Toplumsal cinsiyet üzerine: Erkekler Mars’tan, Kadınlar Venüs’ten... İki farklı gezegenin sakinleri gibi yabancılaşırız birbirimize; asla aynı dili konuşamayacağımız ve asla birbirimizi anlayamayacağımız yanılgısını daha da içselleştiririz. Peki, hiç durup düşündünüz mü bize bu cinsiyet rollerini yükleyen şeyin ne olduğunu? ‘Kadın’/’Erkek’ derken aslında ne kastediliyor?
‘Kadın’/’Erkek’ derken aslında ne kastediliyor?
‘Kadınlar sürekli ilgi ister’, ‘erkekler söylediklerinin altında derin anlamlar aramaz’, ‘kadınlar alışveriş yapmayı sever’, ‘erkekler çabuk unutur’ vs. gibi birçok genelleme yapılmıştır erkekler ve kadınlarla ilgili. Erkekler ‘kadınlar’ diye, kadınlar da ‘erkekler’ diye başlayan cümleler kurmaya bayılır ne de olsa... Ama işin en ilginç yanı, bu tür ahkam kesmeler, olayı idrak etmekten ziyade, çoğunlukla kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkinin bir tür ‘asla anlayamama’ üzerine temellendiğini vurgulamak içindir. Tuhaf ama konu erkek-kadın olunca, bu genelleme cümleleri aslında konuyu hiç anlayamadığımız anlarda kurduğumuz cümlelerdir. Diğer bir deyişle, karşılaştığımız o tek kadını veya o tek adamı, diğer bütün kadınlar/adamlar gibi düşünüp işin içinden sıyrılmak isteriz; oysa eminim ki, herkes farkındadır kurduğu cümlelerin ne kadar saçma olduğunun. Fakat maalesef bunu hemen göz ardı edip yola devam ederiz, ve genellememize uyacak erkekler/kadınlar arayışını kaldığımız yerden sürdürürüz. Sonuç: Erkekler Mars’tan, Kadınlar Venüs’ten... İki farklı gezegenin sakinleri gibi yabancılaşırız birbirimize; asla aynı dili konuşamayacağımız ve asla birbirimizi anlayamayacağımız yanılgısını daha da içselleştiririz.
‘Kadın doğulmaz, kadın olunur’
Peki, hiç durup düşündünüz mü bize bu cinsiyet rollerini yükleyen şeyin ne olduğunu? ‘Kadın’/’Erkek’ derken aslında ne kastediliyor? Kadınlık ve Erkeklik kavramlarının ne kadarı gerçek deneyimleri yansıtıyor, ne kadarı ise toplum tarafından üretilmiş? Toplumsal olarak kurgulanmış ‘kadın’/ ‘erkek’ rollerinin ne kadarı senin ve benim ‘kadınlık’/’erkeklik’ deneyimlerimizle örtüşüyor? Toplumsal cinsiyet kategorileri (erillik ve dişillik) cinsiyetli varoluşumuzu nasıl etkiliyor? Kadın ya da Erkek doğmakla bitmiyor iş; cinsiyetler (sex) toplumsal cinsiyet (gender) rolleri tarafından şekillendirilip yeniden üretiliyor. Bunun en güzel ifadesi, Simone de Beauvoir’ın o meşhur cümlesidir: ‘Kadın doğulmaz, kadın olunur.’ Kadını ‘kadın’ yapan, ona yüklenen toplumsal cinsiyet rolleridir. Örneğin, her kadından anne olması beklenir. Oysa ‘kadın’ dediğimiz bu toplumsal cinsiyet kategorisi oldukça baskıcı bir kategoridir: her kadının kadınlık deneyimi bambaşkayken toplumsal cinsiyet kategorisi hepimizi bu tek ‘kadın’ altında toplamak ister. Beauvoir’ın cümlesinin ikinci kısmı, yani ‘kadın olunur’ kısmı, aslında özgür ve varoluşsal bir seçimi de ifade eder. Toplumsal cinsiyet kategorisinin baskısından kurtulmak da yine kadının elindedir. Beauvoir’ın feministlere ışık tutan bu cümlesi erkekler için de geçerlidir. Doğuştan gelen bir organa sahip olmak, toplumun o organa yükleyerek oluşturduğu rolleri benimseyeceksiniz anlamına gelmemelidir. Fakat maalesef, bu toplumsal cinsiyet rolleri gündelik hayatlarımıza o kadar derinden sızıp, onları o kadar sinsice denetimi altına almıştır ki, bu rollerden sıyrılabileceğimizi tahayyül etmek sanki ancak teorik alanda mümkünmüş gibi gelir bize çoğu zaman. Oysa ancak bu tahayyülü gerçekliğe aktarabildiğimiz zaman yeterince özgür olabileceğiz ve hatta kadın-erkekle bizi sınırlayan toplumsal, heteroseksist yapıların da dışına çıkabileceğiz.
Freud ve ‘cinsel gelişim’ teorisi
Toplumsal cinsiyetin, doğuştan, anatomiyle gelen cinsiyeti nasıl yeniden kurduğunu ve ona belli roller yüklediğini biraz olsun fark ettikten sonra, bu rollerdeki eşitsiz dağılımı görmek zor olmayacaktır. Toplumsal cinsiyet kadını eksik olarak kurar: kadın güçsüzdür, korunup kollanmaya ihityaç duyar, bir erkek tarafından tamamlanmalıdır. Kültür (bunu çok genel anlamıyla insanlık tarihi, insanlığın hikâyesi olarak düşünün, belirli bir Batı veya Doğu kültürünün ötesinde, onu da kapsayan çok geniş anlamıyla kültürden bahsediyoruz) bu hikayeyi bu şekilde kurar; diğer bir değişle insanlık tarihi ataerkildir. Uygarlık bir ‘baba’figürüne ihtiyaç duyar: mite göre, klanın oğulları otoriter babanın yasasına (ensest yasağıdır bu: anneyle birleşmek yasaktır) karşı gelir ve onu öldürür. Klanda düzensizlik baş gösterir, çünkü herkes babanın yerini almak için birbiriyle rekabet eder. Bu düzensizlik ortamı oğulları yaptıkları şeyden pişmanlık duymaya sürükler. Öyle bir vicdan azabı çekerler ki, babayı totemleştirirler. Bu totem, uygarlığın iki kurucu yasası olan baba cinayeti ve ensest yasağını topluma yerleştirir. Bu hikayeyi Freud, Totem ve Tabu adlı kitabında detaylarıyla anlatır. Burada Freud’un adını anmışken, onun ‘cinsel gelişim teorisi’yle devam etmek istiyorum. Freud’un bize anlattığı küçük kız ve küçük erkek çocuğunun hikâyesi, kadınların ‘eksik’ olarak kuruldukları ataerkil düzeni daha da güçlendiren cinstendir. İnsanlık hikâyesi, ataerkilliği hep yeniden kurar ve bunun doğruluğunu pekiştiren yeni hikâyeler üretip durur. İşte Freud’un Oedipus ve kastrasyon teorileri de bunlardandır maalesef.
Başta hem erkek çocuğun hem de kız çocuğun ilk arzu nesnesi annedir. Fakat kız daha sonra arzu nesnesini değiştirmek zorunda kalır. Çünkü ancak arzu nesnesini değiştirince “normal oedipal sürece” başlayabilir. Cinsel gelişim ise, oedipal sürecin tamamlanmasıyla gerçekleşecektir. Peki bu oedipal süreç nasıl aşılacak? Kadınları Venüs’e, erkekleri de Mars’a gönderecek süreç işte burada başlar. Freud oedipal sürecin kızlarda ve erkeklerde farkı yaşandığını anlatır. Erkek çocuğun hikâyesi şöyledir: Erkek çocuk anneyi arzular. Babayı ise, anneye sahip olduğu için, kendisine rakip görürür. Bu gerilimi yaşayan erkek çocuk, bu zamanlarda, kendisi gibi bir çocuk zanettiği kız çocuğun cinsel organını görür ve onun kastre edilmiş bir erkek çocuk olduğunu sanıp korkar. Erkek çocuğun, kız çocuğu ilk algılayışı bu şekildedir Freud’a göre. Bu korku erkek çocuğu, penisini koruma endişesiyle doldurur. Kız çocuk değersizleşir çünkü eksik erkektir, baba tarafından penisi kesilip cezalandırılmıştır. Böylece erkek çocuk babanın otoritesini tanır ve onun yasasına boyun eğer. Erkek çocuğun anneye beslediği arzunun önüne bir engel çıkmıştır: Baba, yani 3. Kişi. İkili ilişki biter ve toplumsallık burada başlar. Bu aynı zamanda superegonun da oluşum sürecidir. Yani: Erkekte Oedipus kompleksini bitiren şey kastrasyon kompleksidir. Erkek çocuk penisini korumak için yasaya boyun eğer.
Kız çocukta ise hikâye şu şekilde tezahür eder: Başta kız çocuk da anneyi arzular ve babayı rakip görür. Yine bu gerilim içinde kendisi gibi sandığı erkek çocuk karşılaşır ve onun penisini görür. Neden bende yok diye üzülüp haset eder. Freud’a göre kız çocuk hayatı boyunca penis özlemi çekecektir. Kız çocuk bu eksiklikle karşılaşınca çeşitli tepkiler verir: 1. Cinsellikten iğrenme, erkekle karşılaştırılmaktan korkma, 2. Eksikliğini koruyarak kendini ortaya koymak ve penise sahip olma fantazisiyle yaşamak, 3. Erkeğe özenip kadını arzulamaya devam etmek, yani homoseksüel bir nesne seçimi. Freud, doğru olanın ikinci tepki olduğunu söyler. Kız çocuğun cinsel gelişim süreci, anneden uzaklaşmayla devam eder; çünkü anne onu eksik doğurmuştur, ona penis vermemiştir. Bu yüzden de babaya yönelir. Yani: Kızda Oedipus kompleksini başlatan şey kastrasyon kompleksidir. Fakat, fark ettiğiniz gibi, kızın oedipal süreci, erkeğinki kadar net değildir. Kız neyi arzulayacağını bilemez, farklı tepkiler verebilir. Freud bize ‘doğru’ olan bir yol söyler, fakat diğer ihtimallerden de bahseder. Bu bir anlamda, aslında kız çocuğun oedipal süreçten asla kurtulamayacağını, cinsel gelişim sürecini asla net bir biçimde bitiremeyeceğini de ima eder. Kısacası: Kızın yaşadığı macera daha zorlu ve daha yoğun! Terk etmesi gereken daha çok şey var, yüzleşmesi gereken daha çok hayalkırıklığı var. Zaten ta en baştan “eksik erkek” olarak tanımlanmıştır.
Felsefenin dinamizmi: Freud’a karşı Luce Irigaray ve Judith Butler
İşte bu aşamada sizlere Luce Irigaray’dan bahsetmek istiyorum. Tıpkı o da bir psikanalist; fakat babasının asi kızı! Freud’ın cinsel gelişim süreci teorisine karşı yazdığı doktora tezi yüzünden Freudyen psikanaliz çevrelerinden sürülen Irigaray’ın en büyük amacı, Freud’un çizdiği oedipal resmin evrensel bir hakikat olmadığını göstermektir. Fakat Irigaray, Baba’yla rekabet etmenin bedelini de ödeyebilen bir kız çocuktur! Freud ta en baştan beri küçük kızı, kastre edilmiş bir küçük erkek gibi kurar. Kız çocuğun gelişimi için annesinden vazgeçmesi gerekir. Baba-oğul ilişkilerinin, anne-kız ilişkilerinden daha değerli, daha yüce ve daha anlamlı olduğu kültürlerde Freud’un hikâyesi gayet makul görünür. Oysa değildir! Freud’a göre kızın oedipal kompleksten çıkışı arzu nesnesi olarak anneden vazgeçip babaya yönelmesiyle olur, penis haseti devam eder yine de. Fakat şekil değiştirir: penise sahip olan birine sahip olma. Bunun anlamı ise şudur: erkek çocuk doğurma. Kadındaki eksiklik, erkek çocuk doğurduğunda tamamlanmış olacaktır. Buradaki en önemli sorun, tamamlanmış kadın olmanın, “anne”lik üstünden tanımlanıyor olmasıdır. Freud anne-kız ilişkisini, geri döndürülemeyecek şekilde bozar: kopma, geride bırkma, vazgeçme, nefret etme. Yeniden üretilemeyecek bir şey gibi düşünülür anne-kız ilişkisi. Kız çocuğun cinsel gelişimi hep erkeğe referansla anlatılır. Kız eksik temsil edilsin ki, tam olan, yani erkek, daha iyi anlaşılsın. Eksik olan Tam olan için gereklidir! Anlaşılacağı gibi, Freud’un kurguladığı Oedipus kompleksi tamamen ataerkil bir kültürün ürünüdür. Maalesef Freud kendi söyleminin cinsiyetliliğini görememiş, onu evrensel bir hakikat gibi sunmuştur. Freud’un teorilerindeki erkek egemen bakışı ise Irigaray hemen görmüş ve babaya karşı gelmiştir. Fakat Irigaray’ın da gözünden kaçan çok önemli bir nokta vardır. İşte felsefenin güzelliği buradadır, yardıma hemen birisi yetişir ve daha önceden görülemeyeni görüverir. Judith Butler, Freud’un teorisinin de, Irigaray’ın bunu kıyasıya eleştirmesinin de temelinde aynı varsayımı bulur: hetereoseksüellik ve homoseksüelliğin bastırılması. Bizi ‘normal’ kadın ve erkek yapan oedipal süreçse eğer, bunun temeli esnsest yasağı değil, homoseksüellik yasağıdır. Butler’a göre, Freud’un kız çocuğunu da anneden vazgeçmek zorunda bırakması homoseksüelliğin yasaklanması temeline dayanmaktadır.
Toplumsal cinsiyet rollerinin aslında bir hikayeden ibaret olduğunu bir kez daha yinelemek istiyorum. Bu roller evrensel hakikat değildir, ezeli-ebedi değildir; değişebilirler! Ataerkil yapılar kırılabilir, yıkılabilir, tüketilebilirler. Bunlar için Irıgaray’a, Beauvoir’a ve Butler’a ihtiyacımız var tabii ki, ama önemli olan gündelik hayatın içindeki ataerkil yapıları kendi kendimize fark edip bunlara karşı koyabilmektir. Bu hem kadınlar, hem erkekler, hem de LGBT’ler için gereklidir. Nihayetinde ne Mars’ta ne Venüs’te ne de Plüton’da yaşamaktayız... hepimiz bu Dünya’dayız...