“İyilerin başına neden kötü şeyler geliyor?”
Yaratılışın temel unsurlarından biri ‘İlahi Adalet’ kavramıdır, sevgili okurlar.
Peki ‘İlahi Adalet’ neyi gerektirir? En basit anlatımla, iyiliğin hemen ödüllendirilmesini, kötülüğünse hemen cezalandırılmasını, öyle değil mi? Ancak hepimiz farkındayız ki sistem tam olarak böyle işlemiyor ve sürekli yakınıyoruz:
İyilik yap, kötülük bul. Kötülerin başına bir şey gelmez zaten! İyiler acı çekiyor, kötüler sefa sürüyor. Ve soruyoruz:
“İyilerin başına neden kötü şeyler geliyor?” Bu yazıda tarih boyunca insanlığın aklını kurcalayan böyle büyük bir sorunsala cevap verecek değilim tabii. Veremem çünkü. Ama sizi benimle birlikte düşünmeye davet edebilirim.
Eğer insanoğlu -sözgelimi- hırsızlık yapmaya yeltendiği an bir yıldırım çaksa ve eli yansaydı; ya da tam tersine, düşmek üzere olan birini tutup yere kapaklanmaktan kurtardığı an gökten bir torba altın düşseydi, özgür iradeyi resmin neresine yerleştirebilirdik? Özgür iradenin varlığından söz etmek mümkün olabilir miydi? Suç işle, anında ceza gelsin ki, bir daha doğru yoldan sapmayı aklına bile getirme! İyilik yap, ödül anında gelsin (bu arada ödülün parasal olması şart değil, en çok istediği neyse, ona kavuşsun insan), böylece hep iyilik yap ve ödülleri arka arkaya topla. Hayat o zaman çok sığ olmaz mıydı? Başka anlam arayışlarına girmek zorunda kalmaz mıydık?
Sistem nasıl işliyor peki? Bizler yanlış ya da doğru yapıyoruz, Tanrı izliyor... ve bekliyor. Bu arada yanlış ve doğru derken, “herkesin doğrusu kendine, tek bir doğru yoktur” türünden sonu gelmeyen tartışmalara yer bırakmamak için, Tora’yı esas alacak ve Tora’daki “yapacaksın” ve “yapmayacaksın” şeklindeki emirlere dayanacağız.
Tanrı’nın Yukarıdan izleyip beklediği dönemlerden biri, Hakimler (Şofetim) Kitabı’nda tarif edilir. Şöyle ki, Bene Yisrael doğru yoldan çıkıp putperestliğe eğilim gösterdiğinde, ulusça gücünü kaybetmeye başlıyor, sonunda düşmanlarının hakimiyeti altına giriyordu. Dürüst bir liderin çağrısına kulak vererek yola girdiğinde ise mucizeler gerçekleşiyor ve Tanrı’nın yardımına mazhar oluyordu. Kitabın ilgili bölümleri şu sözlerle tamamlanır: Ve ülke kırk yıl boyunca rahat etti (Şofetim 3:11, 5:31, 8:28 gibi).
Bütün bunlar bir gecede olup bitmedi tabii; uzun yıllar boyunca sürdü. Halk dersini aldı ve pişmanlık duyarak kendine çeki düzen verdi. Moşe ile Yeoşua’nın öğretileri yeniden benimsendi ve hazmedildi. Bu durum kırk yıllık dönemler (bazen biraz daha uzun) halinde devam etti. Yeni bir nesil geldiğinde, öğretiler unutuldu veya içselleştirilmez oldu ve Bene Yisrael yolunu tekrar şaşırdı. Tarihten ders almadıkları için, aynı hataları yapmaya başladılar.
Hâkimler Kitabı
Hakimler Kitabı’nın konusu öncelikle bir ödül ve cezalar döngüsüdür. Tarihe baktığımızda insanların yanlış yaptıklarını, ancak başlarına bir felaket gelince anladıklarını görür ve şaşırırız. Peki, bizler tarih olup da bizi, geçmişe doğru bakarak görecek olanlar, hakkımızda ne düşünecek? Biz ders alıyor muyuz? Yanlış yapmadığımız gün hatta saat var mı? Nedenini soracak olursanız, büyük din âlimi Maimonides’in Kafası Karışanın Rehberi adlı eserinde belirttiği gibi, insanoğlu soyut olandan çok somutla ilgilenir. Ona, hayal gücünü zorlayarak “anlıyorum galiba ama çok da emin değilim” diyeceği kavramlar değil, gözüyle görüp eliyle tutacağı, hatta mümkünse beş duyusuyla hissedebileceği nesneler vermek gerekir. Ruhanilik ona uzaktır. Altıncı duyu, üçüncü göz dendiğinde çoğumuzun anladığı, genellikle maddiyattır maalesef: “Piyangonun bana çıkacağını biliyordum! Ben size dolar yükselecek demedim mi?”
Kabul, insanoğlunun hayvani ruhunun (ruhun en düşük seviyesi) ihtiyaçlarını (yemek, içmek, barınmak, uyumak ve çiftleşmek) duymazdan, görmezden gelip daha yüce emellere yönelmesi hiç de kolay değildir. En başta Bir ve Tek Yaratıcı’ya inanmalı, irade ve disiplin sahibi olmalı ve ayrıca, uygun sosyal ortamda bulunmalıdır. Ait olduğu toplumun yapısının sağlam, liderlerinin güçlü olması gerekir.
Tanrı’nın bekleyip izlediği konusuna geri dönecek olursak, din âlimleri şu açıklamada bulunur: Tanrı’nın, sevap işleyen, iyilik yapan kişinin edimlerini (amellerini) ödüllendirebilmesi için, kişinin iyilik yapıp yapmama konusunda bir tereddüt geçirmesi gerekir. Örneğin “Şu elimdeki parayı hayır kurumuna mı bağışlayayım, yoksa kendime en güzelinden bir çanta mı alayım? Kurum... Çanta... Bir sürü çantam var, bu sefer hayır kurumu olsun.” Aynı durum, kötülük yapan kişiler için de geçerlidir. “Aa, filanca parasını ortada bırakmış. Etrafta benim aldığımı görecek kimse yok? Haydi cebime atayım... İyi de bu çalmak sayılmaz mı? Paranın kime ait olduğunu bile bile... Boşveer, o da parasına sahip çıksaydı.” Arkadaşının saklamayı ihmal ettiği parayı alan kişi, yaptığının hırsızlık sayılacağını gayet iyi bilmektedir ve günah işlemeyi seçmektedir.
Biraz önce kendimi Tora doğrusu ile kısıtlamıştım. Şimdi bu kısıtlamayı kaldırıyorum ve doğru ile yanlışı bu kadar kolay ayırt edemeyeceğimiz bir alana giriyorum. Bazı anne babalar, çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlayabilmek için kendilerini en basit zevklerden bile mahrum eder. Örneğin bir sinemaya vereceği parayı bile hesaplayıp o parayla çocuklarına kaç eğitim malzemesi alabileceğini düşünürler. Bir de tam aksine, hayatı dibine kadar yaşamak isteyenler, sağlıklı oldukları her anın tadını çıkarmak isteyenler vardır. İlginçtir ki, geriye doğru bakacak olursak, belli bir kültür seviyesine sahip olan insanların çoğunun birinci yolu seçtiğini görürüz: Yarınlarını, daha doğrusu gelecek nesilleri düşünerek kendilerini arka plana atmışlardır. Tora’yı zorunlu olarak tekrar devreye sokmak zorundayım, sevgili okurlar. Eğer ‘Yaratılış Planı’ dünyanın ve evrenin mükemmelliğe ulaşması üzerine kurulmuşsa, anne babaların fedakârlık ederek çocuklarının geleceğini düşünmesi, bu mükemmellik sürecine kendi çaplarında katkıda bulundukları anlamına gelir.
Ödül ve Ceza
Ödül ve ceza konusundan kısa bir süreliğine sapmıştım, hızla geri geliyorum. Yaşadıklarımız bize gösteriyor ki ödül ve ceza kavramı istatistiksel bir gerçek değil (maalesef), muhasebesi tutulabilecek bir hesap hiç değil, öncelikle bir inanç meselesi. Ancak dünyanın şimdi içinde bulunduğu dönem (uzay çağı veya bilgi çağı olabilir mi?) sona erip de Maşiah, yani kurtuluş dönemine girdiğimizde ve tinsel yaşam çok daha yüksek bir seviyeye çıktığında, attığımız bütün olumlu adımların, Tanrı’nın evren için amaçladığı mükemmellik seviyesine ulaşmasında rol oynadığını göreceğiz.
Ancak bu arada zavallı gezegenimizin başına gelenlere bakıyor ve patlayan volkanların, tsunami dalgalarının, sık tekrarlanan büyük depremlerin, hortumların ve kıtlığın hüküm sürdüğü yerlerde yaşamadığımız için kendimizi şanslı addediyoruz. O coğrafyaların insanlarına acımıyor değiliz tabii ama gözden uzak, gönülden ırak demişler, öyle değil mi? Oysa peygamberler döneminde, örneğin Yeşaya ve Yeremya’nın kehanetleri ciddiye alınırdı. Bu bağlamda, sabah ve akşam olmak üzere günde iki kere okunması şart olan Şema duasında Tanrı’nın Yahudileri nasıl uyardığını tekrarlamak ilginç olabilir. İşte Şema duasında vaat edilen ödül ve cezalar (cezalar kısmı kısık sesle okunur ki, neme lazım... evlerden uzak olsun hani):
“Bugün size verdiğim Benim emirlerime sıkı sıkıya uyarsanız, Tanrınızı sever ve O’na tüm kalbinizle ve tüm ruhunuzla hizmet ederseniz, Ben de toprağınız için gerekli yağmuru zamanında, ilkbaharda ve sonbaharda yağdıracağım, buğdayınızı, şarabınızı ve yağınızı toplayabileceksiniz, hayvanlarınız için tarlalarınızda çimen bitmesini sağlayacağım, yiyeceksiniz ve doyacaksınız. Dikkat edin, kalbinize kanarak doğru yoldan sapıp yabancı tanrılara tapmayın ve onların önünde eğilmeyin. Yoksa Tanrı’nın öfkesi size karşı alevlenecek, Tanrı gökleri kapayacak ve yağmur yağmayacak, toprak ürününü vermeyecek ve bu iyi ülkeden çabucak yok olacaksınız.”
Bu kadar açık yani. Emirlerime uy ve bolluk, bereket içinde yaşa. Ama emirlerimi ihlal edersen, yağmur yağdırmam, kıtlıktan ötürü topraklarını terk etmek zorunda kalırsın. Daha önce de belirttiğim gibi, bütün bunlar bir gecede olmuyor tabii. Tanrı izliyor ve bekliyor.
Tanrı’nın hükmü
Peki, bu bekleyiş sırasında Tanrı’nın hükmünü değiştirdiği oluyor mu acaba? Yargı, bir merhamet şeklidir (yargısız infazı düşünün bir de!) çünkü ortada bir suç ya da günah varsa, işlenişindeki kötülük unsurunu ortadan kaldırır ve iyiliğin hakim olmasına izin verir. Başka bir deyişle, hafifletici sebepleri bulmaya çalışır. Evet, ekmeği çaldı ama karnı açtı. Çocuklarına yiyecek götürmesi gerekiyordu.
Tanrı’nın verdiği cezanın bazen ağır olmasının amacı, insanı sarsarak onun kötü yola sapmayı alışkanlık haline getirmesine engel olmaktır, ki bu da bir merhamet göstergesidir. Yine de Tanrı, bir ebeveyn gibi, çoğu zaman sevecenlik ve şefkatle cezalandırır. Merhamet unsurunun devreye girmediği zamanlarda O’nun neler yapabileceğini biliyoruz: örneğin Nuh Tufanı, Babil Kulesi, Sodom şehrinin yerle bir olması. Ancak şunu da biliyoruz ki, Tanrı’nın planı dünyayı yok etmek değil, mükemmel hale getirmektir. Üstüne üstlük biliyoruz ki, O’nun Adam’ı yaratma amacı, insanoğlunun üzerine iyilik yağdırmaktır. Ve arada felaket dönemleri de olsa, Tanrı, yaratılış sırasında kararlaştırdığı gibi, yarattığı her şeyi, istikrarlı bir biçimde yaratılış amacına doğru adım adım ilerletmektedir. Bazen dolambaçlı yollar izlese de, özgün planından hiç vazgeçmez. Kendini öyle bir şekilde gizler ki, en büyük insanların bile, olaylarda O’nun parmağının bulunduğunu fark edemediği olur.
Yazımızı ilginç bir saptama ile bitirmeye ne dersiniz? Katolik İsabel ile Ferdinand’ın Yahudileri İspanya’dan kovduğu gün, II. Bayezıt onlara kucak açtı. Ertesi günü ise, aynı kralla kraliçenin finanse ettiği Kristof Kolomb, yeni topraklar keşfetmek üzere yola koyuldu. Eğer Tanrı’nın, Yahudilerin kovulmasına göz yumması bir tür ceza idiyse, hâlâ yaşadığımız Osmanlı/Türk topraklarının bize yuva, Kolomb’un keşfedeceği Amerika’nın ise daha ileride Yahudiler için sığınak olmasına ne demeli? Yahudiler İspanya’dan çıktıktan sonra ülkenin belini bir daha doğrultamaması konusunda ne düşünmeli?
Kim ne derse desin: İyilik yap, denize at. Balık bilmezse, Hâlık bilir. Yüce Tanrı bildikten sonra, (hafızası olmayan) balık bilmese ne olur?
İyilikle kalın sevgili okurlar.
Kaynak:The Book of Ezra
Rabbi Yosef Rabinowitz Mesorah Publications,
Brooklyn, 2010