Metin Arditi, ince ince işleyerek kaleme aldığı ve birçok dile çevrilen romanlarıyla, edebiyatseverlerin yapıtlarını merakla beklediği bir yazar. O bir atom mühendisi, Suisse Romande orkestrasının yöneticisi ve kendi adını taşıyan vakfın başkanı. Bu çok yönlü kişi ile resim yapma tutkusu peşinden Osmanlı’dan Venedik’e giden Yahudi ressam Eli’yi konu edindiği ‘Turquetto’ adlı son romanı hakkında söyleştik.
Ankara’da doğdunuz. Yedi yaşında İsviçre’de yatılı okula gittiniz. Yazı hayatına atıldığınızda ilk işiniz babanızın Arditi’den Akgönül olarak değiştirdiği soyadınızı geri almak oldu. Köklerden kopmama isteği mi?
Ankara’da doğdum ancak yedi yaşıma kadar İstanbul’da büyüdüm. Sonra İsviçre’ye gittim ve 1968’de İsviçreli olduğumda, hükümet bir zorunluluk değil ancak bir dilek olarak soyadımı değiştirmemi istedi. Soyadım Akgönül’dü ve İsviçre’de telaffuzu çok zor bir kelime idi. Biliyorsunuz bu ülkede üç lisan geçerli. İsminizi değiştiriyorsanız yasa gereği bu dillerden birine uygun olmalı. Örneğin soyadımı Yunanca bir kelime ile değiştiremezdim. Babam 1938’de entegrasyonu sağlama adına yasalaştırılan Soyadı Kanunu nedeniyle Akgönül’ü kabul etmişti. Ancak aradan on beş yıl geçmesine rağmen tanıdıkları anne ve babamı Bay ve Bayan Arditi olarak çağırmayı sürdürdüler. Benim de İsviçre’de Arditi soyadını almam son derece doğaldı.
Anne ve babanız Türkiye’de ne işle meşguldüler? Varlık Vergisi onları etkiledi mi?
Babam bilimsel aletler ithal eden geniş çaplı bir işle ilgileniyordu, Ankara ve İstanbul’da ofisi vardı. Annem ise ev hanımıydı. Henüz hayatta olmadığım bir dönemde Varlık Vergisi’nin onları ne şekilde etkilediğini söylemem çok zor. Bunun gayrimüslimlerin malvarlıklarına uygulanan bir vergi olduğunu ve bu türden politik kararların hedef kitleyi yerinden edebildiğini düşünüyorum. Ayırımcı bir yasanın sonuçları tabii ki olumsuz olacaktı. Günümüzde böylesi bir kanunun yasalaştırılması düşünülemez bile.
İstanbul’da nerede yaşadınız, şehri özlüyor musunuz, Türkçeyi unutunuz mu?
İstanbul’da Maçka’da, Güneş apartmanında, Taksim’de de Dağ apartmanında yaşadım. Güneş apartmanını rastlantı olarak yeniden buldum, karşısında bir taksi durağı ve pastane vardı. Tüm ayrıntılarını hatırlıyorum. Nostaljim tabii ki var, nasıl olmasın ki! Nitekim bütün kitaplarımı Türkiye üzerine yazıyorum. Ancak Türkçe konuşamıyorum. (Türkçe) ‘Hepsini unuttum!’ (Gülüşmeler)
Lozan’da Devlet Teknoloji Enstitüsü’nde fizik eğitimi, sonra nükleer fizik üzerine yüksek lisans yaptınız. Ve önce gayrimenkul sektörüne, sonra da sanata yöneldiniz. Fizik sizin için bir hayal kırıklığı mıydı?
Fizik mi, yok niye hayal kırıklığı olsun ki? Hayrandım ona.
Ama terk ettiniz?
İnsan sevdiği kadını da terk edebilir. Yoksa bir harem kurmak lazım… Yine de kadınlardan bir haremi, mesleklerden bir hareme tercih ederim. Fiziği terk etmem para veya daha fazla kazanma tutkusundan kaynaklanmadı. Özellikle uzmanlık alanım nükleer fizik değil, reaktör fiziğiydi ve beni çok cezbediyordu. Bu bilimi çok severek öğrendim, çünkü dünyanın bir konsept olarak ele alınması, felsefi yönü beni çok etkiliyordu. Beni rahatsız eden bu alandaki bilimsel araştırmaların günden güne endüstriyel hale dönüşmesi, kişiyi ekip içinde çalışmak zorunda bırakmasıydı. Milyarlara mal olan bir makinenin yaratılması on yıl sürebiliyor. Ben bir grup içinde yer alacak, çalışacak yaratılışta değilim. On bir yıl yatılı okuduktan sonra bağımsız olmayı istiyorsunuz. Sonra fizik bir laboratuar hayatı… Ben daha çok etkiletişimi, ilişkileri yeğliyorum. Her ne kadar yazarlık bir ölçüde yalnızlığı gerektirse de bu bir yaşam tarzı. Yoksa fizik de heyecan verici bir alan.
Arditi Vakfı dışında yardım amaçlı birçok vakfın yönetiminde görev yapıyorsunuz. Desteklediğiniz örneğin müzisyenler veya öğrenciler gibi belli bir kesim var mı?
Bu hem görev hem de duygu olarak paylaşım isteminden kaynaklanıyor. Yaşamda hiçbir şeyi paylaşmıyorsanız bir hiçsiniz. Bakın Levinas, bu ünlü filozof; “sadece görüntünüzü başkalarının gözünde görüyorsanız var olabilirsiniz” diyor. Böylece vakıf biraz zaman, biraz para, biraz enerjiyi paylaşmanın ortamını sağladı bana. Özellikle üniversitelere ödüller dağıtıyoruz, bir de başkanlığını yaptığım ‘Suisse Romande’ orkestrasını çok seviyorum.
Jean-Giano Ödülünü de kazanan yedinci romanınız ‘Turquetto’nun Türkçe çevirisi bu yılın ağustos ayında yayımlandı. Çok yönlü olan yaşamınızın içinde yazarlığın yeri nedir?
Basit bir örnek; diyelim ki, bir sekreter tutmaya ihtiyacınız var. Son görüşmeye gelmesi gerekiyor ve bu işe ihtiyacı olduğu halde gelmiyor. Hiçbir özrü de yok, geç kalmış değil, trafik sıkışıklığı vs. hiçbir neden de ileri sürmüyor. Ve siz birinin onu sokakta gördüğünü öğreniyorsunuz. Ne yaparsınız? Bu işe alınmayı bekleyen bir sürü insan var, başka biri ile görüşmeyi kararlaştırırsınız. Tarih işte burada duruyor, roman ise burada başlıyor. Bu işe son derece gereksinimi olan kişi niye şansını tepiyor. Niye insan hep menfaatleri doğrultusunda hareket etmiyor, çünkü dramları var. Yazar, bu kızla ilgilenen, onun hakkında düşünen kişidir. Yazar, dinlemek için zamanını ayırır, karar vermez, yargılamaz. Oysa günlük yaşamda insan böyle değil, aceleniz var, bir hükme varır ve kararınızı verirsiniz. Ben yazarlığı seçerek gerçek yaşamdan romancının dünyasına geçiş yaptım. Yazarlık size gerçeği yaşamayı öğretir. Gerçek de günlük yaşamda yazar gibi davranmayı, insanları yargılamadan dinlemeyi, zamanını vermeyi gerektirir. Ben de biraz öyle yaptım sanıyorum. Diğer bir deyişle yazmak yaşamayı öğrenmektir.
Turquetto’dan son derece etkilendim. Noah Gordon’un Hekim’i tadında bir roman. Sanatı için kimliğinden, dininden vazgeçen Eli gerçek bir kişi mi?
Hekim’i hiç duymadım. Kendi dışımda hiçbir yazarı da tanımıyorum. (Gülerek) Yazarların ne denli kendilerini beğenmiş, kıskanç, empati yoksunu olduklarını bilmiyor musunuz? Ayrıca Eli hakkında söylediklerinize hiç katılmıyorum, o hiçbir şeyden vazgeçmiş değil. Farklı olduğunu hep söyledi ama kimliğinden, hayır vazgeçmedi. Şimdi ben ismimin Metin Arditi değil de Jean Doubier olduğunu söylesem ne değişir? Hep aynı kişiyim. Bunu size hayatımı kurtarmak için söylemem gerekiyorsa söyleyeceğim. Yok, Eli hiçbir şeyden vazgeçmiyor. Tam tersine isteklerini, kişiliğini vurguluyor. Ta başından, on iki yaşında iken Rav ile kavga ediyor, kişiliğini savunuyor. Din kurallarına karşı küsmesinin nedeni onu resim yapmaktan alıkoyması. Rav’ın gözüne girmek için insanın kişiliğinden ödün vermesi mi gerekir? Diğer yandan Eli tamamen hayal ürünü…
Sanat, iktidar ve din üçgenine sıkışmış bir ressamın portresini çizerken dinler arası yanlış uygulamaları da eleştiriyorsunuz. İsa’nın, “ben yok etmeye değil, tamamlamaya geldim” deyişini vurgularken Avrupa’da XVI. yüzyılın Yahudi karşıtlığını da eleştirmiyor musunuz?
Şimdi beni yanılttınız, kitabın bir yerinde bu alıntıyı yaptım ama deyim ‘tamamlamak’ değil. Evet, hatırladım; “ben yürürlükten kaldırmak için değil, sona erdirmek için geldim” diyor İsa. XVI. yüzyılda Yahudilere hayvanlara davranıldığı gibi davrandılar. İsa’nın amacı tabii ki bu değildi. Bunun içindir ki, yarattığım kişilik Eli -biraz da otobiyografi oluyor- çok akıllıdır. Eli çocukken Rav ona; “biliyor musun İsa Yahudi idi” dediğinde, “imkân yok, eğer İsa Yahudi olsaydı Hıristiyanlar Yahudilere bu kadar kötülük yapmış olabilirler miydi?” diye yanıt verir.
O dönemdeki kadın köleler arasındaki eşcinsel ilişkiler şok edici bir şekilde büyük bir cesaretle ortaya konmuş kitabınızda. Çocukluğunda Eli, babasının kadın köle tellallığı mesleğinde çalışmasından utanç duyuyor. Ve yetişkinliğinde sanki pişmanlığını dile getirmek istiyor gibi…
İlkin eşcinsel ilişkileri o denli şok edici bulmuyorum. Tabii ki sizin şaşırma hakkınız var. Şöyle küçük bir hesap yapalım, bir harem var ve içinde kaç kadın? 40-50 veya 60. Ne yapmalarını istiyorsunuz? Haremden ayrılmaları söz konusu değil, tek bir erkek var, başkası yok. Bazıları da hiçbir zaman sıcaklığı, sevilmeyi tanımayacak. Birbirlerinden zevk almaya çalışmaları doğaldı. Eli’nin babası ile ilişkisine gelince, tabii o dönemdeki bir insanın duygularını hiçbir zaman tam olarak bilemezsiniz. Ama bence kadın ticareti Eli’nin gözünde sosyal bir gerçekti. Kendisinde bir üzüntü ve utanç kaynağı oluşturması babasının fakirliğinden, hastalıklı durumundan, düşük statüsünden kaynaklanıyordu. Bence babası, köle tellalı İsak Bey gibi bu işin patronu olsaydı Eli hiç utanç duymayacaktı.
Eli’nin ‘Son akşam yemeği’ tablosu kitabın en çarpıcı bölümü; buna değinmeyelim, ancak ölüme çarptırılan ressamın Venedik’ten kaçarak yeniden Osmanlı topraklarına dönmesi bir mesaj içeriyor mu?
En çarpıcı bölümü olduğu tespitinize karşı çıkmayacağım (Gülüşmeler). Ancak Osmanlı, Eli’nin kaçabileceği tek yerdi. Yanıtlanması zor bir soru, açıkça romanda herhangi bir mesaj vermek istemedim. Bunu böyle yazdıysam birey açısından kökenlerin, Eli’nin ve benim kökenlerimizin önemli olduğunu düşünmemdendir. Ben sadece bir Yahudi değil bir Türk Yahudi’siyim. Bazı şeyleri nedenini bilmeden kaleme alıyorsunuz. Bunu yazmanın gizemi bir yerde… Sonra yazdıklarınızla ilgili başkalarının yorumları sizi şaşırtıyor. Evet, sanıyorum doğru, kişi doğduğu ülke ile bağlarını çok sıkı koruyor.
Eli sadece Raşel’in karşısında çıplak kalıyor ve geçmişini ona anlatıyor…
Karısının karşısında da çıplaktı ama vücudunu bir tek Raşel’e teşhir etti. Yahudi geçmişini anlatması da Raşel’e güvenmesinden, bunu açığa çıkarmayacağını bilmesinden, belki de kendini birine anlatma ihtiyacından kaynaklanıyordu. Eli hep yalnızlık içindeydi. Evet, resim sanatı ile paylaşım içindeydi, ancak ilk kez kendi yaşamını bir başkası ile paylaştı.
Eli’nin, Celal abiden öğrendiği hat sanatının etkisi altında, mürekkeplerin kalıcı özelliğinden yararlanarak eserlerini yaratmış olması, Osmanlı sanatının pek de İtalyan Rönesans’ından geri kalmadığını mı gösteriyor?
İlkin ben hat sanatını çok beğeniyorum ve İslam’ın çok akılcı bir durum sergilediğini düşünüyorum. Yahudi dininde insanın, canlıların, çiçeklerin, eşyaların her şeyin resimleştirilmesi kesinlikle yasaktır. Oysa hat sanatında olağanüstü bir güzellik, bir denge var. Hat bir ölçüde insanın güzelliklerden zevk almasına imkân sağlamış oluyor. İslam’ın ‘entegrist’ (akıp gideni dondurduğu karenin içine sokmaya çalışan) bir inanç olduğunu ileri süren görüşlere katılmıyorum. İslam’ı oldukça gelenekçi bir din olarak değerlendiriyorum.