milletimizin önemli bir bölümünün "yerli yabancı" olarak gördüğü önemli bir işadamı. Kendi ifadesiyle "devletine hayran" CHP üyesi bir babanın ve Varlık Vergisi saldırısından kemanını Müslüman komşusunda saklayarak kurtarmaya çalışan bir annenin oğlu. 1927 yılında İstanbul'da doğmuş, 23 yaşındayken gittiği ve kaynak işçiliği yaptığı İsveç'ten, zihni dünyasını yeniden inşa etme boyutlarında etkilenmiş biri.
1950'lerin ilk yarısında kurulurken "alım-satım (AL), araştırma-geliştirme (AR) ve komplo tesisler kurma (KO)" olarak belirlenen başlangıç faaliyetlerinin kısaltmasıyla adlandırılan ALARKO Şirketler Topluluğu'nun Yönetim Kurulu Başkanı.
2001 yılında bir cinayete kurban giden dostu ve ortağı Üzeyir Garih ile kurduğu ALARKO, bugün Türkiye'nin büyük grupları arasında yer alan İshak Alaton, sempatik üslubu, açık sözlülüğü ve yaklaşımlarıyla daima ilgi görmüş bir sanayici. Misal, devletin gayrimüslim vatandaşlarına karşı ayrımcı yaklaşımını "en şiddetli İttihatçılar" olarak tarif ettiği "Selanikli dönme Yahudiler'e" bağlayacak düzeydeki fikirlerini kamuoyundan esirgemiyor. Gayrimüslim vatandaşları etnik olarak "Türkleştirme" çabalarının mimarlığını, bir başka Yahudi vatandaşa, Munis Tekinalp'e atfediyor.
...
Peki Alaton; masonları, komünistleri ve Yahudileri bu ülkenin düşmanları gibi işaretleyen “Kızıl Pençe” diye bir oyunu, gençliğinde “Mas-Kom-Yah” adıyla sahneleyen Başbakan'ı ve partisini istikrarlı biçimde desteklerken neye yazılıyor?
“Türk burjuvasisi her zaman sahip olduklarının kimin sayesinde olduğunu unutmadı ve hiçbir zaman ona ihanet etmedi” de diyor Alaton. Geçmişten bugüne tanık olduğumuz tabloya bakıp da karşı çıkabilir misiniz!
Bu dönem; adil olmaya, artık çokça örneğini gördüğümüz “kullanışlı” 28 Şubat eleştirilerinden daha riskli, ama çok daha “değerli” bir vasıf da kazandırdı.
Ahmet Hakan'a mektubunda Latince “Mea culpa” (benim hatam), “Lapsus linguae” (dil sürçmesi) ve “Errare humanum est” (hata insana özgüdür) ifadelerini kullanmıştı Alaton.
Bir de “homo homini lupus” var.
İnsan insanın kurdudur!..
Doğan Akın
http://t24.com.tr/yazi/musiadci-bir-tusiad-uyesi-olarak-ishak-alaton/5101
BU TOPRAKLARDA OTORİTENİN SÖZÜNE EN ÇOK KULAK VEREN AZINLIK GRUBU OLAN YAHUDİLER, GERÇEKTEN DE TÜRKÇE KONUŞMAYA BAŞLADI VE YÜZYILLARIN BİRİKİMİ OLAN LADİNO DİLİ ÖLDÜRÜLDÜ
Türklük kimliği steril bir Sunni Müslümanlığı üzerine kuruldu. Bu yüzden, Boşnakların, Türk kökenli olmamalarına rağmen Türkiye’ye göçüne Müslüman kimliği nedeniyle izin verilirken, Türk kökenli Gagavuzlar, Hıristiyan kimlikleri nedeniyle dışlandı.
Cumhuriyet rejimi, Müslüman olmayan kesimler için İttihatçı politikaları aynen benimsedi.
Bunun sonucunda, Kemalist Müslümanlık çizgisi dışında kalan toplum kesimleri baskı altına alınırken Müslüman olmayan toplumlar ağır baskı altına alındı.
Devlet, gayrimüslim kesimi, dini inancı nedeniyle doğrudan düşman gördü.
Bunun sonucunda yalan bir haberle başlatılan yağma sonucu İstanbul’un kalan Rumları göçe zorlandı. Böylece Lozan Anlaşması’nda mübadele kapsamına sokulamayan Rumlardan kurtulunmuş oldu.
Varlık Vergisi ile gayrimüslimlerin malvarlığına elkonuldu.
Sonunda 3-5 misyoneri bile tehdit gören bir anlayış egemen hale geldi.
Basın bu anlayışın gelişip güçlenmesinde, gayrimüslimin ötekileştirilmesi konusunda kilit bir rol oynadı, eğitim sistemiyle birlikte.
...
500 yıl önce Yahudilere kucak açmakla övünüyoruz. Her fırsatta bu konu gündeme getiriliyor.
İspanya Engizisyonu, Yahudileri acımasızca kıyımdan geçirirken Osmanlı, bu topluluğa Selanik merkezli olarak yerleşim hakkı tanıdı.
Zamanla imparatorluğun her yanına yayılan Yahudiler, Portekizce, İspanyolca karışımından bir dil geliştirdi. Sadece bu coğrafyaya özgü bu dile Ladino adı verildi.
1950’lerde tırmanan Kıbrıs meselesiyle azdırılan milliyetçi duygular, “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyasına neden oldu.
Bu topraklarda otoritenin sözüne en çok kulak veren azınlık grubu olan Yahudiler, gerçekten de Türkçe konuşmaya başladı ve yüzyılların birikimi olan Ladino dili öldürüldü.
Ergun Babahan
http://www.stargazete.com/yazar/ergun-babahan/politika/ruhban-okulunda-bir-ogle-yemegi/yazi-573112
“YAHUDİ EVLERİNİN DİĞER AZINLIKLARIN YAŞADIKLARI EVLERDEN FARKLI OLARAK TİPİK ÖZELLİĞİ EVE MENORAYI TEMSİLEN YEDİ BASAMAKLI BİR MERDİVENDEN ÇIKILMASI İLE APARTMAN ÖNLERİNDE DE MENORAYI TEMSİL EDEN YEDİ KOLLU BİR ŞAMDAN FİGÜRÜ OLARAK KENDİNİ GÖSTERİR. KİMİ EVLERDE İBRANİ TAKVİMİNE GÖRE DE EVİN YAPILIŞ TARİHİ YAZMAKTA, HATTA BAZI EVLERDE TARİHİN BULUNDUĞU BÖLÜMÜN İZİ VE MEZUZA İZLERİ DE DURMAKTADIR.”
Bir de Edirne gezisi yapanlar bilir, şehir bir sur içindedir, saray surun dışına düşüyor. Normal batılı bir şehirde saraylar sur içinde ve merkezinde yer alır ama Edirne şehrinde saray surların dışında. Onu da gezerken kalıntılara ve eskiden burada yaşamışların anılarına bakarken tahminlerde bulundum, çünkü sur içinde yaşayan ahalinin büyük çoğunluğu Yahudi inançlı ve Rum vatandaşlarımız, ne yazık ki bugün onlardan geriye kalan ancak iki kişi, diğerleri sanki buharlaşmış gibi.
Yakın tarihimiz içinde 1934’daki “Trakya olayları” ile karşılaşırsanız bu buharlaşmanın sebebi ile karşılaşırsınız. Peki, bu olaylar nasıl başlamıştır? Onun için önce yasa yapan devletimizin yaslarına bakmak yeterlidir, önce yasa yap, sonra uygula, her şey yaslara uygundur.
27 Nisan 1934 tarihli İskân Kanunu Muvakkat Encümeni Mazbatasında şunlara yer verilmekteydi: “…Maksat, bunların süratle anadillerini unutması, Türklerle karışması olduğundan, büyük köylerde bir mahallede veya birbirine komşu ve kolaylıkla toplanır bir yerde olmamak şartıyla oturtulmalarında beis görülmemiştir.”
Dönemin Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya da, 1934’teki kanunun maksadını şöyle açıklamıştır: “Bu kanun tek dil konuşan, bir düşünen, aynı hissi taşıyan bir memleket yapacaktır.”
1934 Trakya Olayları ile Yahudiler de oradan sürülmüş ve birçok köy-ev sahipsiz kalmıştı. Birçok sahipsiz çocuk, rejimin yılmaz bekçileri olmaları amacıyla subaylar, mebuslar, bürokratlar tarafından kölelikle evlatlık arası bir “şey” olarak alınıp yetiştirilirken, şok ve dehşet politikası yurdun genelinde varlığını sürdürüyordu.
Edirne gezisi sırasında “Yahudi evlerinin diğer azınlıkların yaşadıkları evlerden farklı olarak tipik özelliği eve Menorayı temsilen yedi basamaklı bir merdivenden çıkılması ile apartman önlerinde de Menorayı temsil eden yedi kollu bir şamdan figürü olarak kendini gösterir. Kimi evlerde İbrani takvimine göre de evin yapılış tarihi yazmakta, hatta bazı evlerde tarihin bulunduğu bölümün izi ve Mezuza izleri de durmaktadır.” Sözleri kulağıma çınladı. Bunları gözüm aradı ve elbette azda olsa gördüm. Bu arada eski ve yıkılması ve yok olması için elden gelen her şey yapılmış olan bir sinagog’un yeniden ayağa kaldırılma çalışmasına şahitlik ettim, acaba bu sinagog bittiğinde Yahudi inancı ile ne kadar ilişki içinde olacak diye kuşkumu gizleyemedim…
Kaleiçi yukarıdaki sözlerimden anlaşılacağı üzere bizim için azınlık Edirne için çoğunluk vatandaşlardan oluşuyordu. Tarihin nüfus hareketi orada büyük dramların ve acıların yaşanmasına sebep olmuş, bugün onların sonuçlarını görmekteyiz.
İsmail Cem Özkan
Netten okumalar
GERÇEK BİR KAHRAMANIN ANISINA
Wallenberg, gayet emniyette olabilirdi, varlıklı kalabilirdi. İsveç'te bankacılıkla uğraşan aristokrat bir aileden geliyordu. Hayatta başarılı olmak kaderi gibiydi. Fakat kahraman olup binlerce yabancının hayatını kurtarmak onun kaderi değildi, seçimiydi. 1944 baharında Batı dünyası soykırımın korkunçluğunu fark etmekteydi. Auschwitz kampından tanıkların doğrulanan hikâyeleri ortaya çıkıyordu. ABD, Savaş Sığınmacıları Kurulu'nu (WRB) kurdu. Kurulun amacı Yahudileri kurtarmaktı. WRB'nin İsveç'teki temsilcileri, Budapeşte'de kurtarma operasyonunu yönetecek birini arıyorlardı. Raoul Wallenberg bu operasyonu yönetmeye ve Hitler'in Mart 1941'deki işgalinin ardından kurulan Nazi ölüm kamplarındaki Yahudileri kurtarmaya karar verdi.
Kiss Gàbor Macaristan Başkonsolosu
Moshe Kamhi İsrail Başkonsolosu
Torkel Stiernlof İsveç Başkonsolosu
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1284993&title=yorum-gercek-bir-kahramanin-anisina
İSRAİL İZLENİMLERİM - GÜÇLÜ KARAVELİOĞLU
İsrail’de yaptığın işi, kazandığın parayı açık etmeme gibi genel bir anlayış var. İnsanların giyiminden, kuşamından, kullandıkları arabadan, yaşadıkları evden, sahip oldukları güç ve zenginliği tahmin etmek mümkün değil. Üzerinde tabela bile olmayan, içi dağınık, pis ve bakımsız dükkan ve binaların içinde ne kadar büyük ciroların döndüğüne inanamazsınız. Ancak son ziyaretlerimde daha çok lüks araba görmeye başladım. Bazı şeyler İsrail’de de değişiyor sanırım.
http://orta-dogu.blogspot.com/2012/04/israil-izlenimlerim.html
http://orta-dogu.blogspot.com/2012_05_01_archive.html
BUNLARA İNANMAK İÇİN NE KADAR SAF OLMAK GEREKİR? - OHAD AVİDAN KAYNAR – İsrail Başkonsolos Yardımcısı
http://israilblogu.com/2012/05/10/bunlara-inanmak-icin-ne-kadar-saf-olmak-gerekir/
GÜLEN CEMAATİ VE GAYRİMÜSLİMLER – ORHAN KEMAL CENGİZ
Netten seyredin
LADINO: TORTA DE SHOKOLATA
http://www.youtube.com/watch?v=Ykvu2W8B9Ik&feature=relmfu