Ak güvercinin iri gözleri vardı, Güzelliğinden fışkıran bir pınardı, Soğuk sularından içtim, serinledim Çağlayan bir nehrin sesini dinledim...
İki aydan bu yana, İstanbul’da değilim. İsrail ‘de çocuklarımla birlikte aylar süren ayrılığın acısını çıkartıyoruz. Tabi ki bu süreç içinde zaman zaman küçük kaçamaklar yapıp, eşimle birlikte şehir dışına çıkabiliyoruz. Böyle bir YERUŞALAYİM gününde çok güzel, anlamlı, duygusal anlar yaşadım.
Neredeyse onbeş yaşımdan bu yana en az, 40 kez kadar gelme şansını buldum. Her gelişimizde de Kotel Hamaaraviyi (Batı Duvarı) ziyaret etmek olmazsa olmazlarımdandır. Aralık ayı ise benim en keyifli ayımdır. Çünkü kış mevsimi en çok sevdiğim dönemdir, üstelik aralık ayında hem Hanuka bayramını, hem de benim doğum günümü kutlarız. İçimde kalan küçük çocuktan olsa gerek, doğum günlerimde hala heyecanlanıp, çocuk gibi seviniyorum. İşte o günlerin birinde, sevgili YERUŞALAYİM’e doğru yola çıktık. Nedense duvar uzaktan gözüme çarptığı vakit, eski bir dosta yeniden merhaba demek gelir içimden. Ve sevgili KOTEL, yine birlikteyiz. Önce ona uzaktan uzun uzun baktım sonra koşarak yanına vardım. Etraf öylesine kalabalık ki; Bar-mitsva sevincini yaşayan bir aile ve davetlileri, Etiyopya’lı bir turist kafilesi, rengârenk kıyafetleriyle gözleri kamaştırıyorlar. Türkuaz, kırmızı, sarı, turuncu karışık renklerde rengârenk harmanilerini kuşanmışlar, bazılarının boynunda iri renkli boncuklar, başlarında kavuk biçiminde sarılmış renkli türbanlar... Kuzguni renkte tombulca kadınlar, kulaklarında iri halkalı küpeler... Kalın dudaklardan dökülen dua nidaları; “Tanrım benim için onlarla savaş, beni güçlü kıl, bu kavgayı kazanmama yardım et.” Gözlerden aşağıya inci gibi dökülen gözyaşları... Duvarın arasında bir yerde bir paravan var. Erkekler ve kadınlar birbirlerini görmesinler diye. Birkaç kadın plastik sandalyelerin üzerine çıkmış, haykıra haykıra, heyecanla şarkılar söylüyorlar. Çünkü ayracın öte yanında 13 yaşındaki Bar-mitsva çocuğu, tefilinlerini takmış, elindeki Sefer Tora’yla dans ediyor. Bende bir sandalyeye çıkıp duvarın diğer yanına bakıyorum. Baba ve ailenin erkek bireyleri, sevinçli ve kıvançlı. Anne ağlıyor. Yanında yaşlıca kadınlar var, teyzeler, büyükanneler, halalar...
Sandalyeden inip yeniden duvarın dibinde kendime bir yercik bulmaya çalışıyorum. Duvarın soğuk temasını alnımda hissediyorum. Buraya en az 40 kere geldim, ne ağladım ne de dua ettim. Sadece nedendir bilmem her seferinde büyük bir içtenlikle Tanrı’ma ‘’beni bildiğin gibi yap’’dedim. Tek bir kere büyük torunum Guy David doğduğu vakit onun varlığı için tapınarak şükrettim. Belki de Tanrı’dan özel isteklerde bulunsaydım, onlarla sınırlı kalacaktım. Oysa beni bildiği gibi yaptı, çok da iyi etti. Hamdolsun.
Bu seneyi, aşırı duygu yüklü ve hüzünlü geçirdim. Canım annemi kaybettim, çocuklarıma aylarca hasret kaldım. Gözyaşlarım günlerce sel oldu gitti. Duvara alnımı dayadığım anda önce yine şükrettim, sonra anneme ve babama selam ve sevgi gönderdim. Ömrümde ilk kez içimi bir kız arkadaşıma döker gibi Tanrı’ya döktüm. Konuştum, ağladım, güldüm, yakardım, pişmanlıklarımı anlattım. Öfkelerimi dile getirdim. Af diledim, kızdıklarımı affettim, kederlendim ve sonra huzur duydum, rahatladım. İşte dedim,’’sevgili ağlama duvarı, nihayet senin önünde Tanrı’mla tam bir arkadaşlık kurduk, adına layık bir misafirlik oldu bu’’.Sevgili kız arkadaşımı öptüm ve plastik sandalyelerden birine oturup tablo seyreder gibi duvarı izlemeye başladım. Ey yaşlı kız ey çileli, saçlarına ak düşmüş, yılların yorgunu kız... Bilsen etrafında dönüp dolaşan hırsları, kinleri, aşkları ve tutkuları etrafında yapılan mücadeleleri. Dökülen kanları, edilen duaları, dökülen yaşları, pişmanlıkla dövünen tövbekârları, kutsal günlerde gökleri delen sesleri ile çalınan Şofarların yarattığı manevi ruh depremlerini. Otlar duvarların yarıkları arasından umarsızca fışkırıyor. Kimi taze, kimi neredeyse kupkuru. Tıpkı insanların umutları gibi. Taşların arası yüzlerce dilek kağıtçıklarıyla dolu. Tanrı’ya gönderilen dilek mektuplarının posta kutusu gibisin sevgili kız kardeşim.
Birdenbire oyukların birinde bembeyaz bir güvercin beliriyor. Zihnim beni yanıltıyor olabilir ama onunla göz göze geliyoruz. Birbirini ilk kez gören ve aşka düşen âşıklar gibi uzun uzun bakışıyoruz. Ak güvercin aniden kanatlarını bütün haşmetiyle açıyor. Beni kucaklamak isteyen bir sevgili gibi. Kalbim heyecanla çarpıyor. Meleklerim bana cennetten haber mi taşıyorlar? Kimin selamını getiriyor bu kuş? Annemlerden mi? Geleceğin mutlu günlerinden mi? Yoksa kız arkadaşımın ülkesine barış mı müjdeliyor?
Hepsi de güzel, hepsi de kutlu. Güvercin kanatlarını indiriyor, yine göz göze geliyoruz. Uzun uzun bakışıyoruz. Sonra silkiniyor ve kanatlarını açıp gökyüzüne doğru süzülüyor. Onun bembeyaz bir tüyü uçuşuyor ve kucağıma konuveriyor. Ah canım benim, bu ne güzel bir armağan, bu bana meleklerimin bir hediyesi. Öylesine huzurluyum ki...
Yeruşalayim’in selametini dileyin;
Seni sevenler rahatta olsunlar
Duvarların içinde selamet,
Sarayların içinde rahat olsun
Kardeşlerim ve arkadaşlarım için şimdi derim:
Sende selamet olsun
Tanrı’mız Rabbin evi için,
Senin iyiliğini ararım.
Mizmor 122/David’in
hac ilahisi