1945 yılında 2. Dünya Savaşı bittiğinde, Avrupa ekonomik olarak çökmüştü, eğer ABD ekonomisinin her gün bir yeni bir çıkartma gemisi yaparak destek olduğu müttefiklerin Normandiya çıkartması başarılı olmasaydı, İngiltere’nin bile Alman savaş makinesine dayanacak gücü kalmamıştı.
Aslında Nazi imparatoru, 1941 yılında Barbarossa adını verdiği Sovyetler Birliği’ni İşgal etme planını devreye koyduğu gün, aynı zamanda kendi kaderinin korkunç sonunu hazırlayan planı da kendi elleriyle imzalamıştı.
Zamanın en güçlü ordusuna sahip olan Nazi Almanya’sının çelik panzerlerini, Rus cephesinde komünistler değil, tarihçilerin ‘General kış’ adını taktığı beyaz üniformalı bir asker, liğme liğme edecekti.
Bu asker, daha evvel Fransa lideri Napoleon’un ordularını da darmadağın etmiş Rusya’nın kış mevsimi idi.
Almanya, Japonya ve İtalya ikinci dünya savaşından yenik olarak çıktıklarında, Avrupa’nın ileri ülkeleri hiçbir şey üretecek durumda olmadıklarından dünya ekonomisinin pazarları bir anda ABD mallarının hakimiyetine girecekti.
1950’li yıllara gelindiğinde, dünya toplam GSMH’sinin yüzde ellisinden fazlasını yenidünya ekonomisi üretiyordu!
İktisatçılar “Amerika hapşırsa dünya nezle olur” diye espri yapar bile olmuştu.
Klasik iktisat teorisi açısından baktığımızda ABD’nin savaş sonrası dünya ekonomisine hakimliğini savaşın doğal bir sonucu olarak görebiliriz.
Avrupa fabrikaları bombalar ile yıkılmış, büyük şehirler yaşanmaz hale gelmiş, iş gücü savaşta erozyona uğratılmıştı, doğal olarak da rekabetin kaybolduğu bir düzende, ABD bir numaralı ekonomik ve siyasi güç olmuşu.
Bu basit mantıksal ve iktisadi açıklama, benim için ABD’nin bugünkü gücünü açıklamaya yetmiyor.
Nedeni ise şöyle; ABD’nin doğal kaynakları ve yetişmiş insan gücünün aynısı, Avrupa’yı bitiren iki dünya savaşından önce Fransa’da, İngiltere’de, İtalya’da ve Almanya’da vardı, üstelik bu ülkeler Rönesans’ın aydınlığını ve James Watt’ın buhar gücünü kömür sayesinde sanayide kullanarak yaptığı ilk makinenin başlattığı endüstri çağının yaşandığı ekonomik coğrafyadaydılar.
Ayrıca Avrupa devletleri, Ortadoğu ve Afrika’da yaptıkları kolonileştirme siyaseti sayesinde, gelişen endüstrileri için ham madde ve kıymetli mineralleri neredeyse bedava bir maliyet ile elde ediyorlardı.
Nasıl oluyor da böyle büyük ekonomik bir mirasın sahipleri dururken, deniz aşırı bir ülkede İngiltere’den bağımsızlıklarını ilan etmiş bir avuç Amerikalının kurduğu federasyon 20. Yüzyılın ikinci yarısında henüz daha 169 yaşında iken dünyanın hakimi oluyordu.
Bu ekonomik ve siyasi mucizenin sırrı aslında Abraham Lincoln’nün 8 Nisan 1864’te temsilciler meclisine getirdiği 13. ABD Anayasa değişikliğinde gizliydi.
13. Anayasa değişikliği ABD sınırları içinde köleliği kaldırıyordu.
Amerikan güney eyaletlerinin Washington’a isyanına neden olan ve tam 4 yıl sürecek Amerikan iç savaşına neden olacak kölelik mevzuuna son noktayı koyan Lincoln, aslında bir gün dünyaya hakim olacak ABD’nin kaderini de belirlemiş oluyordu.
Amerikan iç savaşı yenidünyanın vatandaşlarına o güne kadar hiçbir medeniyetin tabiiyetine vermediği bir anayasal güç veriyordu, bu güç özgürlük ve sınıfsızlıktı.
İç savaş sonunda güneyde pamuk yetiştiriciliğin yapan ve köleliği destekleyen eyaletler de Washington’a katılarak bugünün Amerika Birleşik Devletlerini oluşturacaklardı.
Bugün Avrupa Birliği olarak karşımıza çıkan ekonomik model onlarca yıl evvel yenidünyanın başarısında anahtar rol oynamıştır.
Beyaz elbiseli generalin acımasızca dövdüğü Napoleon da, Nazi lideri Hitler de aslında Avrupa’yı kendi ideolojik rejimlerinde birleştirmek istiyorlardı, ama bunu Tanrı’nın kutsal saydığı özgürlük yerine kuvvet yolu ile yapmak istemişlerdi.
Avrupalılar da 19 yüzyılda aynı hataya düşmüşler zorla ele geçirip sömürmek istedikleri topraklardan Atatürk’ün başlattığı Kurtuluş Savaşı’nın arifesinde bir bir kovulmuşlardır.
Amerika’nın sırrı aslında Anayasa’sında yazılı olan özgürlük kavramı dır.
Ve tarih bize defalarca göstermiştir ki, insanoğlunun doğuştan gelen haklarını iktisadi çıkarlarına heba eden muhteris devletler atalarından kalan mirasları yemeğe fırsat bulamadan yok olacaklardır.
Tanrı tüm insanlığa doğuştan verdiği hakları savunacaktır…
ABD’nin sırrı bu hakların karşısında değil yanında olmayı seçme cesaretini göstermiş olmasındadır.