İSTANBUL’DA KARİYERİNİN ZİRVESİNDE BİR İSİM: Kontralto Judit Rajk

Dünyaca ünlü Kontralto Judit Rajk, Mehmet Mestçi yönetiminde düzenlenen Opus Amadeus Oda Müziği Festivali kapsamında İstanbul’daydı.

Rubi ASA Sanat
10 Nisan 2013 Çarşamba

Budapeşte Corelli Consort Barok Müzik Topluluğu eşliğinde 8 Nisan Pazartesi akşamı St. Antoine Kilisesi’nde gerçekleştirdiği konser öncesinde, Rajk ile İstanbul’da olmak ve repertuvar özellikleri ile eşleştirdiği mekân seçimleri konusunda söyleştik

Opus Amadeus Oda Müziği Festivali, ‘Budapeşte’den Barok Yankılar’ adıyla sunulan bu konserle İstanbul’a veda etti. Konserde, Bach ve Handel’in kontralto için yazdığı üç arya ile Barok çağın sevilen sanatçılarından İtalyan besteci Caldara ve Alman besteci Telemann’ın kantatları, Türkiye’de ilk kez seslendirildi. Konserde yine Telemann ve Corelli’nin Barok  dönemin tadını yoğun hissettiren trio’ları, Bach’ın dünyaca ünlü Re Minör Toccata ve Füg’ünün Oda Müziği için uyarlaması ile 17.yüzyılda  yaşamış Kajoni’nin koleksiyonundan şarkılar ve melodiler sunuldu.

Sık sık Türkiye’ye geliyor ve farklı şehirlerde konserler veriyorsunuz. Son İstanbul konserinizi Saint Antoine Kilisesi’nde gerçekleştirmek size ne hissettiriyor?

Son iki yıl içinde başta Ankara ve İstanbul olmak üzere Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde konserler verdim. Mehmet Mestçi’nin organizatörlüğünde bu konserleri, onun özverili ve titiz katkılarıyla gerçekleştirdim. Bu konserlerin içinde benim için en önemlisi Şef Emre Aracı yönetiminde Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eşliğinde gerçekleştirdiğim dinletidir. Piyanist Emre Elivar, Yeşim Alkaya ve orkestra elemanlarıyla bu olağanüstü konseri son derece duyarlı bir dinleyici kitlesiyle paylaştık. Dinleyiciler, konserde yorumladığımız yeni bestelere, çağdaş repertuvara ait parçalara ve severek seslendirdiğim kendi kariyerimdeki lied’lere samimi bir ilgiyle cevap verdiler.

Bu kez yeniden İstanbul’da olmaktan ve özellikle Saint Antoine Kilisesi’nde şarkı söylemekten çok mutlu olacağım. Konserin hem Pesah hem Paskalya döneminin hemen sonrasına denk gelmesi çok anlamlı benim için. Her iki inanca ait bu önemli kutlamalar sürecinde, acıların son bulduğu, özgürlüğün anlatıldığı, umudun, hüznün ve pişmanlıkların hatırlandığı duygular yaşanır. Bunu dikkate alarak bu tarihi mekânda şarkı söylemek benim için büyük bir mutluluk.

İstanbul her yönü ile güzel, heyecan verici bir kent ve gerçekten günümüzde dünyada var olan çok nadir şehirlerden biri. Tarihi, toplumlara açık hoşgörüsü, inançları önyargısız kucaklayan geçmişi ile bugün de birçok kültür ve dinin bir arada ahenk içinde yaşıyor olması çok önemli. Bu çeşitlilik bende her zaman heyecan uyandırmış ve kendisine çekmiştir. Ayrıca bu ortak maneviyatı hissetmek için de, mutlaka dindar olmak zorunda değilsiniz. Bu çeşitlilik olgusu, tematik olarak Saint Antoine Kilisesi’nde vereceğimiz konser programının da temelidir.

Mahler’e karşı özel bir ilgi duyduğunuzu biliyorum. Repertuvarınıza onun esinlendiği ve bestelerine kattığı Yahudi temalı müzik parçalarına yer veriyor musunuz?

Önceden de belirttiğim gibi; benim için kültürel, etnik ve dini çeşitlilik çok önemli. Mahler bir Yahudi’ydi. Almanca konuşup Bohemya’da yaşardı. Bir dönem ana vatanım olan Macaristan’da, Budapeşte’de yaşadı ve Budapeşte Operası Müdürlüğü görevinde bulundu. Onun bestelerinde, Yahudi geleneğinden gelen ses renklerini ve lirik temalarını bulmak çok kolay. Hele bu geleneksel ezgileri seslendirmek benim için çok keyif verici ve önemlidir. Onun şarkılarının birçoğu repertuvarımda yer alıyor. 2. ve 3. Senfonilerindeki alto soprano solo bölümleri ile  ‘Ölü Çocuklar Üzerine Şarkılar’, en çok yorumlamaktan haz duyduğum eserleridir.

Geçen sene Dolmabahçe Sarayı’nda gerçekleştirilen Liszt Festivali’nin kapanış konserinde yine solisttiniz. Türkiye için simgesel değeri olan böylesi tarihi yerlerde şarkı söylemek sizin için ne ifade ediyor?

Liszt yanı sıra Mahler;  hem besteci hem kişilik olarak hayran olduğum iki isim. Müzik tutkuları ve kullandıkları müzikal dil, özellikle bana çok yakın. Onların mucizevi yetenekleriyle yaşadıkları dönemde, Macaristan’dan Paris’e, İstanbul’dan St. Petersburg’a, Weimar’dan Roma’ya etkili olup gönülleri fethettikleri bilinir.

Budapeşte’de Franz Liszt Müzik Akademisi’nde eğitmenim. Odam, Liszt’in Budapeşte’de yaşadığı binanın içinde. Liszt, bir dönem İstanbul’a gelip Sultan Abdülmecid Han onuruna konserler verdi. Bu açıdan ben de Dolmabahçe Sarayı’nda Liszt Festivali’nin kapanış konserinde Liszt’in şarkılarını seslendirdiğim bir repertuvarla bu tarihi paralelliğe ortak oldum. Benim için olağanüstü önemli ve duygu dolu bir süreçti.

Mayıs ayında Sahy, Slovakya Sinagogu’nda yine ‘Fırtına ve Tutku’ adlı bir konser vereceksiniz. St. Antoine Kilisesi’nde aynı konser programını gerçekleştirecek olmanızın gerekçesi var mı?

Mayıs ayında; Sahy, Slovakya Sinagogu’nda da benzer bir program gerçekleştireceğim. Bu küçük kasaba, Kuzey Macaristan sınırına sadece 500 metre olup, kendine özgü ilginç bir geçmişi var. Budapeşte ve Krakow arasındaki ana yol üzerinde, İpel Nehri kenarında yer alır. Sahy, her zaman Yahudi, Hristiyan, Romen, Slovak ve Macarların bir arada yaşadıkları, bölgesel azınlıkları ile çok dilli ve kültürlü bir şehirdi . Bu küçük kasabanın üç büyük sinagogu, güçlü ve zengin bir Yahudi cemaati vardı; ama Holokost’u yaşayan bu küçük kasaba ve Sahy Yahudi Cemaati tümüyle yok edildi. Günümüzde ise, restore edilen 19. yüzyıldan kalma küçük sinagogu, galeri ve konser salonu olarak kullanılıyor. Bu yüzden İstanbul’da seslendireceğim programı böylesi bir geçmişi yaşayan Sahy halkına atfederek, kayıp ve acılarını anmak istiyorum.

17. yüzyılda yaşamış ve çok bilinmeyen Romen besteci J.Kajoni hakkında kısa bir bilgi verebilir misiniz? Neden sizi çekiyor ve repertuvarınıza katıyorsunuz?

J. Kajoni’nin 17. yüzyıldan kalma ve az bilinen bir koleksiyonundan bazı melodiler seslendireceğiz. Bunlar, döneminde yazılmış olan vokal ve enstrümantal halk şarkılarıdır. Joannes Kajoni, Romen kökenli bir Fransisken rahipti. Besteciliğinin yanı sıra gerçek bir entelektüel ve hümanist bir kişilikti. Besteleri ve derlediği şarkıları, 17. yüzyılı kapsayan Güney-Doğu Avrupa müzik hayatı adına antropolojik bir belge niteliğindedir. Bu özgün repertuvar sonradan Bach, Handel, Telemann ve aynı zamanda daha az bilinen İtalyan besteci Antonia Caldara’ya esin kaynağı olmuş; acı, hüzün, pişmanlık ve günahlardan arınma ile umut ve sevinç duygularını yansıtan bestelerin yazılmasına olanak sağlamıştır. Bizim de İstanbul’da seslendireceğimiz programa ‘Fırtına ve Tutku’ adını vermemizin gerekçesi de budur.