Lee Macalinden; Lee Macalinden‘in şapkası.
Bir kere adı çıkmıştı. Başta polis olmak üzere herkes onu tanırdı.
Billy; Lee‘nin annesinin erkek arkadaşı. Keşke Billy, Lee‘nin şapkasına dokunmasaydı.
Leila Suleiman; Sessiz bir kızdı ve konuşmaması dünyanın umurunda değildi. Leila, o malum akşamda Lee ile süpermarkette karşılaşmasaydı, bu masalın kahramanlarından biri olmayacaktı. Hatta Billy, Lee‘nin şapkasına dokunmasaydı bu masal hiç bir zaman anlatılmayacaktı.
Şimdi, Leila ile Lee kaçıyorlar. İskoçya‘nın dağlarında, Lee‘nin babasını arıyorlar. Güçleri tükenmek üzereyken bir bekçi onları kurtarıyor. Lee, bir an her şeyin iyi olacağına inanıyor. Ama dünya kaçakları unutmuyor. Lee babası hakkındaki gerçeği öğrenirken, masalın kahramanları kendi gerçekleri ile yüzleşiyor.
David Greig, 1969’da Edinburgh’da doğmuş çocukluğunun büyük bir bölümü Nijerya’da geçmiş bir İskoç oyun yazarı. 1980’de Edinburgh’a dönmüş. Bristol Üniversitesi’de Drama ve İngilizce eğitimi almış. Mezuniyetinden az önce, küreselleşmenin bölgesel ve yöresel etkileriyle ilgili birçok öncü oyunun ilk kez sahnelendiği Suspect Culture adlı bir tiyatro projesine ortak olmuş. Filistin, Suriye, Lübnan, Tunus ve Fas’lı oyun yazarları ile ilşki kurmuş, ortak çalışmalar yapmış.
Greig, tarihin önemli dönem ve olaylarını ele alan ve milletlerarası bir kesişme bölgesinde farklı ulusal, etnik, sınıfsal ve dinsel kökenlerden gelen karakterlerin farklı konumlarını, bakış açılarını ve kimliklerini tartışmalarına odaklanan bir yazar. Küreselleşmenin, İskoçya’da doğup Nijerya’da büyüyen, İngilizceyi aksansız konuşan ve durmaksızın “nerelisin?” sorusuna muhatap olan bir oyun yazarını çokça ilgilendirmesi doğal tabii ki.
Yılda ortalama 4-5 oyun yazan Greig, avangard ve deneysel çalışmaların yanında tarihsel oyunlar, çocuk ve gençlik oyunları, hafif eğlencelikler ve müzikaller yazmıs; uyarlamalar ve çeviriler yapmış, oyun yazarlığı ve geliştirilmesi üzerine atölyeler yönetmiş.
Çağdaş bir masal Yellow Moon:The Ballad of Leila and Lee
2006’da yazmış olduğu Yellow Moon: The Ballad of Leila and Lee, farklı kökenlerden gelen iki sorunlu gencin ilişkisine yoğunlaşır. 5 yaşında babası tarafından terk edilmiş olan ve depresif annesinin sevgilisi Billy ile sürekli kavga eden 17 yaşlarında asi ruhlu genç Lee ile okul arkadaşı, insanlar sadece duymak istediklerini işittikleri için hiç konuşmamayı yeğleyen, takıntı halinde ünlülerle ilgili dergiler okuyan, yaşadığı Hristiyan toplumu ile yabancılaşan, gerçeklikten giderek kopan ve kendi gerçekliğine ancak kendini keserek inanabilen edepli Müslüman kızı Leila, bir gece süpermarkette karşılaşıp mezarlıkta buluşurlar. Lee, peşlerinden gelip ona saldıran Billy’yı biraz da kazara bıçaklayacak, Lee ile Leila bir yandan İskoçya’nın dağlarında kaçarken, bir yandan da geçmişin izlerini sürmeye başlıyacaklardır.
Murat Daltaban, bu çağdaş masalı Süpernova’nın kadınlarla boks yapmayı kesinlikle reddeden, erkekler dünyasında kendine bir yer edinebilmek için uğraşan Dina’sı Pınar Töre’ye emanet etmiş.
Pınar, önce oyunu yeniden çevirmekle işe başlamış (oyunun Mitos Boyut’ta yayınlanmış bir çevirisi daha var) ve henüz çeviriyi yaparken çok farklı bir şekilde sahnelemeye karar vermiş.
Yazarın kadroyu dört oyuncuya indirgeyerek, Lee ve Leila dışındaki tüm karakterleri diğer iki oyuncuya yüklemiş olması ve bir iki replik dışında dördünü de üçüncü şahısta konuşturarak onları anlatıcı-oyuncu olarak düşünmüş olması çevirmen yönetmenimizi daha fiziksel bir tiyatro yapmaya yöneltmiş.
(Fiziksel Tiyatro, vücudun dramatik anlatımda metin kadar, ya da metinden daha fazla etkin olduğuna işaret eden bir tanımlamadır. Oyunculukta vücut çalışması, zihin vücut bölünmesini ortadan kaldırmak, bedende zaten varolan zihin- beden bütünsel işleyişini daha da ortaya çıkarmak içindir...Dürtülerin bedenin tüm olanakları (ses, hareket, düşünce, imgeleme, duygu, nefes) kullanılarak daha soyut bir şekilde forma dönüştürüldüğü ve metinle birleştirildiği bir çalışma biçimidir ve bu çalışma ile oyuncu vücuduyla düşünmeyi öğrenir. Hazal Selçuk )
Pınar Töre bununla da yetinmemiş, daha da zoru denemiş. İzleyicinin hayal gücüne güvenerek, hatta oyunun sosyo-politik öğelerini bile ikinci plana atarak, öyküsünü en sade, en yalın haliyle anlatmayı yeğlemiş. Seyircisini mekânın dört kenarına oturtmuş. Sahnesini dekordan, kostümden makyajdan arındırmış, üst aydınlatmanın dışında özel ışıklandırma bile koymamış. Ortada dört basit çizgiyle oluşturduğu oyun alanının dört köşesine birer sandalye oturtmuş, bir de tabii dört oyuncu ve bir fötr şapka!
Kapılar açıldığında çalışma giysileriyle birkaç ısınma hareketi yapan dört oyuncu izleyiciyi “hoş geldiniz” diyerek karşılıyor, kimine yer gösteriyor, kiminin hatırını soruyor ve ardından 70 dakika süren bir fırtına başlıyor... dörtlü, izleyicinin soluk almasına bile zar zor fırsat vererek Leila ve Lee’nin Baladını gerçekten fırtına gibi yaşıyor, yaşatıyor.
Pınar, müthiş oyuncu kadrosuna da güvenerek, tüm gereksiz ayrıntılarından arındırdığı bu ortamda, seyircisini olağanüstü bir inandırıcılıkla tiyatronun özüne, ruhuna götürmeyi başarıyor. Dekora ne gerek var, oyunun hareket tasarımını da yüklenmiş olan Pınar bizi o çocukların ardından süpermarkete, mezarlığa, ormana, otoyola, malikâneye koşturabiliyor; Lee elindeki (var olmayan) bıçağı salladığında bizi üç dört metre ötesindeki Billy’nin düşüp ölmesine inandırabiliyor.
Oyuncu kadrosu
Gösterinin tüm yükünü taşıyan oyunculara gelince başta İbrahim Selim, canlandırdığı bir karakterden ötekine eldivenlerini çıkarıp takar gibi büyük bir doğallıkla geçiyor. Zaten Shopping and F...ing’de izleyicisini o zamanki Bonus saçı ile duygusal bir uyuşturucu baronuna inandırdığında “bu adamın oynayamayacağı rol yok” diye düşünmüştüm ben. Gizem Erdem sahnede gerçek bir fenomen, Fransızların tabiriyle présence’ı olan, her an varlığını hissettiren bir oyuncu. Az önce insanken anında büyük bir inandırıcılıkla, bir hayvana, bir nesneye hatta tabak gibi sapsarı bir dolunaya dönüşebiliyor.
Kaan Turgut’u ilk kez Punk Rock’da izlemiştim. İki yıl önce Punk Rock izlenimlerimi yazdığımda oyunun genç oyuncuları için: “Bu isimler geleceğin önemli oyuncuları olarak karşımıza çıkacak” demişim. Hakan Kurtaş ve Emre Yetim’den sonra Kaan da beni haklı çıkarıyor. Doğal, rahat, ve kontrollu bir oyunculuğu var. Diksiyonu da düzgün. Makineli tüfek gibi hızlı konuştuğu zaman bile her söylediği anlaşılabiliyor. Diksiyon, yirmili yaşlarının başlarındaki oyuncu kuşağının en ciddi sorunu. Hemen hepsi çok yetenekli ama, bazılarının ne dediği maalesef çok zor anlaşılıyor, ya ağzında geveliyor ya da tonlamaları yanlış. Bu yüzden Kaan Turgut gibi doğru ve anlaşılır konuşabilen gençlerle karşılaşınca bayağı seviniyorum. Konuşmayan Leila’yı oynamasına karşın, anlatıcı olarak oyunun en büyük yükünü taşıyanlardan Su Olgaç’ın da diksiyonu çok iyi. Festen’de şöyle bir görünmüş olmasının dışında ilk kez izlediğim bu genç kızın performansı da müthiş. Su da geleceğin bir başka önemli oyuncu namzedi.
Koreografisi ile Tan Temel’in, yönetmen yardımcılığı ve dramaturji çalışması ile Nurcihan Yücel’in Sarı Ay’ın başarısına büyük katkıları var. Bir de tabii Murat Daltaban’ın.
Genç toplulukların öncü yönetmeni; Murat Daltaban
Murat, gerçek bir sanat insanı. Tiyatrocu dediğin biraz (hatta epey) benmerkezci olur, ön plana çıkmayı sever, bencildir, belli etmemeye çalışır ama başkalarının başarısını bir parça kıskanır, epey de burnu büyük olur. Türk tiyatrosunun en önemli yönetmenlerinden biri ve çok da iyi bir oyuncu olan, tiyatromuzun taptaze kanı bütün genç toplulukların öncüsü Murat Daltaban’da bunlardan eser bile yok. Aksine, müthiş bir tevazu ile kendini arka plana çekip, yetiştirmiş olduğu gençleri öne çıkarıyor. Kendi yaptığı sayısız önemli çalışmadan çok, sanatsal babalığını yaptığı gençlerin geldikleri yerle gurur duyuyor. Onların sadece oyuncu olarak gelişmeleriyle yetinmeyip, oyunculuk altyapılarını kullanarak yönetmenlik yapmaya yöneltiyor. Kazanç hepimizin: sayesinde tiyatromuz, öğrencilerin bilinç katmanlarının altında uyuklayan şiddeti Punk Rock’da her an hissetirebilen Rıza Kocaoğlu’nun, şiddetin her an varolduğu ancak yüzeye ne kadar yakın olursa olsun su yüzüne çıkamadığı Öksüzler ‘de söylen(e)meyenlerin söylenenlerden çok daha önemli olduğu metni, bir kuyumcu titizliğiyle derinlemesine yorumluyan Tuğrul Tülek’in ardından Pınar Töre’de olağan dışı bir yönetmen daha kazanıyor. Sarı Ay’ın ilk gösteriminde karşı çaprazımda oturan Murat’ın oyunu nasıl heyecanla, içi titreyerek izlediğini, bittiğinde nasıl yönetmenini ve oyuncularını ayakta alkışladığını kolayca unutamayacağım...
Henüz tiyatro mevsiminin başında bile olsak, şimdiden Yellow Moon’un yılın en önemli oyunu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Mutlaka izleyin . Kasım ayından itibaren Ayşecan Tatari, Leila’yı Su Olgaç ile dönüşümlü oynayacak. Bu benim için, oyunu bir daha keyifle izlemek için fırsat.
Hepinize iyi seyirler.