Holokost’u hatırlamak ve hatırlatmak etik bir sorumluluktur. Zira Holokost’tan sağ kurtulanlar giderek azalmakta; asıl soru onlarsız Holokost’un nasıl temsil edileceği sorusudur bence: Holokost, ona haksızlık etmeden, ihanet etmeden, anısına sadık kalarak, etkisini hiç azaltmadan nasıl anlatılabilir; hiç deforme etmeden nasıl temsil edilebilir?
Holokost’un Avrupa felsefesini nasıl etkilediği ve dönüştürdüğü üzerinde çalışıyorum bir süredir. Özellikle Adorno, Arendt ve Levinas üçgenine odaklanıyorum. Bu düşünürleri, Holokost deneyiminin onların zihinlerini, hafızalarını, bedenlerini nasıl yaralandığını kavramadan anlamaya çalışmak bence meselenin kalp atışlarını duymazdan gelmektir.
Elime geçen her fırsatta Yahudi düşünürlerden olan Adorno, Arendt ve Levinas’ın (inançlı olsun olmasın) Holokost deneyimleriyle (kampa gitmiş olsun olmasın) nasıl sarsıldıklarını ve bu doğrultuda nasıl bir felsefi düşünce (veya ‘anti-felsefi’ düşünce) geliştirdiklerini vurgulamaya gayret ediyorum. Bazen çok soyut olsa da düşünceyi karşımdakine anlatabildiğimi hissetsem de, bu temel tezi açık bir şekilde aktarmaya çalışırken bambaşka bir zorlukla karşılaşıyorum: Holokost’un dehşetini hakkıyla anlatma ve anlatma zorluğu... Her seferinde aynı sorgulamanın içinde buluyorum kendimi: Holokost’ta yaşananlar tüm korkunçluğuyla, tüm dehşetiyle anlaşılabilir veya anlatılabilir mi? Türkiye söz konusu olunca mesele daha da karmaşıklaşıyor, çünkü tarih kitapları müfredatında Holokost’tan bahsedilmiyor; resmi tarihte bunun yeri yok, dolayısıyla Holokost’un ne olduğunu bilen de maalesef pek yok. İşin daha da kötüsü Holokost’la ilgili çok fazla kitap da yok piyasada (olanlar da zaten sağolsun Gözlem Yayınları’nın yayınladıkları)... Yine de, buna sığınmak büyük kolaycılık olur. Nihayetinde istesek de istemesek de etkisine maruz kaldığımız Hollywood var, onun elinden çıkan onlarca Holokost filmi var... Aralarında çok-satar listelerine giren ve onlarca dile çevrilen kitaplar da bulunan bir Holokost literatürü var. Peki, bunlar yeterli mi?
ART SPIEGELMAN VE MAUS’UN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Geçenlerde Art Spiegelman’ın Pulitzer Ödüllü çizgi romanı Maus’u okurken, bunu herkesin okuması gerektiğini düşündüm. Beni bunu düşünmeye iten çizgi roman tekniği miydi? Çizgi roman tekniği bu anlatıya ne katmıştı? Daha çok kişiye ulaşmayı mı kolaylaştırıyordu? Oysa anlatılanların hazmı hiç kolay değildi... Çizerin babası Polonya Yahudisi Vladek Spiegelman’ın Auschwitz yıllarının dehşetiyle örselenmiş hafızası ve Auschwitz’den sağ kurtulmuş bir ailenin çocuğu olarak Art’ın yaşadığı travma ekseninde şekillenen derinden yaralı bir anlatıydı bu... Üstelik bunu Hitler’in sözlerinden yola çıkarak kullandığı bir metafor aracılığıya yapıyordu: ‘Yahudiler hiç kuşkusuz bir ırka mensuptur; fakat insan ırkı değildir bu’, diyordu Hitler; Art Spiegelman da Yahudilerini insan olarak değil, fare olarak resmetmişti. Bu temsil yöntemi, belli bir mesafeyi doğuruyordu ister istemez (tıpkı çizgi romanın doğurduğu mesafe gibi). Fakat bu tür bir temsilin orada yaşananları sıradanlaştırdığı, törpülediği, azımsattığı söylenebilir mi? Belki de, sözleri ve düşünceleri felce uğratan bu olay ancak bambaşka bir temsil yöntemiyle aktarılabilir, belki de ancak bu yolla bir nebze kolaylaşır yüzleşmek bu felaketle? Peki, bu felâketle yüzleşmek kolay mı olmalıdır? Bir çok-satar kitap biçiminde kültür endüstrisinin dolaşıma soktuğu tüketilebilir bir meta haline gelebilir mi Holokost, veya gelmeli midir? En genel biçimiyle sormak gerekirse; Holokost nasıl temsil edilmelidir? Sözcüklerin kapatamayacağı bir yara, hiçbir anlamı taşıyamayan bir anlamsızlık, her tür ifade biçimini yetersiz bırakan bir olaydan bahsetmeye çalışıyoruz. Onu imgeleştirmek, görselleştirmek, sözcüklere dökmek ve anlamlandırmak, çekilen acıya sadık kalabilir mi; yoksa o acıyı donuklaştırıp yaşananlara ihanet mi eder?
ANLATILANLAR ÖLENLERE ADANMIŞTIR
Holokost’tan sağ kurtulanlar kendileri için değil, ölenler için anlatırlar; onlara yitirdikleri seslerini geri vermek için. Sağ kalanın hikâyesi, hiçbir zaman tam olarak kendi hikâyesi değildir, çünkü kendi hikâyesini ötekine borçludur, yani onun yerine ölen komşusuna, arkadaşına, kader ortağına... Dolayısıyla sağ kalanların anlattıkları hep ölenlere adanmıştır; ölülerin hikâyeleridir. Elie Wiesel’e göre, “bunu [Auschwitz’i] bizzat yaşamamış olanlar asla anlamayacak, yaşayanlar ise asla anlatamayacak, ne doğruyu ne de tamamını... Geçmiş ölülerindir.” Dolayısıyla aslında Auschwitz’e tanıklık etme görevini üstlenen kişi, bir başkası adına konuştuğunu er geç fark edecektir. Primo Levi, kampta bir tutsağı hayatta kalmaya iten en kuvvetli nedenin yaşananlara tanık olma, bunları anlatma ihtiyacı olduğunu söylemişti. Fakat bu tanıklık hep eksik kalacaktı, mutlak sonu yaşayanlar Holokost’un asıl kurbanlarıydı ve onların yaşadıkları asla dile getirilemeyecekti. Bu açıdan, aslında tanıklık da imkânsızdı. Levi bu çıkmazı sıkça sorgulamıştı: O henüz dilini yitirmemişti; hâlâ konuşabildiğine ve anlatabildiğine göre asıl tanık o değildi. O, korkunç sonu deneyimlememişti. Oysa gaz odalarında biten hayatların dili yoktu. Fakat Levi ve onun gibi sağ kurtulanlar hayatlarını bu mutlak tanıklara borçlu olduklarını bildikleri için, onlara kaybettikleri seslerini geri verebilmek için yaşananları anlatma ihtiyacını duyuyorlardı. Holokost’u hatırlamak ve hatırlatmak etik bir sorumluluktur. Zira Holokost’tan sağ kurtulanlar giderek azalmakta; asıl soru onlarsız Holokost’un nasıl temsil edileceği sorusudur bence: Holokost, ona haksızlık etmeden, ihanet etmeden, anısına sadık kalarak, etkisini hiç azaltmadan nasıl anlatılabilir; hiç deforme etmeden nasıl temsil edilebilir?
ANLAM YÜKLEMEK
‘Temsil etme’ süreci, bilme ve anlamlandırma edimlerini önceleyen bir süreçtir. Önümdeki kitapla ilişki kurmam ancak onun bir temsilini zihnimde yaratmamla mümkündür. Ona dokunsam bile, hissetme deneyiminin benim için anlamlı hale gelmesi için dokunma edimimin de zihinsel bir temsilini oluşturmam gerekir. Anlam kitapta değildir, benim ona yüklediğim bir anlamdır. Dolayısıyla benden bağımsız ve apayrı bir varlık olan kitapla aramdaki mesafeyi ona yüklediğim anlamla kapatmaya çalışırım. İç dünyama ait süreçlere de böyle yaklaşırım. Hissettiğim duygunun ne olduğunu anlamaya çalışmak demek onun zihinsel bir temsilini yaratmak ve ona anlam yüklemektir. Bu durumda, her tür “temsil etme” (ve tabii ki bilme ve anlamlandırma) süreci önce bir mesafe yaratmak ve daha sonra bu mesafeyi kat etmektir; önce kendimi ondan ayrıştırmak, sonra onu bir resmini zihnimin içine yerleştirmeye çalışmak ve bu yolla ona bir anlam vererek yakınlaşmaktır. Peki ya zihnimizde bir temsilini oluşturamadığımız dolayısıyla da anlamlandıramadığımız şeyler?
Immanuel Kant, anlama yetimizi felce uğratan, her tür zihinsel temsili aşan, adlandırılamayan, dile getirilemeyen bazı deneyimler olduğunu söyler. Anlama sürecindeki ahengi yerle bir eden, zihinsel bir kısa devre yaşadığımız bu tür deneyimlerin bizde bıraktığı hisse Kant “yüce” der: bunun yıkıcı ve canavarsı bir tarafı vardır; zihinsel yetileri güçsüz bırakır. Kantçı anlamda yüce, mutlak dehşet veya mutlak bir kutsallık hissini uyandırır; fakat her iyi deneyimde de anlamlandırma süreci kesintili, sözcükler yetersizdir. Kant’ın ‘yüce’si üzerine düşünen Jean-François Lyotard, Holokost’un bu anlamıyla ‘yüce’ bir deneyim olduğunu iddia eder ve tam da bu yüzden asla temsil edilemeyeceğini öne sürer; onu temsil edebilecek hiçbir zihinsel süreç olmadığı gibi, onu konuşacak hiçbir dil de yoktur... Holokost hepsini yok etmiştir! Özellikle de Holokost’u imgeleştirmek, onun dehşetini unutmaktan başka bir şey değildir. Tam bu noktada bir etik çıkmazla karşılaşırız: Temsil edilemeyen, dile gelmeyen, akla hayale sığmayan bir olayı hatırlamak ve hatırlatmak nasıl mümkündür? Bu bir etik sorumluluksa, orada ölenlere karşı bir borçsa, bunu bir şekilde yerine getirmemiz gerekmez mi?
Theodor Adorno’nun 1949’da kaleme aldığı ‘Kültür Eleştirisi ve Toplum’ adlı yazısında, bugün neredeyse slogan haline gelen bir cümle vardır: “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır.” Adorno’nun burada kastettiği Auschwitz’den sonra, onu üreten Avrupa kültürünün toptan eleştirilmesi, onun temsil ve anlatım yollarının sorgulanmasını içerir. Yani bu açıdan Lyotard’ın tutumuna yakındır Adorno. Bildiğimiz, alıştığımız, içine doğup büyüdüğümüz ve bir parçası haline geldiğimiz kültür, Auschwitz gibi bir felâketi doğurmuştur. Bundan sonra hiçbir şey masum değildir; ne dil ne de anlama ve anlatma yolları. Fakat yirmi yıl sonra Adorno bu konudaki fikrini değiştirir gibi görünür: Her acının ifade edilme hakkı vardır der, tıpkı işkence edilen bir kişinin çığlık atmaya ihtiyacı olduğu gibi... Dolayısıyla şiir yazmaya devam etmek gerekir, fakat kültürü eleştirmeden hayatlarımıza kaldığımız yerden devam edemeyiz der Adorno. Yani, acı ifade edilmelidir; her ne kadar söze dökülemez, temsil edilemez, anlamlandırılamaz olsa bile... Etik sorumluluk bunu gerektirir. Bu noktada Holokost’u imgeleştirip beyaz perdeye aktaran yönetmen Claude Lanzmann ve filmi Shoah’dan da bahsetmek gerekir. Lanzmann’ın bu filmde yaptığı, tanıklığın ve Holokost’un ifade edilmesinin imkânsızlığını gözler önüne sermektir. Gördükleri, yaşadıkları şeyi zihinlerinde bir temsile dönüştüremeyen, dolayısıyla söze dökemeyen Holokost’tan sağ kurtulmuş bu insanlar, hem Holokost’un dehşetinin vücuda gelmiş halidir hem de bu dehşetin hatırlanması, hatırlatılması ve bütün zorluklara rağmen temsil edilmesi gerektiğinin kanıtıdır. Yine Adorno’ya dönersek, “acıyı sese kavuşturmak, her tür hakikatin ön koşuldur.”
KİSCHKA VE ÇİZGİLERİ
Art Spiegelman ve yine o gelenekten gelen Michel Kichka1 da, yine bu acıyı sese kavuşturanlardandır. Çizimleri ve Kichka’nın Holokost’tan sağ kurtulan ve yine bir çizer olan babasından devraldığı mizahi üslup da aslında geleneksel temsil yollarına meydan okuyan girişimlerdir. Vladek Spiegelman’ın bir fare olarak temsil edilmesi, baba Henri Kichka’nın Hitler’i kafasında lazımlıktan bir miğfer, omuzunda süpürgeden bir tüfek, çöp gibi bacaklarla resmettiği karikatürü, dile gelemeyenin yarattığı şokla, “yüce” hissiyle baş etmenin yollarıdır. Anlatılamayanı ve anlaşılamayanı kuşatma altına almaktan ziyade, o boşluğa, kapanmayacak olan o uçuruma, iyileşmeyecek o yaraya tanıklık etmektedir bu yeni temsil yolları. Auschwitz’den sonra yazılacak şiirler, bu acıyı hatırlatacak ama dehşeti yenemeyecek şiirlerdir... Temsil, üzerine düşeni yapamayacağının farkında olarak temsil edecektir; anlam, anlamsızlığa yenilecektir... fakat yine de etik sorumluluk yerine getirilecektir.
1 Michel Kichka, İkinci Kuşak: Babama Söylemediklerim, Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın, 2012; çeviren: İzel Rozental