Sanatçılar ve sergi küratörleri Jasmine Taranto ve Lara Fresko ile sıcak bir sohbet gerçekleştirdik.
Bundan yaklaşık bir yıl önce ortaya atılan bir fikir hayal iken adım adım ilerleyerek gerçek oldu… ‘Bir Mekânın Tüketilme Denemesi’ eski hamursuz fırınının üst katında her biri farklı mecralarda çalışan Sibel Horada, Eytan İpeker, Reysi Kamhi ve Neşe Nogay’ın işlerini bir araya getiriyor. Sergi, 29 Mart–20 Nisan arasında izleyicileri paylaşmaya davet ediyor.
Bu serginin küratörleri olarak aylardır yoğun çalışmanızın sonunda istediğiniz sonucu alabildiniz mi?
L.Fresko: Bu proje üzerinde çalışırken bütün amaçladığımız sonuçların ötesinde bir şey oldu, beraber yaratmayı öğrendik. Daha önce hiçbirimiz birbirimizi çok iyi tanımazken aramızda o kadar güzel bir dinamik oluştu ki... Sonuçta ortaya çıkan sergi, bu grubun neredeyse bir yıldır sürekli konuşmasının bir sonucudur. Nitekim sonlara doğru küratör sıfatını Jasmine ve bana indirgemek istemedik, çünkü bu gruptaki herkesin küratör olarak bir payı var sergide. Örneğin Neşe Nogay’ı bize tanıtan Reysi idi ve o bu serginin çok önemli bir parçası.
J.Taranto: Sergimizin bu derece tatmin edici olmasının ana nedenlerinden biri gerçek bir bütünleşmeden doğmuş olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Serginin her aşamasında iş paylaşımıyla beraber, fikirlerimizi, ifade etmek istediklerimizi ve ihtiyaçlarımızı her an her zaman birbirimizle paylaştık. Musevi Cemaati’nin projemizi desteklemiş olması bizi çok mutlu etti ve gururlandırdı. Umarım böyle projelerin devamı da olur.
Reysi, serginiz George Perec’in ‘Bir Paris semtinin tüketilme denemesi’ kitabından yola çıkmış. Yazar Paris’te bir cafede insanları inceleyerek notlar almış. Bu sergiyle nasıl bir gönderme yaptın? Üretim aşamasında neleri mesele edindin?
R. Kamhi: Perec, Paris’te bir ‘cafe’de, sıradan olayları ve kişileri inceleyerek aldığı notlarından hareketle, o mekâna dair her şeyi tüketmeyi aslında kaydetme eylemi üzerinden gerçekleştiriyor. Çünkü kaydedildikleri andan itibaren, nesneler, durumlar ve kişiler birer hatıraya dönüşüyorlar. Ben de ‘evhane’ yerleştirmemde, Perec’in bu tüketme ve hatırlama pratikleri üzerinden bir ilişki kurmayı hedefledim. Üç odalı bir ev olarak oluşturduğum bu mekânda, emlak sitelerinden almış olduğum ev görüntülerini yeniden kurguladım. Evlerini kiralamaya veya satışa sunan ev sahiplerinin bize tanıdık gelen eşyalarını gördüğümüz bu resimlerle, halı ve duvar kâğıdı gibi unsurlarla düzenlenmiş ‘evhane’nin sıcak atmosferi ile birleşti. Bu sebeple, benim için bu mekân, içindeki tüm detaylarıyla bir ‘hafıza mekânı’nı temsil ediyor.
Emlak sitelerinin aslında gerçeği göstermeyen görselliklerinden yola çıkıp, bir dönem yaşanmışlıkları sergileyen tuvallerinde, odalardaki hatıralarla bizleri ağırladın, geçmişi onurlandırdın. İzleyicilerin tepkisi nasıl? Bundan sonraki projelerin neler olacak?
R.Kamhi: Modern kentin yapı taşlarıdır evler; insanların kendi kültürlerini, yaşam biçimlerini yansıtan da yine evlerdir. Yabancılara yani misafirlere ev sahipliği yapan evler gibi ‘evhane’ de hamursuz fırınına gelen izleyicileri ağırlamakta. İzleyiciler, sanki kiralık bir evi ziyarete gelmiş gibi bu mekânın misafirleri oluyorlar. Evhane projesiyle paralel giden ve halen devam etmekte olan başka bir projem ise kaybolmakta olan meslekler serisi. Mekânlara özgü değişimin sıklıkla yaşandığı şu günlerde pek çok meslek de ne yazık ki kaybolmakta. Bir kayıt öğesi olarak tuval üstüne gerçekleştirmiş olduğum resimlerde hafızamızdan silinmeye başlayan bu alana dair bir hatırlama pratiği kurmayı hedefliyorum. Ekim ayında Pg Art Gallery’de gerçekleştireceğim kişisel sergimde de benzer konulara değineceğim.
Eytan, deneysel videon ‘Peeling’i izlerken anlamaya çalıştık. ‘Bir piyanonun sınırlı sayıdaki tuşlarıyla, sınırsız sayıda beste üretme imkânı olma’ düşüncesinden yola çıktığını okuduk. Piyano da artık işlevini görmeyince, geriye kalan boşluk muydu? Perec’in dediği gibi “Yaşam hiçbir şeyin hareket etmediği anlarda mı gerçekten farklı okunur ve yaşanır.’’ Vermek istediğin mesaj bu muydu?
E.İpeker: Benim için önemli olan seyirciye hayal kurabileceği bir alan yaratmak. Dolayısıyla izleyicinin bu filmle olan ilişkisinin çok kişisel olmasını umuyorum ve bu tarz soruların cevabını izleyiciye bırakmayı tercih ediyorum. Teknik olarak bu iş 2006’da çektiğim beş dakikalık bir piyano görüntüsünün kurgulanmasıyla elde edildi. Son beş yıldır yaptığım videoların çoğunu, bu görseli işleyerek oluşturuyorum. Zamanla bu görüntüyle ilişkim bir kavga halini aldı, giderek onu daha tanınmaz şekillere sokmaya başladım. Elinizdeki malzemenin sabit olduğu noktada, o malzemeye nasıl yaklaştığınız daha da önem kazanıyor. 1 Nisan Pazar günü yaptığım sekiz videoluk gösterimde bunu ortaya koymaya çalıştım.
Neşe, babaannenin hatıralarını sergilerken neler yaşadın? Bu sergiyi nasıl tasarladın? Nereden yola çıktın?
N.Nogay: Babaannemle ilgili böyle bir projeye girişmem benim için tek, biricik olan nedir sorusu üzerine düşünmemle başladı. Babaannemin benim hayatımda her zaman çok özel bir yeri oldu, bu sebeple projenin ilk evreleri gerçekten çok duygusal bir süreçti ve durmadan çocukluk hatıralarımı düşünmemi sağladı. Babaannemin buzdolabına koyduğu ojeler veya ten rengi ince çorapları gibi anılarımı yeniden kurgulayarak polaroidler çekmeye başladım ve günümüze taşıyarak onlara yeni bir boyut kazandırdım. Bu sürecin devamı olarak bunları bir kitaba dönüştürdüğümde yani projeyi sonlandırdığımda, yaptığım işin duygusallığından kendimi arındırdım ve projeye daha farklı, mesafeli bakmaya başladım. Bu sergi için ise, aslen kitap olarak tasarladığım projeyi, Reysi Kamhi’nin hafıza mekânı olan ‘Evhane’siyle diyalog içinde konumlandırmak adına fotoğrafları bir enstalasyon olarak komodinin içinde sergilemek daha doğru oldu.
Sibel, bu sergiyi ‘Hamursuz fırınında’ gerçekleştirmeyi, hamursuz makinelerini çalıştırmayı uzun zamandır hayal ettiğini biliyoruz. Bu mekânın serginiz için neden bu kadar önem taşıdığını anlatır mısın?
S.Horada: Hamursuz fırınıyla ilk olarak iki sene evvel, Yahudi Kültürü Avrupa Günü için bir iş üretmem istendiğinde tanıştım. Olası sergi mekânlarından biri olarak sunulmuş ve beni içeriye girdiğim ilk andan itibaren büyülemişti. İçinde bulunduğu mahalleden tamamen kopuk, gizli kalmış bir vaha hissi uyandırıyordu. Binanın ikinci katı yüksek tavanları, içeriye sızan günışığı ve açık planıyla ideal bir sergi alanıydı. Ancak beni asıl cezbeden alt katta atıl durumda bekletilen hamursuz makinesi oldu. Hamursuzun yerel üretimi birkaç sene evvel durdurulduğunda benim gibi pek çok kişi tepki vermişti ama tepkiler çok uzun sürmemiş, ertesi sene unutulmuştu. Şehrin bu ücra köşesinde gizlenerek senelerce, sessizce üretim yapmış olan bu makine, gene sessizce kaderini beklemekteydi. İşimi bu makinenin bana düşündürdükleri üzerine konumlandırmaya karar verdim. Amacım makineyi son bir kez çalıştırarak hamursuz yapmak, bu sessizliği bir an için olsun bozmaktı. Serginin fırında gerçekleştirilmiş olması, mekânın içinde bulunduğu belirsizliğin, geçmişi ile olası bir geleceğinin bir arada alımlanmasını sağladı.
Bir neslin hazinelerinin diğer nesiller tarafından yok edilmemesi, verdiğin en büyük savaşlardan biri. Bunu daha önce Yıldız Teknik Üniversitesi bahçesindeki yüz yıllık Pavlonya ağacını katlettikleri zaman da yaşadın; Akbank Sanat’ta ağacın parçalarından oluşan eserinle yaşattın. Sanatınla verdiğin mesajlar izleyiciler tarafından nasıl algılanıyor?
S.Horada: Öncelikle şunu belirtmem gerekir ki, ortaya koyduğum bu kayıpları ilk etapta birer hazine olarak düşünmüyorum. Hatta nostalji yoluyla hayali bir geçmişi yaşatmaktan özellikle kaçınıyorum. Ancak kaybı ve bu kaybın etrafında topladığım bir kısım bilgiyi canlı tutmakla ilgileniyorum ki, üzerinde duraksanacak, durup düşünülecek ve tartışılacak bir alan açılsın. Kaybın tam da ne olduğu sorusunu kalıntısal nesneler yoluyla açığa çıkarmaya uğraşıyorum; bunu bir yandan kendim için yaparken, izleyiciler için de aynı duraksamayı tetiklemeyi hedefliyorum. Şimdilik tepkileri değerlendirmek için biraz erken ama açılıştaki izleyici kitlesinin konuştuklarına bakılırsa bu sergide de bunun sağlandığını düşünüyorum. Mekânın ve makinenin akıbetine dair pek çok soru soruldu, görüş paylaşıldı. Ayrıca bu işlerin alımlanmasının zaman içinde değişeceğini, belki daha genel anlamlar kazanacağını da öngörüyorum. Yani bahsettiğiniz işler, üzerlerinde söylenenlerle birlikte şekillenmeye devam ediyor. Makineden çıkan son ürünün, üzerinde makinenin bıraktığı izler olan beyaz kâğıtlar olması, tanıklığın paylaşılması anlamına da geliyor.
Bu sergi kapsamında ayrıca ‘Matsanı Yap ve Kaç!’ adlı bir performans da gerçekleştirdin. Sence performanslar izleyiciye bir gösteri izlediği izleniminden öteye ne vermelidir?
S.Horada: Performansların nasıl olması gerektiğine dair genel bir cevap veremem, ancak ‘Matsanı Yap ve Kaç!’taki hedefim son derece yalındı. Fırının eski sorumluları ve çalışanlarıyla yaptığım söyleşilerde burada son bir kez üretim yapma isteğimi dile getirdiğimde, her biri bana bunun ne kadar zor bir iş olacağını anlattı. Mısır ordusundan alelacele kaçarken en iptidai koşullarda yapılan hamursuzun üretiminin bu kadar meşakkatli olmasını komik, Türkiye gibi bir ülkede buğdaydan yapılan temel bir gıdanın temini için ithalatın en pratik çözüm olarak kabul görmesini ise vahim buluyorum. Üç bardak un, bir bardak su... ‘Matsanı Yap ve Kaç!’ bu fabrikada makinenin de öncesinde yapılan üretimin ne kadar basit olduğunu hatırlamak için gerçekleştirildi.
Genç sanatçılarımızın bundan sonraki projelerinin de böylesine yaratıcı ve anlamlı olmasını dileriz.