Bana kalırsa Ankara Tahran’la olan kendi sorunlarını dahi güç tehdidinde bulunmaya kalmadan çözmeye, yönetmeye çalışmalı. Körfez bölgesinin stratejik endişelerini gidermeyi başkalarına bırakmalı. Ancak İran’ı da artık daha fazla kollamamalı.Çarşamba günkü toplantıdan çıkarttığım bir diğer sonuç ise değişen bölge jeopolitiğinde Türkiye’nin İsrail ile olan sorunlarını çözmesi, ilişkilerini normalleştirmesi gerektiği oldu. Bariz bir şekilde belli ki İsrail bu bölge için tehdit değil.Bahreyn ve diğer Körfez ülkeleri tabii ki Filistin sorunu çözülsün istiyorlar. Fakat İsrail’i tehdit olarak algılamıyorlar. Türkiye’nin kendini İsrail karşıtlığında konumlandırması onların stratejik vizyonunda bir yere oturmuyor.Halkın İsrail karşıtlığı ile yükselen Türkiye’ye desteği derseniz, o da doyum noktasına ulaşmış halde. Bundan sonra Arap sokağının Türkiye’ye sempatisini İsrail karşıtlığından çok Ankara’nın devrimler karşısında takındığı tutum, Suriye krizini yönetme biçimi, demokratik modelini koruyup koruyamayacağı belirleyecek. Mensur Akgün
Nefret söylemi, farklı kimliklere, farklı inançlara yönelik aşağılama, küfür, şiddet hali ve davetidir. Ve bu diyarda Ermeni, Musevi, Alevi, Kürt, hatta Müslüman ve diğer kimlikler bundan nasibini alır.
Nefret söylemi, farklı kimliklere, farklı inançlara yönelik aşağılama, küfür, şiddet hali ve davetidir. Ve bu diyarda Ermeni, Musevi, Alevi, Kürt, hatta Müslüman ve diğer kimlikler bundan nasibini alır.
Nefret söylemi Türkiye'de belli bir çıtanın altına hiç düşmez.
Ancak zaman zaman ani çıkışlar yapar.
Bu çıkışlar nedensiz değildir...
Bu çıkış dönemleri ülkedeki siyasi konjonktürle yakından ilişkili olur. Nefret söylemi kimilerinin silahı haline dönüşür, güç kavgalarının, siyasi hedeflerin taşıyıcısı haline gelir...
2000'li yılların nefret söylemi, hatta nefret politikalarının parçası haline getirilen misyonerlik meselesi ve misyoner avı buna açık örnektir.
Bugün o tarihte neler yaşandığını ana hatlarıyla biliyoruz...
Milliyetçiliğin yükseltilmesiyle AB karşıtlığının beslenmesi, bunun rejim krizi arayışı ve hükümet karşıtlığıyla iç içe sokulması sonuç olarak tüm devlet birimlerini, özellikle askeri ve jandarmayı 'oyun'un parçası kılmış, bir Ergenekon öyküsü olarak arka arkaya Santoro cinayeti işlenmiş, Malatya katliamı gerçekleştirilmişti.
Aynı ortamda Ermenilik meselesi ve 1915 başka bir nefret cihazı haline getirilmiş, Hrant Dink yaşarken medyada bu söylemle linç edilmeye çalışılmış ve sonunda öldürülmüştü.
Artık farkındayız ya da farkında olmalıyız...
Ali Bayramoğlu
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=06.09.2012&y=AliBayramoglu
Sıkı durun, onca zik-zaktan sonra galiba bu ziyaretle Türkiye İsrail’den beklediği resmi özrü alacak.
Hem de kimden.
Özür dilenmesine en çok karşı çıkan İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’dan.
Çünkü Türkiye’ye verilen mesajın aynısı önceki gün çok net bir biçimde İsrail’e de iletilmiş. Mesaj şu…
“Ortadoğu kaynıyor. Çok sayıda belirsizlik var. Mavi Marmara krizi iki ülkenin de menfaatine değil. Türkiye’den tıpkı bizim Pakistan’da yanlışlıkla öldürdüğümüz 24 sivilden dolayı özür dilediğimiz gibi özür dileyin ve bu işi bitirin.”
Mesaj yerine ulaşmış.
Nereden mi biliyorum?
İsrail’de dışişlerinin nabzını en iyi tutan Yedioth gazetesinden:
“İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman Amerika’nın Pakistan’da öldürdüğü sivillerden sonra yaptığı özür açıklamasının bir benzerini kendisinin de yapmaya hazır olduğunu söyledi.’
Petraeus’un ziyaretinden sonra açıklamayı yapan bizzat Lieberman.
Yani Mavi Marmara krizinin bu noktaya gelmesine sebep olan kişi.
Ne dersiniz maksat hâsıl olmuş mu?
Türk Dışişleri henüz Lieberman’dan resmi bir özür yazısı almadı.
Ama eli kulağında…
Konuya dün köşesinde büyük bir isabetle dikkat çeken Fehmi Koru’ya haber vereyim istedim. İsrail bu kez özür dileyecek.
Eyüp Can
İddiayı sevmem, ama bir beklentimi yazayım: İsrail’den sonra yeniden Türkiye’ye uğrama ihtiyacı duyabilir Petraeus... Şu sıralarda bölgemize gelmesinin sebebi, ABD’de hemen her çevreyi rahatsız eden İsrail-Türkiye ilişkilerindeki tıkanıklığı sona erdirmek olabilir çünkü...
Mavi Marmara sonrası müthiş zarar gören ikili ilişkiler İsrail’de ciddi bir tartışma konusu. Galiba sorumlu da bulunmuşa benziyor: Dışişleri bakanı Avigdor Lieberman ile yardımcısı Danny Ayalon... Türkiye’den basit bir özrü bile esirgeyen İsrail’in ilişkilerin bozulmasında birincil kabahatli olduğunu, sorumluluğu Lieberman’ın sırtına yıkıp Türkiye’yle yakınlaşmanın kapısını aralamasını Başbakan Benjamin Netanyahu’dan isteyebilir ABD...
Lieberman, barış sürecinde sorumluluk üstlenmiş dörtlü grubun (BM, AB, ABD ve Rusya) yetkililerine Filistin devlet başkanı Mahmud Abbas’ı görevden almalarını talep eden birer mektup gönderdi. Başbakana ve hükümetin diğer üyelerine haber verme zahmetine bile katlanmadan...
Mektubu alanlar da kendilerine yüklenen misyonda ve gruplarının görev tanımında seçimle işbaşına gelmiş birini yerinden etmek diye bir yön bulunmadığı için şaşkınlık belirttiler... Olacak şey değil ama, görevden aldılar diyelim, Filistin’de Halid Meşal’in mi devlet başkanı seçilmesini istiyor Lieberman?
Sanıyorum, ABD için de, bardağı taşıran bu gelişme oldu.
Koalisyon dengeleri yüzünden Lieberman bütünüyle hükümet dışı bırakılmayabilir; dışişleri yerine maliye bakanlığına kaydırılabilir...
Spekülasyon? Elbette öyle. Ancak bizim açımızdan PKK ve Suriye konuları ne kadar önemliyse, seçim kampanyasında sıkıntılarla boğuşmaya başlayan Obama açısından da İsrail’in Türkiye ile ilişkilerini düzeltmek o kadar elzem...
Türkiye’nin İran’la ilişkilerinin kötüleştiği, İsrail’in ise Obama’yı köşeye sıkıştırılmışlıktan kurtaracak tek formül olarak İran’ın nükleer tesislerinin seçim öncesi ‘ABD-İsrail ortak operasyonu’ ile yok edilmesini öne sürmesi böyle bir gelişmeyi zorluyor.
ABD seçimlerinde Obama’nın rakibi Mitt Romney’in şansının arttığına değinmem üzerine arayan bir dostum, “Doğru, ama bir şeyi daha eklemelisin” dedi. Ek şu: “Görünürde Romney’in arkasında yer alan Musevi Lobisi bu ilişkiden pek memnun değil; Obama’yla ipleri koparmak işlerine gelmiyor... Lobi Obama’dan beklentilerine cevap alırsa denge yeniden değişebilir...”
Yani? Musevi lobisi Obama’dan jestler bekliyor... Beklediği en büyük jest, İran konusunda Netanyahu cephesine katılması ve seçimden önce olmasa bile seçim-sonrasında askeri bir müdahale düşündüğünü belli etmesi...
Ülkedeki dengeleri yakından gözleyen dostuma göre, önümüzdeki dönemi, etkin Musevi lobisini yeniden yanına çekme amaçlı girişimlerle değerlendirebilir Obama...
CIA başkanı Petraeus’un eş-zamanlı Türkiye-İsrail ziyaretlerinin bu alanda bir girişim başlatma amaçlı olabileceğini biraz da bu uyarı sebebiyle düşünüyorum.
Taha Kıvanç
http://haber.stargazete.com/newsdetail.asp?Newsid=685860
Geçen gün Hıncal abi (Uluç) ilkokul şiirleri, marşları, şarkıları eşliğinde şöyle yazdı...
"Ben çocukken millettik... Türkü, Rumu, Ermenisi, Kürdü, Çerkesi, Boşnağı, Pomağı, Lazı, Gürcüsü, daha aklınıza gelen nesi varsa, osuyla millettik."
Keşke doğru olsaydı!
Keşke bu çocuksu nostaljinin belli bir kesim dışında toplumsal karşılığı bulunsaydı!
Şimdi alt alta yazsam...
1934 Trakya olayları...
Azınlık vakıflarının mal ve mülk edinmesini yasaklayan 1936 Beyannamesi...
1938 Dersim isyanı ve kıyımı...
1942 Varlık Vergisi uygulaması ve sürgünler...
6-7 Eylül 1955'te İstanbul'da gayrimüslim vatandaşlara karşı ırkçı yağma, talan ve nefret seli...
Art arda patlak veren Doğu (Kürt) isyanları...
Uzatmaya gerek var mı?
Sadece şu saydıklarımı basitçe irdelemek bile "biz eskiden ne iyiydik" tezini yerle bir eder.
Haşmet Babaoğlu
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/babaoglu/2012/09/05/bu-yaralar-bugun-acilmadi-hep-vardi
Cumhuriyeti’nin ilk 75 yılı boyunca, ülkeyi yöneten bürokraside yer almış birtakım insanların devlet adına işledikleri cinayetleri konuşmanın zamanı geldi. Bence 21’nci yüzyılın ilk çeyreği, toplumda bir arınma ve günah çıkarma zamanı olarak tarihe geçecek. Ben, Struma Cinayeti’ni bire bir yaşadım. Bu insanlara yardım elini uzatan sadece İstanbul’daki Yahudi cemaati oldu. Babam Hayim Alaton da görev üstlendi. Lise öğrecisiydim. Akşamları, babamla birlikte Azapkapı civarındaki iki fırından aldığımız ekmek çuvallarını mavnalara taşıyorduk. Sonra mavnalarla Struma’ya yanaşıp ekmek çuvallarını gemiden sarkıtılan halatlara bağlayarak zavallı insanların açlığını gidermeye çalışıyorduk. O insanların ölüme terk edildiği gün Anadolu Ajansı vatandaşlarına ceberrut devlet anlayışını yansıtan bir açıklama yaptı. Geminin tamirinin bittiğini duyurdu. Ancak motor tamir edilememişti. Struma motorsuzdu. Motorsuz bir gemi, kaderine terk edilen 759 insanı taşıyan bir yüzen tabut oldu.
Struma cinayetinin üzerinden yetmiş yıl geçti. Günahlarımızla yüzleşsek, huzura ermeyi denesek daha iyi olmaz mı? Devlet adına, bürokrasinin içinde yer almış birtakım katillerin işledikleri cinayetleri bilelim diyorum. Yeri geldiğinde özür dilemeyi bilen, özür dileyerek arınan, yücelen ve saygınlık kazanan bir devlet istiyorum.
İshak Alaton
http://www.hurriyet.com.tr/pazar/21416157.asp
Beni her gördüğünde "şalom" (İbranice anlamı "barış") sözcüğüyle "selam" sözcüğünü birbirine yakınlaştırarak seslenen "Maykıl", bu sözcükten hemen sonra, "maneşma?" (İbranice anlamı "nasılsın?") sorusunu sorup, benim de kendisine "toftuda" (İbranice anlamı "iyiyim") dememi bekliyor. "Maykıl", benim iyi olmamı istiyor.
Oysa "Maykıl", benim, İsrail devlet yapısına karşı olduğumu bilmesine karşın, bırakınız benimle bu kadar yakından ilgilenmeyi bir yana, önümüzdeki yılın nisan ayında, beni Tel Aviv'e bekliyor.
İmdi...
Ben, İsrail devlet yapısına son derecede karşı olmama karşın, Yahudi kişilere karşı, zerre kadar düşmanlık beslemiyorum.
habervaktim.com sitesindeki haberi okuyunca canım çok sıkıldı!
Sosyalist Sanatçı Hilmi Bulunmaz
http://tiyatroyun.blogspot.com/2012/09/pembe-sermayeye-kars-yayn-yapan-yesil.html
Ortadoğu’nun iki demokratik ülkesi, ikisi de Batı değerlerine bağlı ve tarih boyunca aralarında hiçbir sorun çıkmamış iki ülke. Bu iki ülkenin işbirliği bölge istikrarına, bölge barışına en büyük katkıyı yapabilecekti. Maalesef gelinen noktada iki taraf da kaybediyor. Şimdi dış politikada önemli bir konu var, birkaç önemli ilke var: Bir tanesi ideolojiye dayalı dış politika yapamazsınız. Yani dış politika (ideolojiye göre) değişmezse ülkenin çıkarıdır. Duygularla ve ideolojiyle dış politika olmaz. İki: İç politika amacıyla da, iç politikada kullanma amacıyla da dış politika olmaz. Ben yani diplomat değilim ama siyasetçi olarak, bakan olarak böyle görüyorum.
...
Maalesef İsrail ile ilişkilerde bu gözetilmemiştir. Tabii ki Gazze olayı bir insanlık dramıdır, tabiî ki bir faciadır. Buna bütün dünyanın gerekli tepkiyi göstermesi lazım. Bizim daha fazla göstermemiz lazım. Ama ben Gazze olayının bizim dış politika hedefimiz ya da iç politik bir hedefimiz haline getirilmesinin Türkiye’nin çıkarlarına olmadığını düşünüyorum. Tekrar söylüyorum, çok büyük bir dram, her şeyi yapmak lazım. Ama bunu bir dış politika haline getirmek Türkiye’nin çıkarına değil. Mesela Davos’ta o açık oturuma ben niye taraf olayım? Türkiye taraf olmuştur.
...
Amerika “gitmeyin” diyor, İsrail “gelmeyin” diyor. Herkes “gelme” diyor. Ama gönderiyorsanız. O yanlış. İsrail’in de yaptığı büyük bir hata var tabi buna karşılık. Adam öldürmeden çözebilirdi İsrail. İşin içine kan girdi. 9 kişi öldürüldü. İsrail’in burada yaptığı büyük bir hata, affedilemez bir hata ve acemilik belki de. Kaç tane yöntemi vardı gemiyi önlemenin. Pervaneyi durdur, bırak beklesinler orada. Ne olacak? Beklerlerdi. İsrail’in bu konularda becerisi var. Bazen kendi kendime düşündüm acaba nasıl böyle bir hata yaptılar diye. Çünkü teknolojisi var, becerisi var. Bu benim kişisel düşüncem. Sonra şöyle düşündüm: İlk nesil İsrail’in son temsilcileri Şimon Peres falan, bunlar Batı kültürü ile yetişmiş, Batı uygarlığını görmüş. Şimdikiler ise Ortadoğulu. O da o coğrafyanın etkisi altında büyümüş. Acaba bunun etkisi var mı diye düşündüm kendi kendime. Yani yeni nesil İsrailli Ortadoğulu artık. Suriye ne düşünüyorsa o da o şekilde düşünüyor. O coğrafyada doğmuş, o kültürün etkisi altında yetişmiş insanlar. Yani Acaba diyorum bunların yaptığı bir olay mı ve olabilir de.
...
Yani bence bu da büyük bir hata. O gün bunu yapsa kimse ne İsrail’i kınardı ne halkı itiraz ederdi. Ama zaman uzadıkça katılaşıyorsunuz. Ben bunu uluslararası bir toplantıda eski bir İsrail Dışişleri Bakanına söyledim. Dedi ki “yüzde yüz haklısınız” dedi. “Bizim hükümetin büyük hatası” dedi. 9 kişinin öldüğünün ertesi günü “gelmeleri yanlıştı ama ben özür diliyorum” iki kelimeyle meselenin yarısı çözülmüş olurdu. Bugün gelinen noktada belki bir iyi taraf bir susma dönemi ne girdi. Her gün karşılıklı beyanatlar veriliyordu. Tabi artık eski durumuna gelmesi çok zor. Yani çok zor. Bir de biz İsrail’i sadece buradaki İsrail zannettik. ABD, Türkiye’nin parasıyla almak istediği şeyleri Kongre’ye götüremiyor. Çünkü şunu kabul edelim: Ben yaşadığım şeyi söylüyorum. Kapıkule ötesine geçtiğimiz zaman kullanabileceğimiz tek grup dünyada Musevi grubu. ABD Kongresi’nde, dünyanın her tarafında. Ben Gümrük Birliği sırasında bakan değildim milletvekiliydim. Şimon Peres’in bana telefon ederek söylediği bir şey var: Birçok Avrupa devlet başkanına telefon ederek “Türkiye AB için önemlidir. Gümrük Birliği için önemlidir diye Türkiye lehine kampanya yaptık.” Kimlerle görüştüğünü öğrendim. O nedenle biz, o şeyi kaybettik. Hükümetler gelip geçici. Her olayda öyledir. Biz dış politikada hep şuna önem verdik: Halka yansıtmamak. Halklara götürmemek.
Hikmet Çetin
http://tr.euronews.com/2012/08/31/hikmet-aeetin-turkiye-suriye-de-cozumu-rusya-ile-birlikte-aramali/
Benim katıldığım toplantıdan çıkarttığım sonuç Bahreyn’deki yerleşik düzenin Türkiye’ye güven duymak istediği yönünde. Bu güvenin de iki boyutu var. Hem ülkelerindeki muhalefeti desteklememesini bekliyorlar, hem de İran’a karşı açıkça tavır almasını. Diğer Körfez ülkelerinin de benzer beklentileri var.
Türkiye’nin bu beklentileri karşılayıp karşılayamayacağı şüpheli. Ankara’nın Manama’yı savunabilmesi için rejimin meşruiyetini koruması, reform yapması, temel hak ve özgürlüklere hassasiyet göstermesi şart. İran konusunda ise açıkça Tahran karşıtlığı yapması ne kadar doğru, o da tartışmalı.
Bana kalırsa Ankara Tahran’la olan kendi sorunlarını dahi güç tehdidinde bulunmaya kalmadan çözmeye, yönetmeye çalışmalı. Körfez bölgesinin stratejik endişelerini gidermeyi başkalarına bırakmalı. Ancak İran’ı da artık daha fazla kollamamalı.
Çarşamba günkü toplantıdan çıkarttığım bir diğer sonuç ise değişen bölge jeopolitiğinde Türkiye’nin İsrail ile olan sorunlarını çözmesi, ilişkilerini normalleştirmesi gerektiği oldu. Bariz bir şekilde belli ki İsrail bu bölge için tehdit değil.
Bahreyn ve diğer Körfez ülkeleri tabii ki Filistin sorunu çözülsün istiyorlar. Fakat İsrail’i tehdit olarak algılamıyorlar. Türkiye’nin kendini İsrail karşıtlığında konumlandırması onların stratejik vizyonunda bir yere oturmuyor.
Halkın İsrail karşıtlığı ile yükselen Türkiye’ye desteği derseniz, o da doyum noktasına ulaşmış halde. Bundan sonra Arap sokağının Türkiye’ye sempatisini İsrail karşıtlığından çok Ankara’nın devrimler karşısında takındığı tutum, Suriye krizini yönetme biçimi, demokratik modelini koruyup koruyamayacağı belirleyecek.
Mensur Akgün
http://haber.stargazete.com/yazarlar/korfezin-korkusu/haber-687183
Erdoğan’ın, kendinden gayet emin görünmesi de çok başarılı bir politika, ancak kendisini dinlerken İsrail ile ilişkiler aklıma geldi.
Çünkü, İsrail’in hem terör hem de Suriye konusunda önemli bir bariyer olduğunu iktidar temsilcileri dahi kabul ediyor.
İktidarın sözcüleri yaşanan gerginliğin ardından İsrail’in hem terör hem de dış politika konularında farklı pozisyon aldığını ifade ediyor.
O nedenle Mavi Marmara gemisi sonrası ilişkilerin tamamen koptuğu İsrail ile gerginliğin daha ne kadar sürdürüleceği merak konusu.
Uluslararası camia için de aynı merak söz konusu ve bir çözüm isteniyor.
Başbakan Erdoğan’ın, olimpiyatların açılışı nedeniyle gittiği Londra’da, 27 Temmuz’da İngiltere Başbakanı David Cameron ile yaptığı görüşme de bunun bir kanıtı.
Heyettekilerin izlenimine göre, pek de beklenmedik bir şekilde ve sırada Cameron, konuyu gündeme getirdi, İsrail ile ilişkilerin düzeltilmesinin gereğinden söz etti.
Sonrasında Türk heyetinin bunu, “Eğer bu konu, burada da önümüze çıkıyorsa, demek ki karşı tarafta böyle bir talep var” diye değerlendirdiğini belirteyim, ama görüşmenin devamı da ilginç.
Başbakan, Cameron’un bu sözlerine Türkiye’nin bilinen talebi ile yanıt verdi.
Yani, İsrail’in özür dilemesi, katledilen Türk vatandaşları için tazminat ödemesi ve de Gazze’ye ablukayı kaldırılması halinde barış mümkün.
Ancak bu görüşme sırasında ve sonrasında İngiltere üzerinde, sonuncu şartın ölüm kalım meselesi olmadığı yönünde bir izlenim bırakıldığını da söylemeli.
İşte o izlenim nasıl bir yankı verdi, İngiltere harekete geçti mi, İsrail ile Türkiye arasında bir ilişki kuruldu mu, bilemiyorum, bekleyip göreceğiz.
Şükrü Küçükşahin
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/21392221.asp
http://janetaliriza.blogspot.com/2012/09/musevi-cenazesinde-bulundum.html
http://israilblogu.com/2012/09/07/yahudiligin-ve-islamiyetin-ortak-sembolu-hamsa/
http://cumhuriyet.com.tr/?hn=363582
http://www.bianet.org/bianet/diger/140667-devlet-siddetiyle-iliskili-olmayan-yahudiligi-onayliyorum
http://www.haber10.com/haber/299147/
http://www.agos.com.tr/67-eylul-yagmasinin-yaralarini-sarmak-2457.html
Ne kadar Rum, Ermeni, Süryani, Musevi varsa hepsinin dükkânlarına girdik, evlerine daldık. Öyle bir kargaşa vardı ki, İstiklal Caddesi’nde iki gün tramvay çalışamadı. Yola kumaşlar, perdeler, eşyalar atılmıştı. Bir ara baktım bir kuyumcu dükkânına saldırıyorlar. Ben de karıştım aralarına, vitrinde ne var ne yoksa doldurdum koynuma. Küpe, müpe, altın... Epey bir süre sonra gece 12 civarı asker geldi, biz kaçıştık. Gece de gayrimüslimlerin yaşadığı Adalar’a vapur kaldırdılar, insanlar doluşup oralara da gitti yağmacılık etmeye, ben gitmedim ama. Aldıklarımı teknenin altındaki mazgala gazeteye sarıp sakladım. Aldıklarımı diyorum ama aslında çaldıklarımı demem lazım, çünkü tekneye gidince yaptığımın hırsızlık olduğunu düşündüm. Niye aldım diye biraz pişman oldum. Sabah olunca baktım teknenin biraz ilerisinde bir kese altın, başka bir yerde üç tane beşibiryerde reşat. Aldım onları da...
http://www.agos.com.tr/bir-67-eylul-yagmacisinin-portresi-2456.html
http://www.hasturktv.com/israilde_gundem/4199.htm
http://cumhuriyet.com.tr/?hn=364516
http://www.takvim.com.tr/Guncel/2012/09/10/israil-burada-kuruldu
http://israilblogu.com/2012/09/05/gercekler-ve-kurgular/
http://www.haberturk.com/polemik/haber/775086-vatani-icin-olen-gayrimuslim-askerlere-sehit-denir-mi
- Struma faciasında sorumluluk olarak Türkiye’nin payına düşen ne?
Doğrusunu isterseniz, hangi adı vermek daha kolay olur, bilemiyorum. İhmal mi, gaflet mi, korkaklık mı, oturmamış kişiliksiz bir dış politika mı? Suçlamak işin en kolay yanı. Savaşın nasıl bir yön izleyeceği belli değil. O dönemde Almanların ilerlemesi devam ediyor. Türkiye, bıyık ve sakal örneğinde olduğu gibi rengini belli etmiyor. Şişi de yakmıyor, kebabı da. Tabii birçok yanlışlar yapıyor. Nazi yanlısı dernekler kuruluyor.
Basında bu yönde yazılar, karikatürler çıkıyor. Meclis’te konuşmalar yapılıyor. Hitler övülüyor. Mussolini övülüyor. Ne zaman ki Nazi orduları gerilemeye başlıyor. Türkiye de kraldan çok kralcı, en birinci demokrasi ve insan hakları yanlısı kesiliyor. Elbette, böyle bir dış politikayı tasvip etmek mümkün değil. Fakat yine de o günün koşullarını dikkate alarak değerlendirmek gerekir.
- Neden Musevi Cemaati’nden birine değil de bu olayı yazmak size düştü?
Bunun cevabını İshak Bey’in sözleriyle vereyim: “Eh bizimkiler bu konuda pasif kalınca, bu işi yazmak da senin gibi yürekli bir Türk’e düştü.”
- Faciayı araştırırken sizi sarsan en çarpıcı hikâye ne oldu?
Medea; 1919 Bükreş doğumluymuş. Babası, sıradan, yoksul denebilecek bir elbise tamircisi, annesi de ev kadınıymış. 1937 yılında okuldan mezun olunca, hemen hayata atılmış. Bir mimarlık bürosunda sekreter olarak işe girmiş. Kısa bir zaman içerisinde şef sekreterliğe yükselmiş. 1940 yılında Saimon Salamonici’yle tanışmış. Gönül verdiği delikanlı, Bükreş’in en varlıklı ailelerinden birinin, zengin bir kumaş tüccarının oğluymuş. Âşık olmuşlar. Salamonici’nin annesinin karşı çıkmasına rağmen evlenmişler. 1941 sonbaharında Medea, hamile kalmış. Bu arada baba, oğluyla gelininin Filistin’e gidecek ilk gemiye binerek yeni bir hayata başlamalarının uygun olduğunu düşünüp Filistin’e kalkacak ilk gemi için iki bilet temin etmiş.
-Struma bileti galiba...
Evet... Genç evliler, anneyle de barışarak hayır duasını almanın uygun olacağına karar vermişler. Eve gidince kapıyı hizmetçi açmış ve biraz beklemelerini söylemiş. Hizmetçi biraz sonra dönüp, annenin şu mesajını iletmiş: “Soğuktan cefaların en kötüsünü çekin. Bir yudum suya hasret kalın. Dudaklarınız kurusun. Bir dilim ekmeğe bile muhtaç olun.” Kimi zaman tutuyor böyle beddualar... Medea, çıktıkları yolculukta bebeğini düşürdüğü için Türkiye’deki Yahudi Or Ahayim Hastanesi’ne kaldırılıp kurtulmuş. Kaderin cilvesi, bu sayede sağ da kalmış. Annesinin lanet okuduğu oğlu Saimon’sa torpillenen gemiden çıkamadığı için can verenler listesinde yer almış. Medea, haftalar sonra kuzeni Erna’ya yazdığı mektubu şöyle bitirmiş: “Söyleyin kayınvalideme; ağzından çıkan lanetin her kelimesi, aynen bire bir gerçek oldu!”
http://www.haberturk.com/polemik/haber/775164-yahudi-gemisini-turkler-mi-batirdi
http://www.acikradyo.com.tr/default.aspx?_mv=a&aid=26667&cat=100
https://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=eITxpvQAfbA
http://www.youtube.com/watch?v=n9KXdxCssZI&feature=youtube_gdata_player