İstanbul’u kim kurdu? Yani bugün bildiğimiz İstanbul’u kimler kurdu? İstanbul’un modernleşme sürecini kimler başlattı mesela? Bugün bize aşk nefret ilişkisi yaşatan bu şehrin gelişimi için kimler emek verdi? Malum hafızası zayıf bir toplum olduğumuz için bu sorunun klasik yanıtları bellidir. Bir de illa ki ideolojik ekseniniz bu soruya vereceğiniz yanıtta belirleyici olacaktır.
Ben bu soruya mümkün olduğunca ideolojik eksenden, etnik ve kültürel aidiyetten arındırılmış bir yanıt bulmaya çalışırım. Zordur, zira bu topraklarda tarih tam da ters köşeden yazıldığı için derdinize dayanak olacak kaynak bile bulamayabilirsiniz.
İstanbul’u kuranlar listesinin sonu gelmez. Hele ki iktidarı ele geçiren hemen herkesin “kendi imzasını atma” kaygısı güttüğü bir yerde sürekli olarak şehri kurma iddiasında olanların sonu da gelmez. Bu yazının konusu olan Abraham-Salamon Kamondo yaşadığı dönemde İstanbul’a damgasını vurduğunun farkında mıydı bilinmez ama her ne kadar hemşehrileri kendisini unutmuş olsa da ardında bıraktıkları bu eski şehrin dört bir köşesinde karşımıza çıkıyor. Zira Kamondolar, İstanbul’da 50 kadarı Galata bölgesinde olmak üzere toplamda 200’un üzerinde yapı bırakmışlar.
Benim Kamondolarla tanışmam oldukça geç oldu sayılır. Aslında İstanbul’a yolu düşen herkes gibi benimde Kamondo merdivenlerinde fotoğraf çektirmişliğim vardı elbet. Çocukluğumdan beri İstanbul’a her geldiğimde bir şekilde etrafından geçtiğim ve Dolmabahçe Sarayı’ndan kopartılıp Hasköy’de bir tepenin üstüne konulmuş gibi duran o mozolenin de farkındaydım ancak ne aralarındaki bağlantıyı ne de bunları inşa eden Bay Kamondo’nun modernleşme döneminde İstanbul’u neredeyse baştan başa kurduğunu bilmiyordum. Ya da Paris’te pek çok kez ziyaret ettiğim Musee Des Arts Décoratifs’in, Pierre Paulin, Philippe Starck da dahil olmak üzere pek çok önemli mimar ve tasarımcının eğitim gördüğü École Camondo’nun da yine İstanbul’un bu önemli ailesinin ardında bıraktıkları hazineler olduğundan haberdar değildim.
Kamondolarla gerçek anlamda tanışmam 2008 yılında Mimar Korhan Gümüş sayesinde gerçekleşti diyebilirim. O dönemde çeşitli projeleri hayata geçirmek için sürekli bir mücadele halinde olduğumuz Avrupa Kültür Başkenti programı içinde bazı azınlık mülklerinin iyileştirilmesine ilişkin proje önerileri vardı. Öyle ya İstanbul 1453’te kurulmamıştı ve içinde sadece Türkler yaşamamıştı. Bugün bile fazlasıyla eleştirilen ve bence de ziyan edilmiş bir fırsat olan Avrupa Kültür Başkenti programında kendi adıma dahil olduğum bazı projeleri gönül rahatlığı ile anabilirim. Bunlardan biri de Kont Abraham-Salamon Kamondo’nun Hasköy’deki anıt mezarının restorasyonu projesidir. Bu projeyi yürütürken Türkiye’de azınlık olmanın ne anlama geldiğini de yakından gözlemiş oldum.
İstanbul’a damgasını vurmak isteyen Bedrettin Dalan, 80’lerde Haliç’i yıkmıştı. O yıkıma kurban gidenlerden biri de Hasköy Yahudi Mezarlığı olmuştu. O yılları yaşayanlar, dozerlerin mezarları kazıyıp Haliç’e döktüğünü anlatırlar. Şehrin anayollarından birini geçirecek başka bir mevkii bulamayan dönemin yöneticileri nasıl olmuşsa Kamondo’nun anıt mezarına dokunmamışlar. Mozoleyi ilk kez görmeye gittiğimde gördüğüm manzara gerçekten iç burkacak cinstendi. Kont Kamondo’nun ölmeden önce yaptırdığı ve vasiyeti üzerine ölduğü Paris’ten naaşının getirilip büyük bir devlet töreni ile gömüldüğü mozolesi yılar içinde evsizlerin, madde bağımlılarının sığındığı bir yıkıntı haline gelmişti. Burada eldeki kıt kaynaklarla restorasyonu gerçekleştiren mimar Hayim Beraha’yı da anmam gerekir. Uzun süren mozolenin mülkiyetinin kimde olduğu tartışmasını da anmadan geçemeyeceğim. Basit bir restorasyon çalışmasını geçmeyecek olan bir inşa faaliyeti için bile sürekli belediyeler arasında koşturmak gerekmişti. Anıt mezarın yanı başını çöp toplama araçları için garaja çeviren Beyoğlu Belediyesi ile İBB, mezarlığın da üzerinde bulunduğu paftanın mülkiyetinin kimde olduğu konusunda bir türlü anlaşamıyorlardı. Nihayetinde burası “kamu arazisi” ise sorumluluğu kimde olacaktı? İzni kim verecekti?
Kamu arazileri üzerine koskoca gökdelenleri bir çırpıda kuruveren, ya da Beyoğlu Adliyesini altı ayda lüks bir otele çevirebilen irade, İstanbul Belediyesi’nin temellerini oluşturan 6. Daire’nin kurucusu da olan bu önemli hemşehrisinin mezarını restore edebilmek için ayni hızla çalışamıyordu. Oysaki bu şehri yönetenler dillerinden düşürmedikleri muhafazakârlık sözcüğünün gerçek anlamını bilselerdi, dillerinden düşürmedikleri ecdadlarının imparatorluğunda, Kont Kamondo’nun büyük saygı ve sevgi gördüğünü, sadrazamlar ve sultanlar da dâhil devlet erkânıyla dostluklar kurduğunu, cenaze töreninin olduğu gün İstanbul’da ve neredeyse tüm ülkede yas tutulduğunu, naaşına Osmanlı askerlerinin eşlik ettiğini ve Saray Bandosu’nun marşlar çaldığını bilebilirlerdi.
Kamondo’nun anıt mezarı benim uzun yıllar sonra dönüp geldiğim ülkemi tanımam için çok önemli bir araç oldu aslında. Bizim ülkemizin kültüründe semboller önemlidir. Siyaset de aslında semboller üzerinden yürür o nedenle de gerçek sorunlarımıza gerçek çözümler bulmamız çok kolay olmaz. Bütün çatışmalarımızın dönüp dolaşıp geldiği yerde hemen herkesin bir kimlik tartışması içinde olduğu bir ülkede gerçek bir reform yaşamak romantik bir hayalden öteye geçmiyor. Kont Kamondo da yaşadığı yıllarda içinden geldiği cemaatle aynı çatışmaları yaşamış. Bugün yaşasaydı muhtemelen yine ayni şeyler olacaktı. Bu topraklarda çatışma etnik, kültürel ya da siyasi kimlikler arasındaymış gibi görünüyorsa da asıl çatışma her zaman için reformistlerle onun karşısında duranlar arasında sürüyor.
Yanlış anlaşılmasın, sermayenin reformist ve devrimci üreten bir sınıf olduğunu iddia ediyor değilim. Ne var ki Abraham-Salamon Kamondo gibi zamanının en büyük sermayedarlarından birinin içinde yaşadığı toplumu dönüştürme çabalarını da bildiğimiz klişe sınıf söylemleri ile aşamayız. Günün birinde Istanbul’un bağımsız bir kent müzesi olursa, envanterinin önemli kısmını Kamondoların oluşturacağını düşünüyorum. Böylece bizlerde bu önemli hemşehrimizi biraz daha yakından tanıyabiliriz.
Benim kendisiyle tanışıklığım Kamondo Anıt Mezarı ile başlamıştı. Bugün, onun kurduğu binalardan birinde, Adahan Istanbul’da çalışmamla yeni bir boyut kazandı. İstanbul’da nereye baksam karşıma çıkan Kont Kamondo’nun daha fazla anımsanmayı ve anlaşılmayı hak ettiğini düşünüyorum. Bu şehri kuran pek çokları gibi o da unutulmayı hak etmiyor.
RUŞEN AKTAŞ Sanat Küratörü