32. İstanbul Film Festivali bitti. Festivallerde en çok aşina olmadığım ülkelerin filmlerini izlemeyi seviyorum. Bu sene en çok etkilendiklerimden birisi, festivalin “Ustalar” bölümünde izlediğim “Gün Doğarken”. Sırp yönetmen Goran Paskaljević’in senaryosunu Filip David ile birlikte yazdığı film, başrol oyuncusu Mustafa Nadarević’in kalplere kazınan performansı ve Vlatko Stefanovski tarafından bestelenen müziği ile takdire şayan.
Melisa Sürücü
Misha Brankov, Belgrad’da yaşayan 70 yaşlarında, emekli bir müzik profesörüdür. Para kazanma amacı olmadan, yetenekli bulduğu çocuklara yardımcı olmak isteyen iyi bir insan olan Profesör Misha, herkesin ona saygı duyduğu mesleğinden emekli olma aşamasındadır. Tüm yaşamını Hristiyan olduğunu zannederek geçiren Misha, Belgrad Yahudi Tarihi Müzesi’nden aldığı haber ile sarsılır. Habere göre, gerçek ailesi (babası Isaak Weiss ve annesi Sarah Weiss) İkinci Dünya Savaşı döneminde Naziler tarafından öldürülen ailelerden birisidir. Isaac ve Sarah, iki buçuk yaşındaki çocuklarını tehlikeye atmamak için çocuklarını Hristiyan bir Sırp aile olan Brankovlar’a bırakmışlardır giderken. Misha, ilk başta bu bilginin doğruluğundan şüphe eder. Fakat sarsıcı haberin bir kanıtı ve bir tanığı vardır. Su boruları için tamirat yapılırken bulunan bir kutu. Kutunun bulunduğu yer, Belgrad’ın tam ortasında aslında fuar alanı olarak inşa edilmiş, fakat İkinci Dünya Savaşı sırasında Sırplar’dan Yahudi ve Çingene olanlar için toplama kampına dönüştürülmüş bir bölge. Kutunun içerisinde yer alanlar: Isaak’tan oğluna bir mektup, bir fotoğraf ve tamamlanmamış bir beste. Kutunun ve eski bir tanığın yardımı ile gerçek ailesinin Yahudi olduğuna inanmaya başlayan Misha, ailesiyle -hafızalarında bile yer almayan- anıları hakkında hayaller kurar. Bu sebeple, Aralık 1941’den Eylül 1944’e kadar “Semlin Toplama Kampı” olarak kullanılan bölgeyi ziyaret eder. Yerinde sadece bir kule ve bakımsız derme çatma evler bulunmaktadır. Orada, evlerin birinde yaşayan yalnız bir kadının mutsuzluğuna şahit olur. Mutluluğu sadece kar yağdığında hissettiğini anlatışına... Bölgeyi ziyaret eden Misha, babasının kendisine yazdığı mektuba ek olarak bulduğu yarım beste üzerinde çalışmaya başlar. Aralarında, anımsanması pek de mümkün olmayan bir bağı tekrar kurabilmesine yardımcı olacağına inanır. Bununla kalmaz, sinagoga gidip haham ile görüşür ve hahamı sinagogda yapılacak soykırım anma törenini, sinagog yerine eskiden toplama kampı olarak kullanılan o bölgede yapmaya ikna eder. Anma sırasında babasının bestesinin tamamlanmış hâlini bir orkestra ve koro ile sunacağına söz verir.
Anma günü yaklaşmaktadır. Misha, hahama verdiği sözü yerine getirmesine yardımcı olabileceğini düşündüğü ilk kapıyı çalar. Emekli olmadan önce çalıştırdığı koronun yeni şefi. Fakat yeni şef, Misha’yı nazikçe reddeder. Sırada Misha’nın, başarılı bir orkestra şefi olan öz oğlu vardır. Misha’nın oğlu ile arasında geçen diyalog, içler acısıdır. Oğlu babasının isteğini alaya alır, yapmaya çalıştığını gereksiz bulur ve gerçekleri duyduğunda sadece güler. Sonrasında ise babasını oyalar. Babası günlerce oğlunu arar, fakat ona ulaşamaz. Anma gününden çok kısa bir süre önce babası ona ulaştığında ise, babasına yardım etmeyi reddeder ve daha ciddi işleri olduğunu söyler. Oğlu ile yaptığı telefon konuşması sonrasında Misha’nın yüzüne oturan hüzün ve dolabından paltosunu çıkarışı an’ı hafızalardan çıkmayacak şekilde beyazperdeye yansır. Son çare olarak Misha eski bir dostunun yanına gider. Oğlunun ölümü sonrasında sesini de kaybeden eski dostundan kendisine bir günlüğüne yardım edip edemeyeceğini sorar. Orkestrası ise yanında Çingene dostlarıdır: Çocuklarının müzikle ilgilenmesini sağlayan, onları yetiştiren Misha için enstrümanlarını büyük bir zevkle çalan dostlar.
Belgrad’ın yarısının öldürüldüğü o bölgede bugün doğru dürüst bir anıtın bile yer almadığını filmden öğreniyoruz. Festival kapsamında soruları yanıtlamak üzere İstanbul’a gelen başrol oyuncusu Mustafa Nadarević, filmin çekildiği sırada filmin çekilmesinin engellenmeye çalışıldığını ifade ediyor, durdurulması için tehditler alındığını. Buna rağmen, film başarıyla tamamlanıyor. Faşizm her dönemde var, geçmişte soykırımdı; şimdi kötülüklerin üzerlerini örtmek, hafızaları mümkün olduğu kadar temizlemek.
Emekli müzik öğretmeninin geçmişe gidip geldiği sahnelerde ve başrol oyuncusunun performansında çok sevdiğim başka bir filmden bir şeyler buldum. Theo Angelopolus’un Ağlayan Çayır’ı. Filmler değil de, konunun ele alınışı ve geçmişe yapılan göndermelerin sinema seyircisine sunuluş biçimi bu hisse kapılmama sebep oldu. Ailenin gaz ile öldürmek üzere gaz taşıtlarına bindirilmesi sonrasında Misha’nın toz bulutu içerisinden taşıtı takip etmeye çalışması, Isaac, Sarah ve Misha’nın karlı havada hep birlikte birbirlerine sarılmaları. En çok aklımda kalan sahne, Misha’nın sesini kaybeden eski dostunun evine gidip dönerken bindiği kayık sahnesi oldu.
Misha’nın Çingene dostalarının düğününde tam da babasının bestesi çalınırken, evin yanmaya başlaması, oğlunun ölümünden sonra sesini kaybeden ve kendini içkiye veren baba ile yansıtılmak istenen yarım kalmışlık, hayal kırıklıkları... Tüm olumsuzlukların arasında hâlâ hayaller yeşerebiliyor, gerçekleştiğini ruhumuzla hissedebildiğimiz hayaller. Toplama kampının bulunduğu bölgedeki evde yaşayan kadının tek sevdiği kar yağışının, Misha’nın annesi ve babası ile buluşmaları an’ında ortaya çıkması tesadüf mü? Filmin sonunda Misha’nın karda sonsuzluğa yürümesi? Hafızalarımızın tazeliğini koruması, yarım kalmışlıklarımızı hayallerimizle tamamlamamız için Goran Paskaljević’in bu usta işi büyülü filmini siz de izleyin.
Filmden bir sözle bitirelim. Misha, babasından kendisine miras kalan yarım besteyi tamamlar, sonunda zor da olsa anma günündeki küçük törende Çingene dostlarından oluşturduğu orkestra vasıtası ile dinletmeyi başarır ve ekler: “Bu müzik yaşadıkça, biz de yaşayacağız.”
Fotoğraflar: Toronto Uluslararası Film Festivali websitesinden alınmıştır.