Ülkemizde ‘deneme’nin yeterince ilgi gördüğünü söyleyemeyiz. Genellikle roman, öykü, şiir öne çıkar, beğenilir ve vitrinlerde yerini alır. Oysa edebiyatın özgün bir kulvarıdır, deneme. Bu yazınsal türde kendini kanıtlamış, ülke çapında tanınan, birçok kitabı bulunan Avram Ventura ile söyleşeceğiz
Öncelikle yeni kitabınız hayırlı olsun diyelim. Bu kitap sizin uzun yıllara dayanan edebiyat birikiminizin sonucunda yayınlandı. İlk sorum şöyle olsun: Kitapta “Aynalar, yargılarımız karşısında en büyük yargıç!” sözünden hareketle, siz bir aynaya baktığınızda nasıl bir Avram Ventura görüyorsunuz?
Hepimiz bir nedenle aynaya bakarız; tıraş olurken, makyaj yaparken, giyinirken... Önemli olan aynaya neden baktığımızdan çok, nasıl baktığımız! Bir başka deyişle kendimize bakmak değil, gözlerimizi buluşturarak kendimizi görmek, içimizi okumak! Yüzümüz, gün boyu herkesin karşısına farklı bir maske ile çıkabiliyor. Sözcükleri amacımıza uygun kullanabiliyoruz. Oysa gözlerimizi, doğrudan aynadaki gözbebeklerimize diktiğimizde, tüm suskunluğuyla bir yargıç gibi bizi acımasızca sorgulayabilir. Uzun yıllar önce yazdığım bir şiirin başlığı şöyleydi: Korkutmasın Seni Aynalar. Her zaman aynalara korkmadan baktığımı söyleyebilirim. Bu da söz ve eylemlerimin birbirinden farklı değil, birbirleriyle tutarlı olmalarından kaynaklanmaktadır.
Yazılarınızdaki edebiyat dili, bir yerden sonra felsefe ve din ağırlıklı düşünce ve inançları da beraberinde taşıyor. “Geçmişten bu güne büyük ustalar, din önderleri ve düşünürler seslendikleri topluluklara bu öyküler aracılığıyla düşüncelerini aktarmışlar...” diyorsunuz. O halde Tevrat ve bu türden düşünsel öykü anlatımı arasındaki bağlantıyı, sözdizimini, temeli insana dayalı kurguyu bir yazar gözüyle nasıl yorumluyorsunuz?
Kitapta yer alan bir denemede de belirttim; söylediklerim unutulsa da, anlattığım öyküler uzun süre akılda kalabiliyor. İnançlar, mistik öğretiler, iletilerini konuya uygun bir öyküyle süsleyerek izleyenleri etkiliyor, düşüncelerine ışık tutuyorlar. Bir yazar gözüyle baktığımda önemli olan, ister okuyucu isterse izleyici olsun, onları etki altına alacak, şaşırtacak, sarsacak sağlam bir öykünüzün olmasıdır. Bir örnekle açıklayayım: Tevrat, dünyanın oluşumunu anlatırken, Tanrı’nın altı günde neleri yarattığını, yedinci günde de dinlendiğini yazar. İnançlı biri olarak, bunu sorgulamak bir yana, Tanrı bile altı gün çalıştıktan sonra Şabat günü dinleniyorsa, bize emredildiği gibi, bizler de birey olarak buna uymamız gerekir, diye düşünürüz. Yoksa yeryüzünün ve üstündeki bütün canlı ve cansız varlıkların oluşum öyküsü anlatılmadan, yalnızca “Haftada bir gün dinlenin!” denseydi, aynı etkiyi yaratabilir miydi, bilmiyorum.
Kitabınızda Mısırlı Dhun-Nun olayından yola çıkarsak, kişisel olarak yazılarınızda bir tür şifre tekniği kullandığınızı söyleyebilir miyiz? Yanıtın şifreli olmaması ricasıyla...
Neden böyle bir algı oluştuğunu anlayamadım. Yazılarımda kesinlikle bir şifre yok; ancak kimi benzetmeler, sezdirmeler, duyumsatmalar yer alıyor. Bu da okuyucunun çağrışımlardan ya da birikimlerinden daha çok yararlanarak keyif almasını amaçladığımdan kaynaklanmaktadır. Ayrıca üstünde durduğumuz konuların çoğu, soyut kavramlarla ilişkilidir. Kesin bir sonuca varmaktan çok, düşündürmenin, herkesin kendi doğrusunu bulmasında daha önemli olduğunu sanıyorum.
‘Dil ve Anlatım’ derken, şair yönünüz tümcelerinize yansıyor. Son derece lirik bir anlatım var. Düzgün bir Türkçe, insanî değerlere yönelik ve felsefî bir anlatım görüyoruz. Deneme ve şiiri birbirine bağlayan, varsa ayıran temel etmenler nelerdir?
Her yazınsal tür, kendini mutlaka sözcüklerle ifade eder. Her biri zengin bir şiirsellik içerebilir, ancak şiiri edebiyatın bir başka türü ile kıyaslayabileceğimizi sanmıyorum. Denemeyi öyküye daha yakın bulabiliriz, öyküyü romana... Oysa söz şiire geldi mi, onu kendi içinde değerlendirmek gerekir. Ben uzun yıllar şiirle boğuştum. Bu türde yayımlanmış beş kitabım var, ancak uzun süredir yazamıyorum. Doğrusu içimden de gelmiyor; ancak şiirselliğin denemelerimdeki sözcüklere, tümcelere yansıması doğaldır. Buna kulak verdiğim bir ses uyumu ya da alışkanlıktan gelen bir disiplin de diyebilirim.
Yazılarınızda yaşamın özünden beslendiğiniz belli oluyor. Bu çerçevede ‘deneme’yi bir tür yol gösterici gibi kullanıyorsunuz. Merak ediyorum, bunun kendi yaşamınıza ne kadar yansıdığını bizlerle paylaşır mısınız?
Deneme türünün bir konu sınırlaması yok. Yaşamın her alanında duygularınız, düşünceleriniz, gözlemlerinizle, deneme yazılarında yer alabilirsiniz. Kendi payıma konuşmak gerekirse, yazılarımda yeni hiçbir şey söylemiyorum, ancak bilinenleri farklı bir şekilde dile getirmeye çalışıyorum. Çoğu denemelerimde kendimi konunun odak noktasına koyarak, duygu ve düşüncelerimi başkalarıyla paylaşıyorum. Ayrıca öğüt vererek ya da yol göstererek değil, soru işaretleri ortaya koyarak, sezdirerek, anımsatarak konuya yaklaşmaya çalışıyorum. Sorunuza gelince... Bu kendi yaşantıma nasıl yansıyor? Daha önce söz ve eylemlerimin tutarlı olması gereğinden konuşmuştuk. Bu bağlamda, başta kendimi eğitiyorum. Yani yazdıklarımla yaşadıklarımın uygunluğu önemli olduğu gibi öncelikle beni mutlu ediyor.
Kitabınız tamamen insana yönelik, onun duygu ve düşüncelerine hitap eden bir anlayışla yazılmış. Okurken mutluluğu, samimiyeti, dostluğu, derin düşüncenin önemini anlıyorsunuz. Sizin bu kitabınız da sürekli okunacak, âdeta bir başucu kitabı niteliğinde. Yazılarınız insanı temelden yorumlayan, onu tanımlayan bir pusula gibi. İnsan ve edebiyat ilişkisini biraz olsun açar mısınız?
Bana göre edebiyatın hammaddesi insandır. Duyguları, düşünceleri, zaafları, coşkuları, düşlemleri, tutkuları, kısacası her şeyiyle insan! Bu edebiyat ürünlerine yakın olduğumuz ölçüde, her biri yüzümüze birer ayna tutuyor. Kiminde tümüyle kendimizi görüyor, kahramanlarını kendimizle özdeşleştiriyoruz, kiminde ise karşı olduğumuz bir karakteri... Ancak her anlatılan öykünün yaşamda mutlaka bir karşılığını, benzer bir yaşanmışlığını bulabiliyoruz.
Kitabınızda Diyojen’in bir köle ile bir insanın öldükten sonra eşit olduğunu anlatan harika bir öykü var. Sizce insanın dilinden sözcükleri, elinden yazma edimini alsak geriye ne kalır?
Söz ve yazı yoksa, insan da yok! Bu konuda oturup saatlerce, günlerce konuşabiliriz. Çok uzatmamak için yalnızca şunu söyleyeceğim: Söz aklın güdümünde olduğunda... Bireyleri olduğu kadar bütün bir toplumu eyleme geçirtebilir. Bir savaşı kışkırtabilir ya da barış ve mutluluğu sağlayabilir. Sevgi ateşini yakabildiği gibi nefreti körükleyebilir. Bir insanı öldürebilir, yeni baştan yaratabilir... Bu gücün boyutlarını kestirmemiz olanaksız.
Okunması kolay, ancak yazılarınızın derinliğine inildiğinde insanı düşünmeye yönelten bir anlatım tekniğiniz var. Bu kitap diğerlerinin biraz önünde gibi geldi bana. Ne dersiniz?
Her halde bir yandan yaşlanırken, öte yandan olgunlaşıyorum. Bu da olaylara daha farklı, daha hoşgörülü yaklaşma olanağı sağlıyor. Bu kitabı diğerlerinin biraz önünde görmüş olmanız, içinde yer alan kimi denemelerde, kendinize bir pay çıkarmış olmanızdan kaynaklanmaktadır. Ayrıca ilk yazımın yayımlanmasından bu yana tam kırk beş yıl geçmiş. Bu geçen zamanla birlikte okuma ve yazmayla sağlanan birikimin, olumlu yönde yansımış olduğunu düşünüyorum.
Son sorum şöyle: Her yazar yazdıklarının hedefe ulaşıp ulaşmadığını merak eder. Okurlarınızla bu bağlamda iletişiminiz nasıl? En azından bu konuda bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?
‘Küldeki Kıvılcım’da yer alan yazıları çok kimsenin rahatlıkla okuduğunu, keyif aldığını duyuyorum. Bu da beni mutlu ediyor. Okurla iletişimim, gazete ve dergideki sütunlarımdan sürekli onlara seslendiğim kadar... Bunlara ister şişe içinde denize atılmış mektuplar de, isterse boşluğa seslenişler... Ama yeri geldiğinde, sözlerimin hedefini bulduklarını biliyorum. Anı derken, en çok karşılaştığım bir sorudan söz edeyim. Deneme yazdığımı söylediğim kimi okuyucudan gelen bir tepki: Hala deniyor musun?