İnsanın kendine sorduğu en temel soru, “Ben kimim, nereden geldim ve nereye gideceğim?” Bunu açıklamak için felsefeciler, Kutsal Kitap yorumcuları, din adamları, bilim insanları yüzyıllardır büyük bir çaba harcıyor
İnsanın gerçekte kim olduğunu, yaratılışın temel gayesini, Tanrı’yı, evreni tanımak ve bilmek için bu sorunun yanıtı arıyor. Marc Levy bu anlamda kendine özgü bir teknikle yazdığı iki kitapta bu soruyu soruyor, yanıtı aramakla birlikte, okuru tarihsel bir yolculuğa çıkartıyor.
Romandaki kahramanlardan biri (Adrian) astrofizikçidir. Keira ise, paleoantropolog’tur. Adrian mesleği ve özel ilgisi nedeniyle, ilk yıldızı bulmayı hedeflemiştir. Ayrıca gökyüzünün nasıl oluştuğunu anlamaya çalışmaktadır. O ilk yıldız sayesinde gökyüzünün tarihsel geçmişi, nasıl oluştuğu, tüm bunların içinde insanın nerede yer aldığı gibi konuları merak etmektedir. Keira ise, Doğu Afrika’da ortaya çıkan ilk insanı bulmayı düşlemektedir. Yaptığı kazılar sonrasında buldukları şaşırtıcıdır. Her ikisi de “ilk olanın” peşindedir.
Binlerce yıl önce insanlar dünyanın düz olduğunu, gidilecek mesafenin ufuk çizgisiyle sınırlı olduğunu düşünüyordu. İnsanın içindeki merak dürtüsü, bulmak, aramak, görmek, tanımak, bilmek isteği onu bu sınırı geçmeye yöneltti. İnsanın dışında doğadaki hiçbir canlı yaşadığı yerin ‘ötesini’ merak etmeyi, aramayı, kökenlerini araştırmayı, ufuktaki sınırı geçmeyi düşün(e)mez. Bu durum insana özgü bir düşünce ve davranış biçimidir. Nitekim Keira, “Atalarımız kim” diye sorar. (s/147)
Romandaki ufuk çizgisi hepimizin içinde saklı duran, bizi biz yapan, yeri ve zamanı geldiğinde ortaya çıkan, özel bir çizgidir. İşte o çizgiyi, o sınırı geçmek isteği, arzusu soyut bir ‘ayna’yı yansıtır. Bu aynaya baktıkça kendimizi tanımayı, ruhsal yapımızı anlamayı öğreniriz. O ayna bizim kendi içimizdeki ‘sınırdır’, ‘ufuk ötesidir’. İşte roman boyunca iki kahraman kendi içlerindeki bu sınırı geçmek için birçok tehlikeyi göze alır, neredeyse tüm dünyayı dolaşırlar. “Sen insanlığın doğuşunu araştırıyorsun, ben de evrenin nasıl doğduğunu, yaşamın nasıl başladığını... s/161” Her ikisi de kendi alanlarında yaptıkları keşiflerle, bu gerçeğe biraz yaklaşır. Keira bulduğu bir kolye sayesinde ilk insanla ilk yıldız arasında büyük bir paralellik varolduğunu anlar. Bu kolye günümüzden dört yüz milyon yıl öncesinin gökyüzü haritasını vermektedir. “....bu gökyüzünün, neredeyse yarım milyar yıl önce Dünya’dan bakıldığında görüldüğü gibi olmasına ise imkân yoktu. (s/234) Ardından Keira’nın bulduğu milyonlarca yıllık bir kadın iskeleti ile bulmaca daha da karmaşık bir hal alır. Bu arada bazı kötü niyetli insanların onları takip ettiklerini, buluşlarını engellemek için her şeyi göze aldıklarını da söylemeliyiz.
İnsan olarak geçmişimizi bilmek, öğrenmek isteriz. “İnsanın, nereden geldiğini bilmediği sürece, istediği yere gitmekte asla özgür olamayacaını anlattı. (s/147)” Günümüzde bilim, yüksek teknoloji, akıl ve özgür irade ile din kitapları, kutsal sözler, resmî tarih üzerine yoğunlaştıkça, ortaya çıkan bulguların, belgelerin, bilgilerin daha farklı bir gözle görülmeye başlandığını söyleyebiliriz. Bugüne kadar bildiğimiz, anladığımız, gördüğümüz, yaşadığımız her şey yeniden şekillenir, farklı bir anlam kazanır. Önemli olan bu gerçeğe hazır mıyız? Öyle ya günlük yaşantımızda yaptığımız her şeyin bir anlamını, nedenini bize yıllardır öğrettikleri gibi kabul ediyoruz. Tanrı’yı, evreni, yaşamı, hatta kendimizi bile tek bir bakış açısıyla tanımaya çalışıyoruz. Marc Levy biraz zorlamayla da olsa, okuru dipten sarsarak, bugüne kadar tüm bildiklerini sınayarak, ona bu konuda farklı bir pencere sunuyor diyebiliriz.
İLK GÜN
“İlk Gün” şöyle bir tümceyle başlar. “Gündoğumu nerede başlar?” Evet, basit gibi görülen, aslında insanın temel özelliklerini yansıtan etkileyici bir sorudur bu. İçimizde olanı dışarıda aramak, ona kavuşmak için farklı yerlere gitmek ve büyük sıkıntılar yaşamak yerine, doğru aynaya bakacak olursak, kendimizin ne(rede) olduğunu rahatlıkla görebiliriz. O sözünü ettiğimiz ayna bizim içimizdeki gerçek “ben’dir” diyebiliriz. Ancak ona bakacak cesaretimiz olduğunda, gerçek kimliğimizi görebiliriz. Buna hazır mısınız? O halde işte ‘ayna’ karşınızda...
İLK GECE
İkinci kitap ‘İlk Gece’ ise aynı kurgunun devamı niteliğindedir. Orada da aynı hikâye tüm hızıyla sürmektedir. “Senin Etiyopyalı Havva’nın DNA’sı genetik olarak değiştirilmiş örnekler içeriyorsa bu, onun bedeninin bizimkinden daha gelişmiş olduğunu gösterir....(s/408)” Aslında can alıcı bir sorudur yazarın kahramanına sordurduğu. Bizim bildiğimiz kadarıyla Adem ve Havva’nın nasıl yaratıldığını, dünyaya neden ve nasıl geldiğini Tevrat aracılığı ile öğreniyoruz. Bu tamam. Marc Levy bu konuyu edebî bir dille kurguluyor, okuru ışıkla karanlık arasındaki o incecik çizgide yürütüyor. O incecik çizginin ilerisinde hepimizin görmek istediği bir ‘sınır’, ‘gündoğumu’, ‘ufuk çizgisi’ var. Adını ne koyarsanız koyun, aslında yapmanız gereken tek şey, o çizgiye doğru yürümek, onu tanımak, bilmek olmalıdır... İçinizdeki ayna size yol haritası olacak, kim olduğunuzu tanıtacak, size kendinizi gösterecektir. O sınırı geçmek, gündoğumunun yanına gitmek, insanın kendini yeniden keşfetmesi demektir. ‘Orası’ sizin yeni ben’liğiniz, içinize yapacağınız yolculuğun adresidir. İkinci kitabın sonunda insanlığın böyle bir gerçekle yüzleşmesi için henüz erken olduğu kanısına varılır. Ufuk çizgisi çok uzaktadır, ayna bir kez daha derinlere gömülür. O aynayı çıkartmak ve bakmak büyük bir cesaret gerektirir... İkinci kitabın son satırları şöyledir. “Ya sınırlarını bildiğimi sandığım bu Evren, çok daha büyük bir bütünün küçücük bir parçasından başka bir şey değilse? Ya Dünyamız bir annenin karnındaki hücreden başka bir şey değilse? (s/423)”
Avram Ventura’nın son kitabı “Küldeki Kıvılcım”da şu satırları okuruz: “Kim bilir, önce kendimizi değiştirerek, belki dünyayı bile değiştirebiliriz. (s/105)” Doğru söze başka ne nedir ki?
Her iki roman yalın ve anlaşılır bir dille yazılmış. Sayfa sayısı sizi yanıltmasın. Okurken dünyanın birçok bölgesini tanıma şansını yakalıyorsunuz. Tıpkı bir tanıtım rehberi gibi ülkeleri dolaşıyor, müzeleri, tarihi yerleri, karlı dağları, Afrika ovalarını, nehirleri görüyorsunuz.
İki romanı da okurken şu soruyu kendinize soracaksınız. Ben kendi içimdeki ‘aynaya’ bakmaya hazır mıyım?