MİCHAEL HANEKE’NİN “AŞK”I YALIN, SARSICI, ETKİLEYİCİ, SERT, TEDİRGİN EDİCİ, İNSANCIL BİR DRAM
80’li yaşlarını sürdüren emekli müzik öğretmeni bir çiftin ölüm karşısındaki tutumlarını mercek altına alan film, sinema tarihine yaşlılık üzerine yapılmış en güzel filmlerden biri olarak geçecek. Yaşlılıkta insan vücudunun fiziksel ve psikolojik çöküşünü, yaklaşan ölüm sürecini sinemada bu denli etkileyici işleyen başka bir film hatırlamıyorum. Haneke sakin bir anlatımla, hayatın en zor anları olan yaşamın bitişini, iç burkan bir tonla ama büyük bir incelikle beyazpedeye taşıyor. Jean-Louis Tringnant ile Emmanuelle Riva kariyerlerinin en iyi perfonmanslarını çiziyorlar. Kaçırmayınız…
Geçen hafta Erdoğan Mitrani yazısına şöyle başlamıştı. “Tiyatroya sadece eğlenmek, hoşça vakit geçirmek için gidiyorsanız bu yazımı boşuna okumayın.”
Ben de kendisini taklit edip: “Sinemaya gittiğinizde, izlediğiniz film hakkında kafa yorma alışkanlığınız yoksa, ‘Aşk’tan uzak durun. Ama sadece yılın değil, son yılların en iyi filmini kaçırdığınızı bilin” diyorum.
80’li yaşlarını sürdüren emekli müzik öğretmeni bir çiftin ölüm karşısında tutumlarını mercek altına alan ‘Aşk’ sinema tarihine yaşlılık üzerine yapılmış en güzel filmlerden biri olarak geçecek.
İnsan vücudunun yaşlılıkta fiziksel ve psikolojik çöküşünü, yaklaşan ölüm sürecini sinemada bu denli etkileyici işleyen başka bir film hatırlamıyorum.
Ölümüne sevgi teması etrafında dönen bu yalın, sarsıcı ve insancıl dram merhametli olduğu kadar acımasız, gerçekçi ve yürek paralayıcı.
Filmlerinde insanın karanlık ve acımasız yönünün taviz vermeden araştırmasına alışık olduğumuz Avusturyalı usta, ‘Aşk’ ile bu kez kulvar değiştiriyor, aşkın ölüm üzerinde, ölümün de aşk üzerindeki gücünü sorgulama konusu ediyor.
Seksenli yaşlarını sürdürmekte olan filmin kahramanları, Anne ve George, birbirlerine çok bağlı, kültürlü, emekli müzik öğretmenleridir. Kendisi de bir müzisyen olan kızları yurtdışında yaşamaktadır. Bir gün, Anne felç geçirir. Aralarındaki sevgi bağı gitgide zorlanırken ölüme hazırlanırlar.
Haneke filmin sonunu açılış sekansında gösterecek kadar gerçekçi ve kendinden emin.
“Sürpriz beklemeyin, yaşlı kadın ölecek. Ben iş hünerimi, yaklaşan ölümün çiftteki tahribatını göstermekte kullanacağım” demek istiyor.
ÖLÜMÜNE SEVME
‘Aşk’ta gerilim yaratma uzmanı Haneke’nin bir başka yüzünü keşfederiz. Sakin bir anlatımla, hayatın en zor anlarını, yaşamın bitişini, iç burkan bir tonla, ama büyük bir incelikle beyazperdeye taşıyor.
Haneke ölüme adım adım yaklaşan felçli kadını, ona sahip çıkmaya çalışan tükenmiş bir adamı, melodramın tuzaklarına düşmeden, duygu sömürüsüne kaçmadan anlatır.
Paris’in bir burjuva semtinde, zengin geçmişlerini yansıtan, klasik, zevkli döşenmiş görkemli dairelerinde, emekli müzik profesörleri, Anne (Emmanuelle Riva) ve Georges (Jean-Lous Trintingant) huzurlu, sosyal ve kültürel bir yaşam sürerler.
Kendileri gibi müzisyen olan kızları Eva (Isabelle Huppert) İngiliz kocasıyla yurtdışında yaşamaktadır. Değişik kentlerde konser veren Eva’nın yolu Paris’e ender düşmektedir.
Anne’ın beyin kanaması sonucu felç geçirmesiyle, birbirlerine büyük bir sevgiyle bağlı çifti ayakta tutan derin aşk, ciddi bir imtihan verecektir. Filmin son 100 dakikasında, fedakâr kocanın, sağ tarafı tutmayan eşine yardım etmek için çırpınışını görürüz. İkinci bir krizden sonra Anne konuşma kabiliyetini yitirir.
Anne’ın üstüne sevecenlikle titreyen, kullandığı bezleri değiştiren, onu yıkayan, şarkı söyleyen Georges gücünün kesildiğini görünce dehşete düşer.
YAŞLILIKTA BEDENİN İFLASI
Eva babasının bu uzun ve zorlu süreçte çökmekte olduğunu göremez. Umutsuzca “kötü, kötü” diye mırıldanan Anne dibe vurmayı, alçalışını yaşamaktansa ölmeyi yeğliyordur. George, karısına olan derin sevgisine, sabrına, dayanma gücüne ve fedakârlığına rağmen zor görevini tamamlayacaktır. Haneke, Milos Forman’ın unutulmaz başyapıtı ‘Guguk Kuşu’ndan ödünç aldığı bir yöntemle filmini noktalar.
Haneke, ölümle sınanan aşkı, önüne çıkan engelleri aşmak için kuvvetli olması gereken aşkı ve sınırlarını sorgularken, eksiksiz bir ‘Aşk’ öyküsü anlatıyor. Müzik ve edebiyat çevresinde inşa edilmiş rahat bir hayatın, kusursuz bir aşkın, hayatın acı gerçeklerine kurban edilişini izlerken, insan bedeninin çöküşü ile sevenlerinin çaresizliğine tanık oluyoruz.
Haneke’nin müzik kullanmadığı filmde, sadık kameramanı Darius Khondji’nin olağanüstü görüntülerine ve oyuncu kadrosundaki müthiş üçlünün perfonmanslarına hayranlık duyuyoruz.
Yaşlılığa ve bedenin iflasına can veren, “Hirosima Sevgilim”in ve Fransız sinemasının efsane oyuncusu Emmanuelle Riva, kariyerinin en başarılı performansında emektar Jean-Louis Trintignant, annesinin çektiği acıları yaşamadan uzaktan gazel okuyan Eva’da Isabelle Huppert, filmin uyumlu oyuncu kadrosunu oluşturuyor.
10 yıl önce, başarılı bir oyuncu olan kıza Marie Trintignant’ın trajik ölümünden sonra beyazperdeye veda eden, kendi köşesine çekilmişken Haneke’nin ısrarıyla sinemaya dönüş yapan, 1969’da Costa Gavras’ın başyıpıtı “Z” filmiyle Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu seçilen, Lelouch’un Altın Palmiye’li ‘Bir Erkek ve Bir Kadın’ ve Berlolucci’nin ‘The Conformist’i ile parlayan Jean-Louis Tringtignant’ı en savunması haliyle ‘Aşk’ta izliyoruz.
Cannes Film Festivali’nin Kapanış Galası’nda jüri başkanı Nanni Moretti, Altın Palmiye Ödülü’nün ‘Aşk’a veriliş sebebini açıklarken, 81 yaşındaki Trintignant ile 85 yaşındaki Emmanuelle Riva’nın katkısının altını çiziyordu.
2012 Avrupa Film Ödülleri’nde En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Kadın ve Erkek Oyuncu ödüllerini, 12 önemli uluslararası ödül, New York Yönetmenler Birliği’nin En İyi Yabancı Film Ödülü’nü kazanan ‘Aşk’ın aday gösterildiği Oscar’ı kazanması kimseyi şaşırtmayacak.
MICHAEL HANEKE: SİNEMANIN USTA FİLOZOFU
Modern toplumdaki insanların sorunlarını, bunalımlarını çıplak bir gerçeklikle filmlerinde sergileyen Michael Haneke, sinema sanatının yaşayan en ünlü filozofu. ‘Saklı / Cache’ (2005) ile ırkçılık sorununu, “Ölümcül Oyunlar / Funny Games” (1997) ile burjuvazinin çaresizliğini, “Piyano Öğretmeni / La Pianiste” (2001) ile seksüel bunalımı, “Bilinmeyen Kod / Code Inconnu” (2009) ile iletişim zorluğunu, “Beyaz Kurdele / Das Weisse Band” (2009) ile dini dogmaları, “Le Septieme Continent” (1989) ile tüketim toplumunu otopsi masasına yatıran Michael Haneke, son filmi “Aşk / Amour”da bir insanın en yakınının bedeninin iflas etmesiyle nasıl baş edebileceğini sorguluyor.
1942 Viyana doğumlu sanatçı, felsefe ve psikolojik öğreniminden sonra, film eleştirmeni olarak başladığı sinema kariyerini TV yönetmenliğiyle sürdürdü. İngman Bergman, Robert Breson ve Pier Paolo Pasalini hayranı sanatçı, kariyeri boyuncu ticari sinemanın kodlarına uyum sağlamayı hep reddetti, inandığı değerlerden hiç ödün vermedi. Bu yıl Fransa’da “Chevalier de la Legion d’Honeur” nişanını alan Haneke, senaryo yazarı ve yönetmen olarak sayısız uluslararası ödülün sahibi oldu.
Haneke, Cannes Film Festivali’nde, “Aşk” ile (Beyaz Kurdele’den 3 yıl sonra) kazandığı Altın Palmiye Ödülü ile, bu festivalin “İki Altın Palmiyeliler Kulübü”nün yeni üyesi oldu. Evvelce Cannes’dan Francis Ford Coppola, Shohei Imammura, Emir Kusturica, Bille August ve Dardenne Kardeşler iki Altın Palmiye ile ayrılmışlardı. Cannes’da bu ödülü üç kez kazanan yönetmen yok. Haneke 2005’te “Saklı / Cache” filmiyle Mizansen Ödülü’nün sahibi olmuştu.
Kendi anlatımıyla kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği filmler yaptığını söyleyen Michael Haneke’nin, Mayıs ayında “Aşk”ın Cannes’da yapılan dünya prömiyerinden sonra katıldığı basın konferansında bulunmuştum.
Son sözü Michael Haneke’ye bırakıyorum:
“Belli bir yaşa gelince büyüklerimizin acılarıyla karşılaşabiliyorsunuz. Çok sevdiğim bir kişinin acı çekmesini ve yaşamını yitirmesine tanıklık etmem bana “Aşk”ı yapma ilhanımı verdi. Yaşamda tatlı, acı anlar var. Filmimde yakınının acısıyla başa çıkmanın nasıl bir şey olduğunu anlatmaya çalıştım. Filmimin teması insan davranışları. Hastaneye girerek sosyal bir film yapmak istemedim. O tür filmlerin çok örneği var. Çok basit bir film yapmaktan çok memnunum.”