Bu yeni yazı dizimizde, sadece birkaç on yıldır tasa konusu olmaya başladığını sandığımız, ancak insanoğlunun yaratıldığı andan itibaren gündemde olan çevrecilik konusunu ele alacağız. İlk çevre gönüllüsü kimdir sizce? Çevreyi ilk kim düşünmüş? Neden peki? Daha sadece iki insanın, Adam ile Hava’nın yaşadığı bir dünyada, çevreye kim, ne kötülük edebilirdi?
Yazı dizisinin açılış cümleleri ile dikkatinizi çekmeyi başardım umarım, sevgili okurlar. Öncelikle yazının başlığı hakkında ufak bir açıklama yapmam gerekiyor. Tora derken akla ilk gelen Moşe’nin Beş Kitabı olsa da, genel anlamda Yahudiliğin bütün kutsal kitapları, metinleri ve yorumları için de kullanılabilir. Tora çalışıyorum diyen bir kişi, Talmud’un risalelerinden birini öğrenmekte olduğu gibi, bu mütevazı yazıyı okuyor da olabilir.
Şimdi de açılışta sorduğum sorulara cevap vermeye çalışayım. İlk çevre gönüllüsü, hatta aktivisti Aşem’dir tabii.
Tanrı’nın asıl amacı insanı yaratmaktı ama önce onu yerleştireceği ortamı oluşturması gerekiyordu. Yaratılış Kitabı’nı açıyor ve okumaya başlıyoruz. Birinci bölümde (perek) ilk 25 dize (pasuk) evrenin; takip eden 26. ve 27. dizeler ise insanın yaratılışına ayrılmış. Sonra sıra talimatlara gelmiş.
Bereşit 1:28
“Tanrı onları (Adam ile Hava’yı) mübarek kıldı. Tanrı onlara ‘Verimli olun ve çoğalın. Yeryüzünü doldurun ve onu ele geçirin. Denizin balıklarına, gökyüzünün kuşlarına ve yeryüzü üzerinde hareket eden tüm hayvanlara hükmedin’ dedi.”
Bereşit 1:29
“Tanrı ‘İşte – tüm yeryüzü üzerindeki tohum üreten her bitkiyi ve tohum üreten meyveleri olan her ağacı size verdim; sizin için yiyecek olacaklardır’ dedi.”
Her şey hazır mıydı peki? Tora’yı dikkatle okuyacak olursak, hayır. “Tanrı’nın yeryüzü ve gökleri tamamladığı günde, hiçbir yabani çalılık henüz yeryüzünde değildi ve hiçbir yabani bitki henüz bitmemişti.” (2:5)
Neden dersiniz?
“Çünkü Tanrı henüz yeryüzüne yağmur yağdırmamıştı ve toprağı işleyecek insan yoktu. Yeryüzünden bir sis yükseldi ve toprağın tüm yüzeyini suladı.” (2:5-6)
Demek ki, yaratmak yetmiyor. Yağmurların yağması ve birtakım kişilerin toprağı ekip biçmesi de gerekiyor. Büyük din âlimi Raşi’ye göre yağmur, Adam’ın durumun farkına vararak dua etmesi üzerine yağdı.
Mutlaka hatırlayacaksınız sevgili okurlar. Aşem, insanı yaratılış sürecine ortak etti ve eserini onun tamamlayarak mükemmellik derecesine getirmesini bekledi. Ancak ne yazık ki... Neyse, her şey sırasıyla.
“Tanrı adamı aldı ve hem işlemesi, hem de koruması için onu Eden Bahçesi’ne yerleştirdi. Tanrı adama bir emir verdi ve ‘Bahçenin tüm ağaçlarından serbestçe yiyebilirsin’ dedi” (2:15-16).
Midraş’a göre bu sözler simgesel bir anlam taşır. Adamın bir nevi bahçıvanlık yapması beklenmemektedir çünkü insanın asıl görevi toprağa değil, Aşem’e hizmet etmektir. Başarıyı getirecek olan fiziksel çaba değildir çünkü.
Hep rastlıyoruz: ‘Midraş’a göre’ ya da ‘Midraş şöyle der’ diye. Midraş nedir peki? Bir kişi mi? Efsane mi?
Midraş sözcüğünün anlamı ‘öğrenim’ ya da ‘derin araştırma’dır. Din âlimlerimizin Tora’yı açıklamak, bazı boşlukları doldurmak ve anlaşılması zor bazı bölümlerine ışık tutmak için yaptığı derin araştırmalar sonrası vardıkları sonuçlar için kullanılır. Midraş Raba, bu türde bir yorumlar derlemesidir.
Talmud’un Koelet Rabba bölümü şöyle der: “Aşem, adamı yarattıktan hemen sonra ona Gan Eden’i gezdirdi, tüm ağaçların önünden geçmesini sağladı ve şöyle dedi: ‘Yaptıklarıma bak, ne kadar güzel ve muhteşemler! Şimdi bütün yarattıklarımı senin için yarattım. Bunu düşün ve Dünyamı bozup yıkma. Bozarsan, senden sonra onaracak kimse olmayacak.’” (7:28)
İşte ilk uyarı geldi bile!
Tarihte mesire yeri olarak ün salmış bir derenin karşısında seneler boyunca çalıştım. Her gün başka renk akardı dere. Boyaları dereye tahliye eden, çevreci biriydi. Hatta ilk sanayici/çevreci derneğin kurucuları arasındaydı. Ona göre, derenin renkli akmasının bir zararı yoktu; söyledi desem yalan olur ama belki estetik bile buluyordu turuncu, kırmızı, pembe suları. Amerika’da öğrenim görmüş bir başkasına göre, ortalığı kaplayan keskin üre formaldehit kokusu gözlerimizi yakabilirdi ama nezle olmamızı önlerdi! Bırakın zararı, faydası bile vardı. Bir eğitimin sonunda, bir başkası dayanamayıp bağırdı: Ne yani, iş yapmayacak mıyız? Burayı kapatalım mı? Bunu mu istiyorsunuz?
Bütün mesele bu... Ya iş yapacağız ya da çevreyi koruyacağız. İkisi birden olamıyor... mu gerçekten?
Bereşit 1:28 ne diyordu? Yeryüzünü doldurun ve onu ele geçirin. Düz düşünelim: Tanrı dünyayı istediğimiz gibi kullanmamıza izin veriyor. Ele geçirin, daha ne olsun? Ama az sonra ne diyor? Tanrı adamı aldı ve hem işlemesi, hem de koruması için onu Eden Bahçesi’ne yerleştirdi.
Özetle kullan ama hor kullanma. Kullan ama aynı zamanda koru. Sürdürülebilir gelişme nedir bilir misiniz? Çok kısa bir tanımla, “kişinin ihtiyaçlarını gidermek için kaynakları kullanırken, gelecek nesilleri de dikkate alması. O kaynakların sonraki kuşaklara da yetmesi için, gerekeni yapması.” Tora çalıştıktan sonra, bu ilkeyi anlamak ne kadar kolaylaşıyor, değil mi?
Kabul etmeliyiz ki hassas bir denge kurmak gerekiyor. Ama Tora bize sürekli ışık tutuyor. Örneğin Devarim Kitabı (20:19-20) şöyle diyor:
“Bir şehre, onu ele geçirmek için savaşmak üzere uzun bir süre kuşatma uyguladığında, şehrin ağacını, üzerine baltayı savurup yok etme. Ondan meyve yiyeceksin; bu yüzden onu kesme; zira insanın yaşamı, kırın ağacına bağımlıdır ve bu ağaç senin önündeki kuşatmaya dâhildir. Ancak yiyecek üreten bir ağaç olmadığını bildiğin bir ağaç söz konusu ise, onu yok edebilir veya kesebilir ve bunu kullanarak seninle savaş yapan şehre karşı kuşatma araçları inşa edebilirsin.”
Burada tarih öncesi bir savaştan söz ediyoruz. Bir şehri ele geçirmek için kuşatacaksınız. Şehir sizin değil. Fethederseniz, belki ileride sizin olabilir. Yine de baltayı vurup ağacı kesmeyin. Peki, kuşatmak için ağaca ne gerek var? Tarihi filmlerde görmüşsünüzdür muhakkak. Koçbaşı denilen bir direk vardır. Bir sürü insan, ağaç gövdesinden yapılmış direği tutar ve ileri geri koşarak kalenin kapısına defalarca vurduktan sonra, kırıp içeri girerler. Ağaç onun için lazım. Anladık, savaşacaksın ama meyve veren ağacı kötü emellerine alet etme. Bakarsın acıkırsın. Kırların ortasında bile olsa, o ağacı kesme. Meyve vermeyen başka bir ağacı kes. Başkası gelip meyve veren ağacı taşlayacaktır, o başka.
Kaynakları gereksiz yere harcama, yani israf etme yasağına Bal Taşhit deniyor. İyi güzel de, meyve veriyor diye hiç mi ağaç kesemeyeceğiz? Ağacın kökleri evin temeline girdi, ev neredeyse yan yattı yatacak! O kadar da değil tabii. Büyük din âlimi Maimonides, Kral Kanunları 6:8’de (evet, kralların da uyması gereken kanunlar vardır. Bir kralın sahip olacağı kadın ve at sayısı sınırlıdır, örneğin) bir meyve ağacının başka ağaçlara veya binalara zarar vermesi durumunda kesilebileceğini belirtir.
Aynı konuda bir yorum daha var, o da Talmud’da yer alıyor: Eğer odunun değeri, verdiği meyvenin değerinden büyükse (cevizlerinde iş yok ama ağacından ne de güzel bir yemek masası yapılır! diyorsanız), eğer çürüyor ve yine başka ağaç ve yapılara zarar veriyorsa, hüküm aynı. Kesilebilir. (Bava Kama 91b).
“Rabi Yosi şöyle dedi: ‘Gören ama ne gördüğünü bilmeyen; duran ama neyin üstünde durduğunu bilmeyen insana ne yazık!’” (Hagiga 12b)
Çoğumuz bu durumda değil miyiz? Her şeyi kanıksamadık mı? Her şeyi doğal hakkımızmış gibi görmüyor muyuz? Kuş cıvıltıları duymayalı, gökkuşağına bakmayalı ne kadar oldu? Gözümüzü gökyüzüne kaldırmak yerine saatimize bakarak bir yerlere yetişmeye çalışıyoruz.
Ağaçlara teker teker kusur bulmaktan, ormanı göremez olduk. Orman demişken, bir de Hasidik öykü:
Hahamlardan birinin oğlu sürekli ortadan kayboluyor, ormanda gezmeye gidiyormuş. Babası başta ses çıkarmasa da zamanla endişelenmeye başlamış. Ormanlar tehlikeli yerlerdi ne de olsa. Ayrıca çocuğu ormanda neyin çektiğini de merak ediyormuş. Meseleyi çocukla konuşmaya karar vermiş ve onu karşısına alıp sormuş: “Her gün ormana gittiğini görüyorum. Nedenini bana söyler misin?” “Tanrı’ya aramaya gidiyorum,” diye cevap vermiş çocuk. “Çok iyi de,” demiş babası tatlı bir sesle “Tanrı her yerde aynı değil mi?” Çocuğun yanıtı: “Evet ama ben her yerde aynı değilim”
Breslovlu Rabi Nahman’a göre: Çimenler ve ağaçlar arasında dua etmek ve Tanrı ile konuşmak güzeldir. Kişi kırlarda dua ederken bütün bitkiler ve hayvanlar duaya katılır ve duayı güçlendirir.
Dünya bizim için, hatta Talmud’a göre kişisel olarak her birimiz için yaratıldı ama dünyadaki her şeyin bize ait olduğu yanılgısından kurtulmalıyız. Gözle gördüğümüz, duyularımızla algıladığımız ne varsa, hepsi Aşem’e aittir. Bizler dâhil. Artık bilinçlenmeli, kendimize ve çevremize zarar vermekten vazgeçmeliyiz.
Rabi Yitshak Eisik şöyle demiş: “Yaşamın ilkesi ‘Vermek ve almak’tır. Herkes hem vermeli, hem de almalıdır. Vermeyen kişi, kuru ağaç gibidir.
Kısa bir sapma yapıp alma ve verme konusuna Kabalistik bir açıklama getirmek istiyorum. Kabala’ya göre vücudun sol tarafı alan, sağ tarafı ise veren taraftır. İnsanın örneğin vücudunun sol tarafında ortaya çıkan bir rahatsızlık, alma konusunda bir sorun olduğunu gösterir. Diyebilirsiniz ki, ben çok verici bir insanım. Bana karşılık verilmesine ihtiyacım yok, neden alayım? Verici olmak güzel ama alan taraf, minnetini bir şekilde göstermek isterse, ihtiyacım yok diyerek onu geri çevirmek, bir tür aşağılama olacağından, sistemde sorunlara yol açar. Hem onurla almasını, hem zarafetle vermesini bilmek gerekir. İşin güzelliği (tiferet) burada.
Tora’nın bütün çevreciliğinin bu kadar olduğunu sanmıyorsunuz herhalde. Devamı gelecek, Aşem izin verirse. Ancak bu ilk yazıya, Peygamber Yeşaya’nın şu çarpıcı sözleri ile son vermek istiyorum: “Tanrı (dünyayı) çöplük olsun diye yaratmadı, üzerinde yaşansın diye yarattı!” (5:7-8).
Hep verenlerden olun ama gerektiğinde almayı da ihmal etmeyin lütfen.