“... gerçeklikle olan tüm bağlantısını kopardı çünkü gerçeklik, mümkün olanın yağmalanmasıydı.”
Bazen sadece olasılıkları, imkânları düşünerek mutlu olabilir insan. Uzun zamandır birinden hoşlanıyorsunuzdur ve sadece hayallerinizde bu sevgiye karşılık alabildiğiniz için ona duygularınızı açmayı erteliyorsunuzdur. Çünkü karşısına çıkıp kalbinizde biriktirdiklerinizi ona söylerseniz, sonsuz olasılıklar içinden sadece biri gerçekleşecek ve diğerleri de iptal olacak. “Ama benim bir sevgilim” var dediğini düşünün... Hep hayalini kurduğunuz, sıcak bir yaz akşamı el ele sahilde yürüme olasılığınız bir anda çöp tenekesinde bulmaz mı kendisini? Veya... artık son sahnelerin oynandığı bir ilişkiniz vardır; çok canınız yansa, gücünüz tükenmiş olsa bile bir türlü ayrılık konuşmasını yapamazsınız. Çünkü hâlâ her şeyin düzelebileceği olasılığına sıkı sıkı tutunur bir eliniz, bu imkânın varlığı rahatlatır sizi ve sona gelmiş olduğunuzu gönül rahatlığıyla inkâr etmenizi sağlar.
Bazen sadece bir karar almaktan kaçmak için olasılıklarla oynarız, imkânların evreninden çıkmak istemeyiz. Tüm olasılıklara eşit mesafede durduğumuz o korunaklı bölgeyi terk etmek istemeyiz. Çünkü vereceğimiz karar bizi, herşeyi hayal gücümüzle yönettiğimiz o güçlü konumdan çıkaracak ve gerçeklik dünyasına fırlatacak ve kararımız doğrultusunda ilerlemeye mecbur bırakacaktır.
Hayatınızda önemli kararlar vermeniz gerektiği zamanları bir düşünün... Olasılıklarla yatıp kalktığınız günleri... Her olasılığı daha da detaylandırarak tekrar tekrar zihninizde canlandırdığınız anları... Delirmeye ramak kaldığını sandığınız geceleri... Ve yine kaldığınız yerden olasılıkların cümbüşüne uyandığınız sabahları... Bu çıkmazda kalmanın aslında bir açıdan büyük bir keyif olduğunu şimdi fark edebiliyor musunuz? Hiçbir şey gerçekleşmiş değil, hiçbir seçim yapmış değilsiniz ve dolayısıyla hiçbir sorumluluk yüklenmemiş omuzlarınıza. Sadece bir oyun oynuyorsunuz: O mu, bu mu oyunu... Bunu bazıları çıldırtıcı bulabilir. Olasılıkların sonsuzluğu baş döndürücüdür gerçekten... Ama bu oyundan zevk almasını bildiğinizde, sanki zaman durur ve hep reklamı yapılan ‘şimdi’de kalırsınız. Çünkü ne ileri ne geri gidebilirsiniz. Tam o anda durmuşsunuzdur. Ve o ‘şimdi’ genişler her olasılıkla, iyice yayılır ve hem geleceği hem de geçmişi etkisi altına alır. Şimdide kalmaktan başka çareniz yoktur: ne geçmişin sorumluluğunu ne de geleceğin bilinmezliğini kaldırabilirsiniz o noktada... Sadece olasılıklar vardır ve olasılıkların sarhoşluğuyla kaybolmak üzeresinizdir.
Estetik Varoluş ve Baştan Çıkarıcının Günlüğü
Büyük hayranı olduğum Danimarkalı düşünür Soren Kierkegaard, varoluşun üç etabından bahseder: estetik, etik ve dinsel. İşte bu olasılıklarla oynadığımız, bir karar vermekten kaçındığımız, sadece o anın keyfine kendimizi teslim ettiğimiz etaba Kierkegaard estetik etap diyor. Burada etik bir kararın ağırlığını hissetmeyiz, bir çatışma yoktur, vicdan muhasebesi yoktur. Estetik etaptaki kişi, hayalinde canlandırdığı her olasılıktan keyif alır ve kendisini buraya sıkıştırır. Gerçeklikle ilgilenmez. Sadece haz aldığı şeylerin peşindedir, bağlayıcı kararların hazzı öldürdüğünü düşünür. Hep ilginç olanı arar, sıkıcılıktan kaçar. “Her seçim bir kaybediştir” der estetik etaptaki kişi ve bu yüzden de seçim yapmayı reddeder. Bu varoluş etabındaki kişinin bir portresini çizmek için Kierkegaard, Johannes takma adı ile ‘Baştan Çıkarıcının Günlüğü’nü yazar. Johannes, kendinden genç Cordelia adlı genç ve masum bir kızı yavaş yavaş baştan çıkarmaya girişir, bunu kendisine görev edinir ve bir an bile hedefinden sapmaz. Kıza gerçekten aşık olduğunu vurgulasa da Johannes’in asıl amacı aşkın erotik gücünden sonuna kadar faydalanmak, Cordelia’nin kadınlığını uyandırmak, baştan çıkarılmanın zevkine varmasını sağlamak ve nihayet nişanlanmaktır. Fakat toplumsal hayat kurallarınca, sonraki adım olan evliliği asla gerçekleştirmemektir bu oyunu ilginç kılacak olan. Johannes planını öyle uygulayacaktır ki, Cordelia bu nişanı bozmak isteyen taraf olacaktır. Tabii 1840’lardan bahsediyoruz... Danimarka bile olsa, o dönemlerde genç bir kızın nişan bozması epey büyük bir skandal olarak görülüyordu. Buna rağmen Johannes, Cordelia’yı bu noktaya getirmek istiyor. Cordelia’nın içindeki gücü uyandırmak için yaptığını söylüyor bunu: Aşkın ne demek olduğunu Johannes ile anlayacak olan Cordelia, bir erkeği etkisi altına almanın tadına varınca kadınlığının gücünü de keşfetmiş olacak. Ama Johannes’e daha da bağlanacak bu süreç içinde. Ve Johannes’in planı bu noktada ikinci aşamaya geçecek: Cordelia’ya özgürlüğünü vermek. İkisi de özgür olduklarında ancak birbirlerine ait olacaklar Johannes’e göre. Bu yüzden de bütün bağlılıklarından, toplumsal kurallardan arınmaları gerek. İşte tam burada Johannes’in Cordelia’yı evlilik kararını bozmaya doğru cezbetmesiyle devam edecektir oyun. Ve Johannes bunu başarır. Cordelia’dan ‘herşeyi’ aldıktan sonra, onu terk eder. Aşk ancak karşı taraftan bir direnç görüldükçe güzeldir Johannes’e göre; tamamen teslim olunduğunda aşk alışkanlığa ve güçsüzlüğe dönüşür, ki bu da estetik varoluş etabında ‘sıkıcılığa’ tekabül eder. Günlüğün ilk sayfalarında neredeyse okuyucuyu da Cordelia’ya duyduğu aşkla baştan çıkaran Johannes, son sayfalardaki sözleriyle okuyucuda büyük bir rahatsızlık uyandırır. Hayalini kurduğu, peşinden aylarca sürüklendiği olasılığı gerçekleşen Johannes, konuyu tam orada kapatır ve Cordelia’yı bir daha asla görmeyeceğini söyleyerek günlüğüne son verir. Kitabın başına yerleştirilen Cordelia’nın Johannes’e bu olaydan sonra yazdığı mektuplara döner okuyucu ve gerçekten de Cordelia’nın o mektuplarda hayattan kazık yiyerek olgunlaşmış genç bir kadın olduğunu fark eder. Johannes’in planı kusursuz işlemiştir... Ama tüm bunlara değer miydi diye de sormadan edemez okuyucu... Tüm yapılanın ‘etik’ boyutunu sorgular, vicdanı sızlar. Johannes estetik varoluş etabında kalır ama biz okuyucular, bir üst etap olan etik varoluş etabına geçmek isteriz... Çünkü burada yanlış bir şeyler vardır... Verilen bir sözün ve bir kararın sorumluluğundan kaçmanın öteki üzerinde bıraktığı derin yara vardır... Ve bu, canımızı acıtır.
Regine Olsen ve Bozulan Nişan
Aslında Baştan Çıkarıcı Johannes takma adını kullanarak yazan Kierkegaard’ın da canı acımaktaydı. 1837 yılında yirmi dört yaşındayken, on dört yaşındaki Regine Olsen ile ilk kez karşılaşan Kierkegaard ona hemen aşık olmuştu. Çift 1840 yılında nişanlandı. Kierkegaard doktora tezini tamamlamış, Devlet Kilisesindeki eğitiminin sonuna gelmişti. Kamusal hayata atılıp sorumluluk almaya hazırdı artık. Fakat 1841 yılında, yani nişandan tam bir yıl sonra ayrıldı genç çift. Babasını da aynı dönemde kaybeen Kierkegaard’ı derin bir melankoli rehin almıştı. Regine’ye olan sevgisini yitirmemiş olmasına rağmen, evlilik fikri onu iliklerine kadar korkutuyor; aile kurmak ve baba olmak gibi sorumluluklardan kaçmak istiyordu. Bozulan nişanın akabinde Kierkegaard Berlin’de almıştı soluğu: Sadece yazacağı ve Schelling’in derslerine katılacağı aşırı üretken bir dönem onu bekliyordu. Regine ise henüz on sekiz yaşında ortada kalakalmıştı. 1843 yılında yayınlanan Baştan Çıkarıcının Günlüğü’nü, Kierkegaard’ın Regine Olsen’e ithafen yazdığı söylenir. Regine’nin adını kurtarmak için Johannes gibi bir kılığa bürünüp, bozulan nişanın suçunu üstüne almak için ve Regine’yi kendinden daha da uzaklaştırmak için yazılmıştır bu kitap sanki... Yani aslında Kierkegaard, estetik varoluş etabındaki Johannes’i aşmış, etik varoluş etabına geçmiştir ve bu, onu neredeyse duraksız yazmaya itmiştir yaptıklarının suçunu üstlenme arzusuyla...
Estetik varoluş etabı, anlık hazların peşindeyken ve kendisini şimdiye hapsederken, etik varoluş sonsuza ve evrensele ulaşmayı hedefler. Toplumu ve ahlakı kuran etik kurallara değer verir. Özgür olmanın bize yüklediği sorumluluklarımız vardır ve bunlardan kaçmak çözüm değildir. Aksine her yeni güne, bu sorumluluklar ışığında ‘hazırım’ diye uyanmaktır etik varoluş: Yani bir adanmışlıktır, bir sözü yerine getirmektir. Etik varoluştaki birini tanıtmak için kullandığı Wilhelm takma adıyla yazdığı yazılarda Kierkegaard, estetik varoluş etabının çıkmazlarını ele alır ama asla eleştirmez. Çünkü bunlar birbirlerini tamamlayan etaplardır. Fakat kişiliğin kurulması etik varoluş etabında gerçekleşir. Çünkü bizi olduğumuz kişi yapan şey kararlarımız ve seçimlerimizdir. İşte o karar anları, uğrunda öleceğimiz ya da hayatımızı adayacağımız hakikatin açımlandığı anlardır... Hayatın dağınık anları tam da bu kararlarda ve seçimlerde bir araya toplanır ve bir bütünlük hissi verir. Her seçim bir kaybediş değildir belki de, çünkü her seçimle kendimizi kazanırız aslında. Evet, olasılıklardan feragat etmek zorunda kalırız, ama bir karar vermiş olarak kendimizi de ortaya koymuş oluruz. Günlerce oturup içimizde biriktirdiğimiz duyguları nasıl söyleyeceğimizin hayalini kurmak yerine, cesareti toplayıp “seni seviyorum” demenin sonuçlarına hazır olmanın ayrı bir keyfi vardır... Bizi ilerletir... Aynı şekilde, kaçınılan ayrılık konuşması örneğinde de aynı şey söz konusudur... Bir defteri kapatabilmenin gücüyle yeni olasılıklara açılırız. Evet, bir grup sonsuz olasılık iptal edilmiş olur ama bir başka grup sonsuz olasılık hâlâ bizi beklemektedir. Özgürlüğün sorumluluğu, karar verebilmenin sorumluluğu budur: Gerçeklikle muhattap olur, imkân gruplarını bir bir öldürmektir. Mümkün olandan çalmaktır seçim yapmak ama bizi ‘kişiliğimize’ kavuşturacak olan budur. Katettiğimiz yolu görmemizi sağlayan, yaptığımız seçimlerdir...
Kierkegaard’ın çok meşhur Korku ve Titreme adlı kitabında yeniden ele aldığı Avraam ve İshak hikâyesinde ‘dinsel’ varoluş etabını nasıl açıkladığını ise diğer yazıya bırakalım derim... Bir ipucu: Orada da, hâlâ sevdiği (belki de hayatı boyunca sevdiği tek kadın olan) Regine Olsen’le ufak bir hesaplaşması vardır...