Metin Arditi geleneksel (sanat – din) ayrışımdan, bitmek tükenmek bilmeyen çatışkılardan, dipsiz kuyuları andıran bilmecemsi sorulardan yararlanarak sanat özgürlüğü üzerinden, dinsel inancın temellerine yönelik bir bakış açısı ile, başka deyişle bıçak sırtında gezinerek yazdığı romanı Turquetto’da tartışmaya açık bazı soruları dile getiriyor
İnsanlık tarihinde özgür düşünce ile dinsel inancın kuralları/gelenekleri arasında çoğu kez bir çatışkı, içinden çıkılamayan bazı soru(n)lar, karmaşık problemler, ikisi arasında yaşanılan kavgalar üzerine güçlükle verilen kararlar vardır. Sanatın temelinde yaratıcılık, el becerisi/yazma edimi, düşünsel özgürlük, gözlem yeteneği, kültürel aydınlık gibi değerler bulunur. Bir sanatçı bunları harmanlayarak, özenli bir yapı içinde buluşturarak, kendi yaratıcılığını da katarak ortaya sevilen, beğenilen, üzerinde tartışmalar yapılan bir sanat eseri (yazınsal, görsel…) çıkarabilir. Ancak öte yandan Tevrat’ta yer alan, değiştirilmesi hatta yumuşatılması bile söz konusu olmayan bir ayet vardır. Bir bölümü okuyalım. ‘’Benden başka Tanrın olmayacak. Kendine yukarıda gökyüzünde, aşağıda yeryüzünde ya da yer altındaki yaşayan herhangi bir canlıya benzer put yapmayacaksın.’’ Bereşit (5: 6 -21) Ayrıca Bamidbar’da şunlar yazar. ‘’Öyle ki kendiniz için erkek ya da kadın, yerde yaşayan hayvan ya da gökte uçan kuş, küçük kara hayvanı ya da aşağıda suda yaşayan balık suretinde, heykel biçiminde put yaparak yoldan sapmayasınız.’’ (32: 1 – 42) Nitekim romanda buna benzer sözler okuruz. ‘’Tanrı’yla bağımız kelamdır! Resim değil.’’ (s/69) Tevrat inançlı bir yaşam biçimi, doğrudan Tanrı buyruğu, insanın kendini yüceltmesi için gerekli olan tüm değerleri barındıran ve yüksek maneviyat içeren kutsal bir metindir.
Metin Arditi bu geleneksel (sanat – din) ayrışımdan, bitmek tükenmek bilmeyen çatışkılardan, dipsiz kuyuları andıran bilmecemsi sorulardan yararlanarak, biraz da son yorumu okura bırakan hayli iddialı bir roman yazmış. Sanat özgürlüğü üzerinden, dinsel inancın temellerine yönelik bir bakış açısını, başka deyişle bıçak sırtında gezinerek yazdığı romanda tartışmaya açık bazı soruları dile getiriyor. Dinsel inanç, özgür sanata ve özgür insana ne kadar izin veriyor? Tevrat tam anlamıyla ve insana yönelik içeriğiyle, onun ruhsal gelişimine yol açan önderliğiyle, Tanrı-insan ilişkisini betimleyen, bu anlamda yaşamın ne olduğunu ve insanın bu süreçte neler yapması gerektiğini belirleyen ilahî bir kurallar kitabıdır. Romandaki bu iki kulvar arasında ‘nazikçe’ gidip gelen, bazen ‘sıkıntılı’ sorular sordurtan, bazen bilgilendiren, ancak çoğu kez bu hassas yol arkadaşlığının yarattığı flu ortamda yazarın çekingenliği nedeniyle ayrıntıların arasında kaldığımızı duyumsuyoruz…
Eli, resim yapmaya yetenekli, Konstantiniyye’de (İstanbul – 1519) doğmuş, sevimli, atak, biraz gözü kara bir çocuktur. Babası bir kadın tüccarının yanında çalışmaktadır. Sami Bey, oğlunun dindar olması için elinden geleni yapar. Sami Bey’in bu isteği, arzusu, oğlunun kendisi gibi olmamasına yöneliktir. O tamamen dinî kurallara bağlı, Tevrat’a ve geleneklere sadık biri gibi yaşamalıdır. Sami Bey’in bilinçaltında yatan, onu gizlice yönlendiren, oğluna bu uğurda baskı yapmasına neden olan gerçekler ‘mesleğinde’ yatmaktadır. Eli ise doğuştan sanatçı ruhlu, biraz isyankâr, söz dinlemeyen, resim yapmak için her şeyi göze alan cesur bir kişiliğe sahiptir. Mürekkep yapma işiyle uğraşan, hat sanatında yetkin ve bu konularda hatırı sayılır bir bilgiye/şöhrete sahip olan, küçük lakaplı Celal’in yanına sıklıkla gitmektedir. Celal ona semazenliği, Mevlevilerin dönmesini (sema etmesi), hat sanatını ve doğru nefes alıp vermeyi öğretir. ‘’Celal ona sema icra etmeye hazırlanan sufilerin yaptığı egzersizleri, önce açık ağızla kısa kısa, sonra ağır ağır ve uzun uzun nefes alıp verme tekniklerini öğretmişti. …Eli gerek çizgiye hâkim oluşu, gerekse desenlerdeki coşkusuyla süratle büyük hattatın ustalığına erişmişti.’’ (s/36) Tanrı’nın soluğu ile ‘can’ bulan insanın, doğru nefes teknikleri kullanarak, içinde saklı duran, doğuştan var olduğuna inanılan, bu kutsal nefesi ortaya çıkarması bize Kabala’yı anımsatmaktadır. İbrani harflerinin dil, gırtlak ve diyafram yoluyla söylenilmesi, nefesin belirli bir oranda inişli çıkışlı kullanılması, sonra ilahiyat içeren dualar ve yüksek maneviyat duygusuyla yeniden başlanılması… Eli daha birçok şey öğrenecektir: Hıristiyanlığı, bu dindeki mezhepleri ve tarikatları, İslamiyeti… Tüm bunlar onun içindeki, köklerindeki, tarihinden gelen birikimi besler, zenginleştirir ama gerçek inancını yok etmez. O sonuçta katıksız bir Yahudi’dir.
Eli’nin Sanat Serüveni
Eli günün birinde hat sanatından öğrendiklerini, kendi yaratıcılığı ile birleştirir ve resim yapmaya başlar. İlk önce portre ve insan yüzleri yapmaktadır. Burada Eli aracılığı ile insan yüzlerinin felsefî ve dinsel yorumlarını, her birinin ardında saklı kalan kişiliklerini tanıyoruz. Romanda özel bir yere sahip olan, bacaklarını bir savaşta kaybetmiş, artık dilenerek yaşamını sürdüren Mehmet Zeytunî sayesinde bazı gerçeklerin ayırtına varıyoruz. ‘’Yüzünden keşfedemediğimi sesinden anlarım.’’ (s/45) Eli de insanları tanımak için yüzlerine dikkatle bakmayı, seslerinden ve tavırlarından onların kişiliklerini çıkarmayı daha çok küçük yaşta öğrenir. Tüm ayrıntılı bilgiler, küçük ama bu önemli farklar sayesinde çizdiği resimler çok beğenilir, o da bunun coşkusuyla çizmeyi sürdürür.
Babası Sami’nin yaptığı işten dolayı ona kızgındır, içten içe nefret etmektedir. Ancak sadece kendinin bildiği duvardaki bir delikten, satış anında kızların soyunmalarını izlemekten kendini alamaz ve bu alışkanlığını devam ettirir. Eli annesinin doğum anında ölmesi sonucu bir Hıristiyan kadın tarafından emzirilir ve büyütülür. Çok kültürlü bir yaşamın içinde, resim yapmanın heyecanıyla üç kitaplı din arasında yaşamı/kişiliği gelip gider, yetişmesi ve büyümesi bu doğrultuda gerçekleşir.
Eli resim yaptıkça babası tarafından azarlanır, sonunda hahamla konuşmaya götürülür. Haham ona resim, heykel ve put yapmanın günah olduğunu söyler. ‘’Sen de kalkmış, sanki düzeltip güzelleştirmek ister gibi Tanrı’nın yarattığını tasvir ediyorsun.’’ (s/75) Tanrı’nın yarattığı insan, başka bir insan tarafından resmedilirse bu doğrudan Yasa’ya aykırı, doğal olmayan ve bir tür aslına hakaret sayılabilecek bir ‘durum’ içermektedir. Tanrı’nın yarattığı, insana kendi soluğundan üfleyerek ‘can’ verdiği, yüksek maneviyata ulaşması için Tevrat’la bütünleşmesini isteyen, Yasa’ya aykırı, tam anlamıyla tutarsız, gelip geçici, ahlak dışı, bir tür sanal gerçekliğe karışma korkusu içinde resim sanatının dışlanması anlatılıyor. Romanın bu bölümlerinde söz konusu farklar, ayırımlar, iki düşüncenin temel yapıları karşımıza gelmektedir. Yazar bizim bir karara varmamızdan çok, iki farklı kulvarı edebi bir dille tanımamızı istemektedir. Ancak Eli’nin kırk yıl önce kaçtığı Venedik’te bir Hıristiyan gibi yaşamasını, gerçek inancını saklamasını, kendi eşi dâhil hiç kimsenin bunu anlamamasını kabul edebiliriz. Orada kiliselerde Hıristiyan dinine ait tablolar, freskler yapmaktadır. Artık o tam anlamıyla bir Hıristiyan’dır diyebileceğimiz bir anda yeniden kendi inancını anımsar ve bunu yaşanmaya başlar. Eli neden böylesine keskin bir dönüş yapmıştır? Raşel isminde Yahudi bir kız ona modellik yapmaktadır. Kızın güzelliği karşısında büyülenir ve onunla birlikte olur. İşte burada başta dile getirdiğimiz soru(n)lardan birini sizlerle paylaşalım istiyoruz. Eli, Yahudiliği unutmuştur, bir Hıristiyan gibi yaşamaktadır. Sanatın yüceliği ve özgürlüğü, dinsel inancın önündeyse, Eli’yi kışkırtan bedensel hazlar mı Yahudiliğini anımsatmıştır? Yoksa bastırdığı Yahudilik inancı mı (kaybolmadığı için) ansızın ortaya çıkmıştır?
Eli, bir tarikatın yemekhanesine ‘’Son Akşam Yemeği’’ni yapacaktır. Venedik’in tüm elitleri oy birliğiyle işi ona verir. Eli kendilerinden biridir, yanılmaları olanaksızdır. Resim bittiğinde büyük bir olay olur, sert tartışmalar yaşanır, genel anlamda tepkiler resmin günahı çağrıştırdığı yönündedir. Eli, on iki Havari’yi Venedik’in ünlülerine benzetir, bu da yetmez, Hz. İsa’nın başının üzerine ‘’Nasıralı İsa, Yahudilerin Kralı’’ diye yazmıştır. Üstelik tabloda Hıristiyanlık öncesine ait hamursuz ekmekler, büyük bir tepsi içinde acı otlar, marul yaprakları, katı yumurta çizmiştir. Yahudilerin Mısır’dan kaçışını ve Hamursuz (Pesah) Bayramını simgeleyen daha başka görüntüler de vardır. Havarilerin arasında sadece Yahuda’nın başında kipası bulunmaktadır. Diğerlerinin başında ‘’Kipanın kenarlarından, bir hale oluşturan altın ışıklı oklar çıkıyordu… s/159’’ daha farklı bir görüntü söz konusudur. Tsi ise, onun kendini Yahuda olarak çizdiğini anlar ve bunu bir vicdan azabı olarak yorumlar, Eli’nin bir Yahudi olduğu yargısına varır. İşler bundan sonra çığ gibi büyür, herkes onun Yahudi (sünnetli olduğu bir gasp olayıyla açığa çıkar) olduğu konusunda hemfikir olur. Eli’yi ciddi bir suçla yargılanmak üzere yüksek mahkemeye çıkaracaklardır, orada Yahudiliğini gizlediği ve kiliseye hakaret ettiği, bu kutsal yeri kirlettiği için idamı istenecektir. Eli için sonun başlangıcıdır. Eli mahkemede sakin, kendinden emin, gururlu ve ne yaptığını bilen bir ifade verir. Yahudiliğinden ödün vermeden kendini savunur. Papalık elçisi Gandolfi ise, farklı bir düşünce içindedir. Ona göre Eli, bu resimleri ve tabloları kendi için yapmamıştır. O sonuçta bir Yahudi’dir ve bu eserleri sadece Hıristiyanlar için yapmıştır. İşin bu bölümü tartışmaya açıktır. Bir Yahudi kendi için değil de bir başkası için resim ve heykel yapabilir mi? M. Arditi bu soruyu başkasının ağzından sorduruyor. Romanın felsefî ve dinsel anlamda en önemli sorusu budur aslında… Ne diyordu Yasa, ‘’Öyle ki, kendiniz için… …heykel biçiminde put yaparak yoldan çıkmayasınız.’’ Öte yandan kutsal ayetler bir yasağı söylerken, diğer yandan yasa, yasaklar ve Yahudilik bir bütün olarak kabul edilir…
Eldivenli Adam’ın öyküsü
Romanın içinde kısacık bir bölümde yer alan, ‘Eldivenli Adam’ tablosu arka planda biraz silik, sanki önemsiz, son sayfadan sonra ilk unutulacak bir konu gibi duruyor. Böyle olması ilgiyi daha fazla artıyor diyebiliriz. ‘Eldivenli Adam’ tablosu Tiziano’ya mı, yoksa Eli’ye mi ait soruları hayli ilginç yanıtlar çağrıştırıyor. Bu konuda halen tartışmalar sürmektedir.
Yahudiler kendi inançlarına son derece bağlı, geleneklerine değer veren, Tanrı’yla iletişimlerinde Tevrat’ı asla unutmayan, binlerce yıldır yaşanılan diasporaya karşın maneviyatlarını kaybetmemiş bir toplumdur. Tevrat ve Yasalarla kendilerini bütünleştiren, inançlarını nerede olurlarsa olsun korumayı başarmaları sayesinde güçlü, dinamik, kararlı; bazen suskun kalsalar bile sonuçta ‘ortaya’ çıkabilen bir azim duygusuna sahiptirler. Yahudileri özgür kılan, onları güçlü, her ortamda kendi inançlarını saklayabilen ve yaşayabilen bir topluluk olmalarını sağlayan tek gerçek, Tevrat ve Yasa’lardır… Kuşkusuz sanat ve bilim her topluluğa hitap eden, insanı geliştiren, özgürleştiren bir birikimdir, sağlam bir alt yapıdır. Ancak Yahudiler insanlığın yaşayabileceği en kötü koşulları görmüş, krematoryumlarda yakılmış, toplama kamplarında acı çekmiş, hakaretlerle sürgüne gönderilmiş bir topluluktur. Sanat bu anlamda biraz kişisel kalmakla birlikte, bir toplumun gelişmesi için gereklidir de. Eli kendi yaşamını özgürce sürdürürken Hıristiyan’dır. Onlara resimler yapar, ibadetlerine katılır, aralarından biri gibi olur. Sanat onu ne derece özgür kılmıştır, nereye kadar güçlü ve mutlu yapmıştır? Raşel ile tanışınca köklerini anımsar, Yahudiliğin içinde kalmanın huzurunu yaşar. Maneviyatı önce gelmiştir.
Eli resim yapma isteğini yıllar önce Konstanniyye’de uygulamaya başlamıştır. Daha sonra kaçtığı Venedik’te resim yapma tekniğini geliştir; renk, ışık, boya kullanımı, desen ve diğer etmenler üzerinde derin bir hâkimiyeti vardır. Fırça darbeleri ile harikalar yaratmaktadır. Onun yaptığı tablolar, resimler, freksler, baskılar hayranlıkla izlenmektedir. Aslında Eli içindeki Yahudilik duygusunu bastırmak amacıyla kasten böyle davranmaktadır. Ruhunun diplerindeki dinsel inancını ancak bu tablolarla örtmektedir, yaptığı her tablo kendi kimliğini gizleyen bir maskedir. Ayrıca resim yapmayı sevmektedir. Kendi inancı bu sanatı yasakladığı için arada sıkışıp kalmış, kararsız, çekingen, ürkek bir yapısı olduğunu söyleyebiliriz. Papalık elçisi Gandolfi ona yardım eder, anlayış gösterir. Henüz Yahudi olduğunu bilmemektedir. ‘Sanatın görkemi sürmelidir’ der. Gandolfi resim sanatını takdir etmektedir. Resimler aracılığı ile insanların daha mutlu olduğunu, inançlarının daha sağlam temeller üzerine oturduğunu düşünmektedir. Ayrıca bu sanat dalında estetik, ilahiyat, yaratıcılık, el becerisi ve içsel huzur vardır. Eli resim yapmaya devam etmelidir. Onun Yahudi olduğunu öğrendiğinde bile bu tavrını değiştirmez.
Eli hapishaneden Gandolfi’nin katkılarıyla kaçmıştır. Üstelik kaçış şekli halen tartışılan bir konuyu yansıtmaktadır. Hz. İsa’nın yerine bir başkası asılmış iddiası bilinmektedir. İdam sehpasında bir başkası vardır. Özgürlüğüne kavuşur, ancak Yahudi kimliği nedeniyle bir kez daha kaçış-kovalayış başlar. Yıllar önce geldiği Konstanniyye’de şimdi bir hamal olarak çalışmaktadır. Venedik’ten arandığı haberleri duyulur, korkar, tip değiştirir, tedirgin bir yaşamı olur. Burada bir Müslüman gibi yaşamaktadır. ‘’Yol boyunca sakal bırakmış ve bıyığını dindarların yaptığı gibi tıraş etmiş, Konstantiniyye’ye gelir gelmez de Müslümanların taktığı cinsten bir takke satın almıştı.’’ (s/244)
Eski dostu dilenci Zeytunî ona çok yardımcı olur, kendisini saklar, aynı evde kalırlar. Sürekli bir korku, saklanma kaygısı vardır. Ancak Venedik’te olduğu gibi burada da sağlam dostları vardır. Bir gün kendine benzeyen birini denizde bulurlar ve artık aranmadığını anlar, böylelikle rahat bir nefes alır. Eli’nin yerine bir başkası - gizlice - kurban edilmiştir… Yeniden doğuş, ilahî birliktelik, Tanrı’ya kavuşma anlayışı fon gerisinden sezdirilir.
Günler sonra Zeytunî son nefesini verir… Onun cenazesinde Kadiş duasını okur. ‘’It Kaddal veit Kaddaş / Şeme rabbah’’
Çeşitli inançların arasında yaşamak
Eli’nin yaşamı perde gerisinden Yahudi toplumuna benzemektedir. Çeşitli inançların arasında kaybolmadan yaşamak, sürgünlerde acı çekmek, yakılmak, dönmelikle suçlanmak… Tüm bunlar Yahudiliğin bir yaşam biçimi olduğunu, Tanrı ve Tevrat bağlılığı sayesinde özgürleştiklerini, sanatın bu anlamda kişisel bir tercihi yansıttığını anlıyoruz.
Eli romanın sonunda babasının mezarını ziyaret eder. Ancak bekçiden duyduğu sözler şok edicidir. ‘’Eğer burada yoksa, bunun nedeni bir mezar hak etmemesidir.’’ (s/282) Babası Yahudi olduğu için, başka bir toplumda yaşadığından dolayı bir mezarı bile yoktur. Eli bir kalem alır ve istem dışı bir hareketle babasının resmini çizer. Aslında çizdiği kendi kökleridir, babasının, atasının… Özlem duyduğu, bir türlü doya doya yaşayamadığı dinsel inancının vazgeçilemez kökleri…
TURQUETTO, çok nazik bir konu üzerine kurulmuş, belli ölçülerde gerçeklerden yola çıkılarak yazılmış bir roman. Özellikle Konstantiniyye’nin o döneminin anlatıldığı bölümler çok başarılı, bir film kamerası gözünden izliyormuş duygusuna kapılıyorsunuz. ‘’Tabakhane, Yedikule Zindanları’nın dışında, şehrin salhaneleriyle yan yanaydı. Eli, her sabah sırtında seksen, hatta bazen yüz kilo deriyle çıkıyor ve Haliç’in en güney ucundan Balat’a, Fener’den elbette bütün bir Kapalıçarşı’ya kadar dağılmış bir alay terziye, saraca, semerciye, çarıkçıya teslimat yapıyordu.’’ (s/244 – 245) Bu arada belki biraz zorlamayla diyelim, romanda müstehcenlik sınırlarına yaklaşıldığını da imleyelim. Kadınların yaşadığı lezbiyen ilişkiler hayli cömert, erkekler arasındaki cinsel beraberlikler ise biraz daha düş gücüne yönelik bir anlayışla yazılmış. Yazarın bu bölümlerde çok cesur olduğunu söyleyebiliriz. Bedensel hazları anlatırken cinselliği çağrıştıran kışkırtıcı, baştan çıkarıcı, aynı cinsin birbirine dokunuşlarını sanki bir müzik eşliğinde okuyorsunuz.
Metin Arditi güç ve hassas bir konuyu başarıyla dile getirmiş diyebiliriz. Romanı okurken bazen kuşkularınız öne çıkacak, bazen de şaşıracaksınız, satırlar arasında gezinirken, kafanızda sorular çoğalacak, sürekli artacak. Bu romanı kendinizden eminseniz okuyunuz…