Dikkat Ortadoğu

Değişik çıkar çevrelerinin bir türlü kesişmeyen beklentileri, etnik gerilimler, güvenlik çekinceleri altında yaşamlarını idame ettirmeye çalışanlar için hayat bugünlerde yine kolay değil. Bölgeyi mercek altında tutmaya çalışmak kafayı karıştırmak için birebir. Suriye’de iç savaş, Ürdün’de sıkıntılı bekleyiş, Mısır’da yeni başkanın politikalarının olgunlaşma süreci, İran’da nükleer kimlikli hayata hazırlık, İsrail’de bu hazırlığa karşı hazırlık

Marsel RUSSO Perspektif
12 Eylül 2012 Çarşamba

Lübnan’da “Suriye’de pişer bize de düşer” endişesi vs… Bu listeyi uzatmak elbette olası… Bir de Türkiye var… Birkaç sene öncesine dek tutarlı dış siyaseti ile dimdik ayakta duran Ankara, Ortadoğu’nun değişen parametrelerine pek ayak uyduramıyor görüntüsü veriyor. Elbette bu görüntü verilmek istenen ise, o zaman problem yok, her şey dörtdörtlük. Yok, eğer bu kendinden menkul ortaya çıkıyorsa, o zaman bir şeylerin değişmesi gerekir belki de…

Yaklaşan Amerikan seçimleri bir yana bugünlerde özellikle İsrail kamuoyunda gündemin birinci maddesini İran’ın nükleerleşme süreci alıyor. İsrail’de şahinler hızlı bir operasyondan yana görünüyorlar, ancak bu kararı almanın çok da kolay olamıyor olduğu aşikar. Amerikan siyaseti ise seçimler arifesinde kendini bu denli büyük bir desteğe veya projeye sokmak istemiyor gibi.

Columbia Üniversitesinde Siyasi Bilimler profesörü olan Kenneth N. Waltz1, Foreign Affairs dergisinin Ağustos sayısında yayınlanan makalesinde, İran’ın neden bombaya kavuşması gerektiğini açıklıyor. Amerikalı, Avrupalı ve İsrailli gözlemciler nükleer silah edinmiş bir İran’ın bugünkü konjonktürden çıkabilecek en kötü sonuç olduğunda hemfikirler. Ancak Waltz değişik düşünüyor ve “bu muhtemelen en iyi sonuç olacak ve böylece Ortadoğu’daki dengeler yerli yerine oturacak” diyor.

İsrail’in güvenlik kaygılarını anlamamak mümkün değil. Bu kaygılardır İsrail’e 1981 yılında Irak’taki ve 2007 yılında Suriye’deki nükleer yapılanmaları bombalatan. Ve yine bu kaygılar bugün İran’ı şahin siyasetçilerin hedefine koyuyor. Elbette ki bunda Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın İsrail’in var oluşunu – en basitinden - sorgulayan, içinde yüksek dozda antisemitizm bulunan sözlerinin ve girişimlerinin de payı mevcut.

İRAN BARIŞÇIL NÜKLEER PROGRAMINI TERK Mİ EDİYOR?

İran yola çıkarken geliştirdiği barışçıl nükleer program söylemini terk etmiş görünüyor. Amerika’nın ve batının geliştirdiği ekonomik ambargolar ise Tahran’ın siyaseten köşeye sıkıştırmaktan uzak gibi… Zaten bu ambargoların bir şeye yaramadığı, siyasi otoritenin nükleer silahlanmayı kafasına koyması halinde bundan kendisini kimsenin caydıramayacağı gerçeği de ortada: Kuzey Kore!  Bu aşamada batının hedefi İran’ın nükleer silahlanmasını önlemek… İsrail için ise durum biraz daha değişik. Uranyum zenginleştirmesini bilen bir İran’ı kendisi için yaşamsal bir tehdit olarak algılıyor ve bunu her vesile ile ve her ortamda, yüksek sesle dile getiriyor.

Yakın bir zamana dek İran’ın barışçıl nükleer projesine destek veren en azından ses çıkartmayan Ankara ise ‘füze kalkanı’ konusunda Tahran ile sıkıntılı bir dönemece girdi. İranlı yetkililerin konu ile ilgili çıkışları Ankara’ya gelmeden havada dağılıp gidiyor adeta… İran’ın geliştirdiği füzelerle yaptığı konvansiyonel denemeler de Türkiye’den tepki toplamıyor. Kamuoyunun terör olayları ile uzunca zamandır meşgul olması ve son dönemlerde saldırıların artması ile gelinen noktada zaten ne İran’ın girişimleri ne de Suriye konusu çok alıcı bulmuyor… Ancak buna rağmen ilgilenilmeye değer.

Devletler topluluğu Suriye ile ilgili olarak bölünmüş durumda ve hiçbir ülke Esad’ı devirecek bir girişimin başını çekmek istemiyor. Buradaki muhalifler ise 40 yıllık Baas rejimini devirecek ivmeyi yakalayamıyorlar. Elbette ki burada çakışan çıkarlardan da söz etmekte fayda var. Rusya, batılı ülkelerin Suriye olayında kendisini tamamen bypass ettiğini iddia ederken, Türkiye ancak uluslararası bir koalisyon içinde hareket edeceğini fark ettiriyor. Ancak bunu yaparken ülkesi sınırları içinde yerleşik muhaliflere desteğini de esirgemiyor… Kimi Suriye yetkililerinin ifadesine göre durum, Şam ile Ankara’nın, çok değil, birkaç yıl öncesine dek sergilediği samimi havaya ihanet edercesine gelişiyor.

TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ

‘Insight Turkey’ dergisinin ilkbahar sayısında Erol Cebeci ile Kadir Üstün2 tarafından kaleme alınan makalede ilginç bir saptama dikkatimi çekti : “Türkiye’nin 2000 yılının başlarından bu yana Suriye ile yaptığı görüşmelerde edindiği izlenim, Esad rejiminin ülkesinde reform yapmaya ve müzakere edilmiş sonuçlara varmaya yetkin olmadığını gösteriyor…  Suriye Türkiye’nin Ortadoğu politikasında önemli kilometre taşlarından birini oluştururken, bugün gelinen noktada Ankara’ya en büyük zorluğu yaşatan ülke görünümünde…”

Aynı makale, Arap Baharının başlamasından önce Türkiye’nin siyaseten tarihin doğru tarafında bulunduğunu ifade ediyor. “Bu süreç ile birlikte Türkiye, despot rejimlere karşı duran halkın yanında yer almaya ve demokrasi kültürünü benimsemiş bir ülkenin sorumluluğu ile hareket ederek bölgesel diktatörlerden kendini uzaklaştırmıştır.” diyor, hatta Arap ülkelerinde yapılan bazı kamuoyu araştırmalarının bu kanıyı desteklediğini de ekliyor, ancak bu konuda herhangi bir kaynak vermiyor.

Makalenin atıfta bulunduğu ölçülmüş biçilmiş ve şu anki duruma tam da uygun gelen siyaset gönül ister ki doğru olsun. Bölgesinde patinaj yapmadan dimdik duran, bir Türkiye’ye ihtiyaç olduğu su götürmez bir gerçek.

Hayat görüşleri benzer olmamakla beraber siyaseten ezelden beri birbirini destekleyen Suriye ile İran bugün aynı davranışlarını sürdürmekte… Tahran, Arap alemi tarafından dışlanan ve yalnız bırakılan Şam yönetiminin yanında kalmaya devam ediyor. Bunu yaparken kendisine yaklaşmaya çalışan yeni Mısır yönetimi ile ters düşmekten geri kalmıyor. Oysa Mübarek’in devrilmesi ile geçtiğimiz aylarda Mısır’da yaşanan seçim süreci sonunda başkanlık koltuğuna oturan Mursi, İran’a göz kırpıyor, en azından Tahran’a kapılarını kapatmayacağının işaretlerini veriyor. Mısır’ın Suriye siyaseti ise, en azından şimdilik,  ses getirecek söylemlerle dolu değil. Yeni seçilen başkanın gündeminde şüphesiz ertelenemeyecek önemde birçok konu varken – ki bunların bir tanesi Sina’nın güvenliği konusu – Suriye’de yaşananlarla ilgilenmek ancak “konu açılmışken” mümkün. Nitekim verdiği son demeçlerden birinde Mursi, bir soru üzerine, Esad’ın iktidarı bırakması gerektiğine vurgu yapmış, “reformlar artık yeterli olmaz, esas olan değişim olmalıdır”3 şeklinde görüş bildirmişti.

MURSİ’NİN HEDEFLERİ

Mursi’nin Mübarek’ten farklı olarak Amerika’nın ötesinde bölgede ikili ortaklıklar kurmaya aday olması bekleniyor. İran ile bu çerçevede yakınlaşma sağlarken, seçimlerde desteğini sağladığı Müslüman Kardeşlerin eğilimlerinin aksine, İsrail ile barış anlaşmasının hala geçerli olduğunun altını çizen beyanlar da veriyor. Bu aşamada, isim vermeden “komşularımızın Sina’daki terör olaylarını bastırmak için buraya sevk edilen kuvvetlerden çekinmeleri için hiçbir sebep yoktur, buradaki askeri harekât tamamen aramızdaki anlaşmalara uygundur…”4 demesi rahatlatıcı. Ancak bu beyanatları İsrail gerçekten rahatlatıcı buluyor mu?

Cevabı Dışişleri Bakanı Lieberman kendisine özgü üslubu ile veriyor. “Eğer Mursi sözlerinde samimi ise onu İsrail’de görmek isteriz… Bölgede barış ve dengenin devamını sağlamak buraya gelmek, İsrailli yetkililer ile görüşmek, İsrail medyası ile röportaj yapmak ile mümkündür.”5

Fırtınalı zamanların Küçük Kralı, Kral Hüseyin’in ölümünden sonra 1999 yılında tahta çıkan II Abdullah ve Ürdün’de de sıkıntılar yok değil. Daha birkaç ay önce Kral ile Veliaht Prens Hüseyin ülkenin kuzeyindeki Bedevi köylerine beklenmedik bir ziyaret yaparak buradaki halkın ne gibi reformlar talep ettiğini öğrenmeye çalıştılar.6 Bu esasında “tahta sadık kalın biz de size destek olalım” türünden bir istişareydi. Bu ziyaret Bedevilerin krala hitaben yazdıkları sert bir mektubun sonrasında gerçekleşti. Otuz altı Bedevi lideri tarafından imzalanan ve öncesi olmayan bu mektupta “kamu fonlarının çarçur edilmesi ve halkın özgürlüğünün kısıtlanması devam ederse, Ürdün de tıpkı Tunus ve Mısır’ın yaşadıklarını yaşayacak” mesajı veriliyor.

Esasında Kral’ın iyi niyetinden kimsenin kuşkusu yok. Ancak, tahta çıktığından bu yana yapacağını söylediği şeyleri gerçekleştirmek için çok da iştahlı davranmadığı söyleniyor gözlemciler tarafından. Zaten Ürdün halkı o kadar değişik kimliklerden oluşuyor ki herkesin talebini karşılamak, eş deyişle herkesi memnun etmek olası değil. Statükoyu korumak uzun yıllar boyunca başarılı bir şekilde yerine getirilmiş, ancak sanki artık bunun ötesinde bir şeyler yapmak ve bunu olabildiğince hızlı bir şekilde gerçekleştirmek gerekiyor.

Son olarak reform yanlısı olarak tanınan Başbakan Khasawneh’nin içerden gelen sistemsel baskılara dayanamayarak istifa etmesi ve yerine Amerika’da okumuş Feyyaz Tarawneh’nın Kral tarafından atanması sokakların çok hoşuna gitmişe benzemiyor. Uzun yıllardır sarayda çalışmış olan Tarawneh’nin “evetçi” bir kimliğe sahip olduğu ve reformların gerçekleşmesi için yeterince çaba sarf etmeyeceği tahmin ediliyor.

Ortadoğu’da herkesin eli bir diğerinin cebinde. Bir ülke ya da bölgede oluşan bir olumsuzluğun ya da sürtüşmenin hızla yayılmaması mümkün değil. Örneğin Lübnan’ı düşünelim. Cumhurbaşkanının Hıristiyan, Meclis Başkanının Şii, Başbakanın Suni olduğu etnik / dini kimlikler arasında yırtıla yırtıla nafile bir hal almış ve siyaseten Hizbullah’ın kontrolü altında olan, Suriye tarafından uzun yıllarca işgal edilmiş bir ülkenin Şam’da olanlardan etkilenmemesini beklemek mümkün mü? Ya da kırılgan yapısı güçlendirilememiş ve yine değişik etnik / dini kimlikler arasında birliğini bulamayan bir Irak’ın?

Neticede, burası Ortadoğu!

1 “Neden İran Bombayı Yapmalı?” Prof. Kenneth N: Waltz “Barış ve Savaş Enstitüsü ve Columbia Üniversitesinde Siyasi Bilimler öğretim üyesi – Foreign Policy – Temmuz / Ağustos 2012 sayısı

2 “Suriye Batağı : Türkiye’yi Tutan Ne?” Erol Cebeci ve Kadir Üstün – SETA Washington

3 Ha’aretz – 28.08.2012

4 Ha’aretz – 28.08.2012

5 Ha’aretz – 28.08.2012

6 The Middle East – Temmuz 2012