Ekran karşısında gözyaşlarınıza hâkim olamadığınız bazı filmler vardır, Mordehay Kohen’in öyküsü de bir senaristin hayal gücünün kaleme dökülmüş hali değil, ancak filmlere konu olabilecek gerçek bir yaşam öyküsü…
Sizi tanıyabilir miyiz?
Adım Mordehay Kohen. 1952 yılında bir kız bir erkek çocuktan sonra ailemin son ferdi olarak dünyaya geldim. İsrail’de yaşıyorum, mesleğim otobüs şoförlüğü. Eşimden ayrıldım, tek başıma yaşıyorum.
Rahmetli babam İstanbul’da şehir hatları vapurlarındaki büfelerde çiklet, çikolata ve sandviç satardı. O zamanlar, şimdiki gibi işletmeci firma yoktu. Vapurların büfeleri Denizcilik Bankası T.A.O’ dan kiralanırdı. Babam da büfecilerin kiracısı idi. Beni çok kere, beraberinde işe götürürdü. Vapurlar, sefer programlarına göre, Kadıköy-Haydarpaşa- Karaköy, Boğaz hattı ve Adalar-Yalova hattında çalışırlardı.
Babamın çalıştığı ilk vapur Suvat (Küçüksu-Beykoz hattında), çalıştığı son vapur ise Haydarpaşa vapuru idi. Haydarpaşa vapuru, Boğaz’da sisli bir günde bir tankerle çarpıştı. Kazadan sonra vapuru tersaneye tamire aldılar.
O zamanlar yeni olan Beykoz vapuru hariç, vapurların hepsi kömürle çalışırdı. Beykoz vapuru 1959 yılında Hasköy tersanesinde inşa edilmişti ve dizel ile çalışırdı. Bu sebeple, diğer vapurlara nazaran daha hızlı idi. Bu vapuru Yalova hattına vermişlerdi. Yolcuların, vapuru tıka basa tavuk kümesleri ile doldurduklarını hatırlıyorum.
Siz doğmadan önce aileniz İsrail’e göç etmiş daha sonra da Türkiye’ye geri dönmüşlerdi. Bildiğiniz kadar bu öyküyü anlatır mısınız?
Annemle babam, 1948 yılında yeni bir hayat kurma umudu ile Karaköy Yolcu Salonu’ndan, Kadeş gemisine binmişler ve Hayfa’ya doğru yol almışlar. Beer Yaakov Çadır Kampı’nda bir süre yaşamışlar, ancak zor yaşam koşulları, onları geri dönmeye mecbur etmiş. Hatta annemin anlattığına göre, rahmetli babam o kadar kötü bir depresyona girmiş ki, bir gün aniden, ‘Haydarpaşa Kadıköy’e motor’ diye bağırmağa başlamış. Sonra kendine gelince de, anneme, ‘Galiba aklımı kaçırıyorum’ demiş. Ardından da geri dönüş başlamış.
Çocukluk yıllarınızdan bahseder misiniz?
1960 yılında Hasköy’de Maalem semtinde, tam sinagogun karşısında oturuyorduk. Bir gün, komşumuz Rofe Ailesi’nin brit mila töreni vardı. Ev, davetliler ile dolup taşıyordu. Moel geldi. Geleneksel ikramlar yapıldı, yani limonata ve rulo kremalı pastalar ikram edildi. Ev küçük olduğundan, çocuklara yer yoktu. Çocuklar dışarı top oynamaya çıktılar. Yaşım küçük olduğundan evde kaldım ve pencereden çocukların ve ağabeyimin top oyunlarını seyretmeye başladım. Birdenbire karşı mahalledeki çocuklarla bizimkiler arasında kavga çıktı. Dinimize hakaret etmeye başladılar. Bizimkiler içeri saklandılar. Ağabeyim, bir ara, ‘Gittiler mi?’ diye bakmak için başını kapıdan uzattığında dışarıda, tetikte bekleyen çocuğun attığı taş ağabeyimin tam gözüne isabet etti. Ağabeyimi kanlar içinde, yakındaki Balat Hastanesi’ne kaldırdılar. Babam, vapurda seferde idi. Akşamüstü eve geldiğinde, doktorlara ‘Oğlumu kurtarın’ diye yalvarmaya başladı. Doktor ‘Yapacak bir şey yok, göz bir cam bardak gibi kırıldı, maalesef onarılamaz’ dedi. Dinimize hakaret yüzünden ağabeyim gözünü kaybetmişti. Taşı atan çocuğa da reşit olmadığı herhangi bir ceza uygulanmadı. Babam bu üzüntü ile işe gidip ailesini geçindirmeye çalışıyordu, ama bu arada üç kez kalp krizi geçirdi. Çalıştığı son vapur Haydarpaşa’da tersaneye alınınca, babam işsiz kaldı ve İsrail’e göç etmeye karar verdiler. Nişantaşı’ndaki İsrail Konsolosluğu’na müracaat ettiler. Doktorların kontrolünden geçtikten sonra Konsolosluk’tan haber geldi: ‘Aron Kohen yeteri derecede sağlıklı değil, göç izni yok’.
Bir taraftan ağabeyimin üzüntüsü, diğer taraftan geçim derdi, derken, babam 45 yaşında dördüncü kalp krizini geçirdi, 1961 yılında hayata veda etti. Hasköy mezarlığında gömüldü.
Ondan sonra aileniz için zor günler başladı herhalde…
Annem 37 yaşında ve üç çocukla hiç bir güvencesi olmadan ortada kaldı. Evin temel direği gitmişti. Evi kim geçindirecekti? Kira lâzım, yemek lâzım… O zamanlar ev hanımları çalışmazdı. Derken, kimi davulcuya kimi zurnacıya misali, hepimiz dağılmaya başladık
Beni Ortaköy’deki yetimhaneye verdiler. Ablam zamanından önce, izdivaç yapmaya mecbur kaldı. Ağabeyim ise İsrail’de bir kibutzda yaşamaya gitti. Annem ise, şimdiki Barınyurt dedikleri, o zamanlar ise Moşav Zekenim adıyla anılan kuruluşta iş buldu.
Annemi çevremizden garajı sahibi, araba tamircisi üç çocuklu, dul bir beyle tanıştırdılar. Genç yaşta dul kalan bu beyin evlenmek için tek şartı annemin sadece onun çocuklarına bakmasıydı. Annem çaresiz kabul etti.
Yetimhanede bize çok iyi baktılar, hiçbir şeyimizi eksik etmediler. Ancak, artık büyüdüğüm için, yetimhaneden ayrılma vakti gelmişti. Yerimi benden daha küçük olan yardıma muhtaç çocuklara vermek zorundaydım. Annemin eşiyle yaptığı anlaşmadan haberim yoktu; anneme ‘Benim eve gelmem lazım’ dedim. Onun beni yaşlı bir bayanın yanına pansiyoner olarak yerleştirme teklifini kabul etmedim. Ondört yaşında bir çocuk, yaşlı bir kadının yanında ne yapardı? İsyan ettim.
1965 yılının Haziran ayında, benim gibi on arkadaşla, İsrail’e göç ettik. Bizi Beer Yaakov’da bulunan Yohanna Jabotinski isminde yatılı bir okula yerleştirdiler. Bizim gibi dünyanın her tarafından gelmiş çocuklarla bir araya geldik. Okulda birçok lisan konuşuluyordu.
İlk aylar İbranice bilmezken, sonraları bülbül gibi konuşmaya başladık. Zaten Türkiye’ de Musevi Okulu’nda okuduğum için, noktalı İbranice okumasını biliyordum. Okul kötü değildi.
Ardından tekrar bir İstanbul’a dönüş serüveni yaşadınız galiba…
Evet, öyle oldu. Okulda iyi davranıyorlardı ancak İstanbul özlemine daha fazla dayanamadım ve 1967 yılının Ağustos ayında Türkiye’ye dönüş yaptım. Dönüş biletimi annemin ikinci eşinin ödemesine rağmen, annemin evinde durum değişmedi. Annemin eşi kendisine ‘Baba’ diye hitap etmemi istiyordu. Çok sevdiğim babamdan başkasına baba diyemezdim. Onaltı yaşında kendimi yine sokakta buldum. Çalışmaya başladım. Önceleri Mahmutpaşa’da Rubo Konfeksiyon’da, daha sonra, Sultanhamam’da çok sevdiğim ve zevkle çalıştığım Grundig’te çalıştım. Hafta sonları, annemin Levent’teki evine gider, kirli çamaşırlarımı götürdüm. Bu durum iki yıl devam etti. Bu arada, üvey kız kardeşimi, kendisine hiç uymayan bir Kürt Yahudi’si ile nişanlandırdılar. Üvey kız kardeşim evlerinde konuşulan lisanı anlamıyordu. Evimizde konuştuğumuz lisan Ladino idi, onlar ise evlerinde Aramik Kürtçe lisanı konuşuyorlardı. Tabii bu izdivaç yürümedi ve olaylı bir şekilde ayrıldılar.
1969 yılında, bir akşam, mutfakta üvey kız kardeşim bana yemek hazırladıktan sonra, teşekkür mahiyetinde yanağına bir öpücük kondurdum. Bu basit buse hayatımı baştan sona değiştirecekti. Üvey kız kardeşim anneme giderek ‘Senin oğlunla evlenmek istiyorum’ demiş. O zamanlar, daha on yedi yaşındaydım. Babası kız kardeşimin sokağa bile çıkmasına izin vermiyordu. Ben, onların gözünde bir kurtarıcı idim. Annem ‘kabul etmezsen bizi sokağa atacaklar’ dedi. Ben sokağa atılmaya alışıktım, ama annemin sokağa atılmasına içim razı olmazdı. İstemeye istemeye bu teklifi kabul ettim.
Ve evlendiniz...
Sarıyer’de meşhur Urcan Balık Lokantası’nda nişan törenimiz yapıldı. Bu törende yüzümün hiç gülmediğini hatırlıyorum.
Ardından da gençlik hataları ardı ardına geldi. Nişanlım, umulmadık bir zamanda hamile kaldı. Bulunduğumuz muhafazakâr çevrede, bu konuyu ailemize açmak maalesef çok zordu. Tabii akabinde, evde çıngar koptu. Nişandan önce Hahambaşılığa gidilmiş ve ‘Bu iki gencin evlenmesi için sorun var mı?’ diye sorulmuştu. Aramızda kan bağı olmadığı için evlenmemize mahsur yoktu. Acele tarafından, evlilik muamelelerine başlandı. Bir taraftan nikâh, diğer taraftan sinagogda dini tören hazırlıkları yapıldı. Gözlerden uzak olması için, düğünümüzün Neve Şalom Sinagogu yerine, Karaköy’deki Zülfaris Sinagogu’nda yapılması uygun görüldü.
Düğünden sonra Taşlık Gazinosu’nda çay keyfi ve ardından da Bebek Otel’inde düğün kutlaması. Ertesi gün ise Tekirdağ’a kadar gezinti, deniz kenarındaki bir gazinoda öğlen yemeği ve İstanbul’a dönüş.
Eve dönünce, bu sefer de karşımıza akıl almaz sorunlar çıktı. Babası eşim ile aynı odada kalmama izin vermiyordu. Sebebi ise, eşimin kendisinden küçük iki kardeşinin, bizi kardeş sandıkları için, ikimizin aynı odada yattığımızı görmeleri uygun değilmiş.
Her gece eşimin babası, işten döndükten sonra, garajdaki sorunlarından dolayı, yemekte bir kadeh rakı içer, sonra da masayı devirirdi. Her gece ‘Aman bu gece yemeğimiz çıngar çıkarmadan sona ersin’ diye dua ederdik.
Bizim için kurtuluş, İsrail’e göç etmekti. Muamelelerimizi tamamladık. Ev eşyaları ve mutfak malzemeleri satın alındı. Hepsi ambalajlandı, sandıklara yerleştirildi ve 1970 yılının Ocak ayında, Karaköy Yolcu Salonu’ndan, kış mevsiminin dalgalı denizinde, yeni bir ülke ve yeni bir hayata başlamak üzere yola çıktık. Her ikimiz de daha çocuk yaştaydık. Ayrıca bu yetmiyormuş gibi, eşim de dört aylık hamile idi.