• “Geçen kış Abant’a gittim, hava bayağı soğuktu. Dağa çıktım, canım çay istedi. Camiiye girdim, ‘’gel misafirimsin’’ dedi biri ve çay ikram etti. ‘’Adım Yinon, İsrailliyim’’ dedim. ‘’Nereli olduğunun önemi yok, iyi ki geldin’’ dedi. Meğer caminin imamıymış. Mavi Marmara’dan hemen sonraydı. Bana ‘’sizin başbakan yaramaz’’ dedi, ben de ‘’sizinki de’’ dedim. Sonra pişman oldum böyle söylediğime. Birbirimizi üzmememiz lazım çünkü. Sonrasında da İbranice’ye çevrilmiş Yunus Emre kitabı buldum. Ve bana ilham oldu. Yunus Emre ile aynı dönemde yaşamış aynı felsefi düşünceye sahip Yahudi ve Türk filozofları konu alan bir proje yapacağım.” YINON MUALLEM/www.evrensel.net
EVRENSEL KOMPLOYLA İLGİLİ BÜTÜN EFSANELER ASLINDA GENEL PARANOYANIN, SADECE YAHUDİLERE KARŞI DEĞİL, ÇEŞİTLİ DÖNEMLERDE ÇEŞİTLİ TOPLUM GRUPLARINA VEYA KİŞİLERE KARŞI DA KULLANILMIŞ PARÇALARI
"Fransız devrimiyle birlikte Yahudiler bir şekilde özgürleştiler. Artık gettonun yoksul insanları değillerdi. İçlerinden subaylar, bankerler gibi çok güçlü insanlar çıktı. Yahudiler'in Hristiyan dünyasına karşı büyük bir komplo kurdukları düşüncesi de bu atmosferde gelişti"
(...) "Protokollerin kaynağını çeşitli defalar bulmaya çalışmıştım. Bu, gerçekten de meşum bir metin ve Hitler'in elinde nelere malolduğu görüldü. Ben hep, normal antisemittik literatürde yer almayan ama popüler romanlarda yer bulan, protokollere de kaynaklık eden metinler bulabileceğimi düşünüyordum"
(...) "Evrensel komployla ilgili bütün efsaneler aslında genel paranoyanın, sadece Yahudilere karşı değil, çeşitli dönemlerde çeşitli toplum gruplarına veya kişilere karşı da kullanılmış parçaları. Bu hikayelerde bazı sahneleri değiştirmek ya da çıkartmak hemen başka bir gruba karşı kullanılabilir hale gelmelerine yetiyordu"
Umberto Eco
http://haberciniz.biz/umberto-econun-yahudi-muzesini-ziyareti-1985859h.htm
Ben Yahudiyim. Adımdan dolayı "nesin?" diye sorulduğunda tek çırpıda "Türk'üm" diyorum. İtiraf edeyim, Türk'üm demek Yahudi'yim demekten daha kolay geliyor bana. Aslımla ilgili daha ayrıntılı sorularıysa "Türkiyeliyim" diye cevaplandırmıyorum. Onun yerine “Kökenleri Doğu Avrupa ve İspanya'ya dayanan İstanbullu bir Yahudi ailesinin çocuğuyum” diyebiliyorum. Altmış kusur yıldır bu böyle gidiyor...
Belki de ta ilkokul yıllarımda her sabah söyletilen "Türk'üm, doğruyum, çalışkanım... " ezberinden kaynaklı? Aslında Türkiye'den yıllarca önce göçmüş olan Tel-Avivli Yahudi Cako da, Atinalı Rum Niko da bugün hâlâ (hatta ikinci ve üçüncü kuşak bile) kendisini rahatlıkla Türk (Turko) olarak tanımlayabiliyor. Demek ki etnik köken “Türk” üst kimliği altında buluşmaya o kadar da engel değil. Ama öte yandan bir Kürt'ün, ya da Ermeni'nin bu tarife uymadığının farkındayım. Herkesi aynı potada eritemezsiniz! O zaman akla şu soru geliyor: Türk kimdir? Kimler Türk tanımına giriyor, kimler girmiyor? Şayet özel bir Türk tanımı varsa ve de TC Vatandaşlığını üst kimlik olarak kabul edecek olursak - ki doğal olanı da zaten bu - Türk'ü de, Kürt'ü de, Yahudisi de, Ermenisi de bu şemsiyenin altına girer. Zaten TC'nin açılımı da Türk Cumhuriyeti değil, Türkiye Cumhuriyeti'dir. O halde hepimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıyız.
Ulus ile millet arasındaki farkı bilmiyorum. Ancak “Türkiye Halkı” kavramını sorunlu buluyorum. Yahudi Halkı, Ermeni Halkı, Karadeniz halkı, Kadıköy halkı, ada halkı, ev/apartman halkına kadar indirgeyebilirim halk kavramını. Şayet bu toplumsal tanımlamalar kabul görüyorsa “Türkiye’nin halkları” ifadesi elbette kullanılabilir ama genel olarak Türkiye Cumhuriyeti kimliği taşıyan ve aynı siyasi coğrafyayı paylaşan TC vatandaşlarına Türk Milleti/Ulusu denmesi bana daha doğru geliyor.
İzel Rozental
http://www.bianet.org/bianet/toplum/145825-hepimiz-tc-vatandasiyiz
Türkiye, bir ay içinde ikinci kez Amerikan Dışişleri Bakanı John Kerry’yi ağırladı. Üçüncü ağırlayışı da 20 Nisan’daki ‘Suriye’nin Dostları’ grubu toplantısı vesilesiyle olacak. Geçen hafta sonu gerçekleşen ziyarette Kerry, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile Suriye’den Filistin-İsrail arasında olası yeni barış sürecine uzanan pek çok meseleyi görüştü. Fakat ziyarete daha ziyade Türkiye-İsrail ilişkileri açısından öne çıkan mesajlarla yüklü geçti. Kerry’nin ortak basın toplantısında da vurguladığı üzere Amerikan yönetimi Türkiye-İsrail ilişkilerinin tam manasıyla normalleşmesini istiyor. Bu açıdan Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 16 Mayıs’ta Beyaz Saray’da ABD Başkanı Barack Obama ile yapacağı görüşme de önem taşıyor. Fakat bu süreçte bir minik ‘retorik’ mani var gibi. Erdoğan’ın Gazze’yi ziyaret edeceğini açıklamış olması.
Kerry, İstanbul’da geçen Pazar günü düzenlenen basın toplantısında “İsrail Türkiye ilişkilerinde koşulları dikte etmek Washington’a düşmez..” vurgusu yaptı. Fakat arzularını net ortaya koydu: “Bu ilişkinin Ortadoğu’da istikrar için önemli olduğunu, barış süreci için kritik olduğunu ve tam manasıyla ilşikilerin rayına oturmasını görmek istediğimizi belirtmeliyim. Bunun için tazminatların ödenmesi zaruri ve büyükelçilerin görevlerine geri dönmesiyle tam diplomatik ilişkilerin tesisi gerekiyor.”
Ancak Kerry’nin hemen ardından Salı günü tazminat anlaşmasının detaylarını görüşmek üzere Türkiye’ye gelmesi beklenen İsrail heyetinin ziyareti ertelendi. İsrail Başbakanlığı’ndan üst düzey bir yetkili, toplantı tarihinin hazırlıkların tamamlanmadığı gerekçesiyle Türk tarafının isteği üzerine 23 Nisan’a ertelediğini söyledi.
Bu açıdan dikkat çekici bir gelişme de Mavi Marmara kurbanlarının açıklaması. İsrail özür anlaşmasının parçası olarak İsrail askerleri hakkındaki davaların düşürülmesini talep etmişken, Mavi Marmara’da yaralanmış olan Musa Coğaş, “İsrailli askerler ve komutanlara açtığımız suç davası devam edecek. Tazminatlar karşılığında davaların kapatılmasını kabul etmeyeceğiz” açıklaması yaptı. Coğaş, “Çabalarımız ablukanın tümüyle sona erdirilmesi içindi. Kimse tazminat istemiyor özrün diplomatik anlamları olsa da kurbanlar için hiç bir şey ifade etmiyor” diye ekledi.
Ancak Türkiye ile İsrail arasında normalleşme için karşılıklı arzular güçlü görünüyor. Bir formül olarak Gazze’ye abluka’nın sona ermesine dair ortaya bir program konulması ve davaların bu çerçevede düşmesi mevzu bahis olabilir. Bütün bu gelişmelerin Başbakan Erdoğan’ın ‘yakında’ yapacağını söylediği Gazze ziyaretine etkileri de önümüzdeki dönemde anlaşılacak. Ancak İsrail basını İsrail tarafının bu ziyaret konusunda çok rahatsız olduğunu yazıyor.
Kerry’nin ziyaretinden sonra Ankara’nın ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel’ı da ağırlayacağını eklemeli. Kerry’nin Suriye’nin Dostları Grubu toplantısı için Türkiye’ye geleceği tarihlerde Hagel da 21-23 Nisan’da İsrail’ı ziyaret edecek. Türkiye için ortaya henüz bir tarih konulmasa da Erdoğan’ın 16 Mayıs’taki ABD ziyaretinden öncesine planlama yapılacağı basına yansıdı. Hagel’in Türkiye ziyaretinde özellikle de Türkiye ve İsrail’in tatbikatlar ve savunma ihalelerin de içerecek şekilde askeri işbirliğine yeniden başlanması konusunda cesaretlendirileceği belirtiliyor.
Ceyda Karan
http://t24.com.tr/yazi/turkiye--israil-iliskileri-normallesme-icin-son-rotuslar/6512
İsrail'in güvenlik reflekslerini tetikleyen en önemli faktör bölgedeki toplumsal hareketlerin yarattığı yeni dinamikler. İsrail'in müttefiki Mübarek'in devrilmesi, İslamcıların bölgede mevzi kazanması, Sina Yarımadası'nda El Kaide'ye bağlı grupların etkinliğini artırması, Esad'ın birliklerini Golan Tepeleri'nden çekmesi ve boşluğun radikal gruplarca doldurulma ihtimali İsrail'in güvenlik kaygısını artıran gelişmeler.
Filistin tarafı da kendi güvenliği için kaygılı. İsrail'in Filistin'in hak iddia ettiği topraklarda yerleşke inşasına hız vermesini ve Filistinlilerin işgal edilen topraklara dönüşünü engellemesini kendi fiziki varlığına yöneltilmiş bir tehdit olarak algılıyor.
Çözümü güçleştiren diğer faktör her iki tarafta da güçlü liderlerin bulunmaması. Netanyahu, iki devletli çözüme karşı çıkan partilerin de içinde bulunduğu dört partili bir koalisyonun başbakanı, İsrail-Filistin meselesinde manevra alanı oldukça sınırlı. Arap Baharı İsrail'i iyice köşeye sıkıştırmışken Netanyahu'nun Filistin meselesinde cesur bir adım atması çok zor. Üstelik İsrail, Filistin'le anlaşsa dahi bölgedeki tüm Arap ülkeleriyle anlaşmadığı müddetçe içinde bulunduğu izolasyondan ve güvenliğine yöneltilmiş tehditten kurtulamayacağını düşünüyor.
Diğer tarafta Filistin lideri Abbas da siyasi olarak zayıflamış durumda. 2011'de basına sızdırılan müzakere tutanaklarında, Abbas'ın İsrail'in Doğu Kudüs'teki yerleşke inşasını kabul etmesi Filistin'de büyük tepkiye yol açmıştı. Abbas müzakere sürecinde göstereceği esnekliğin zafiyet olarak algılanmasından endişe edip masaya oturma koşullarında çok daha tavizsiz davranabilir.
Mevcut tıkanıklıktan çıkmak için Suudi Arabistan'ın 2002'de önerdiği Arap Barış İnisiyatifi yararlı bir çerçeve olabilir. İnisiyatif, İsrail'in işgal ettiği topraklardan çekilmesi ve Filistinli mülteci meselesinin Birleşmiş Milletler çerçevesinde çözülmesi karşılığında Arap ülkelerinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirme garantisi veriyordu. Bu çerçeve, İsrail ve Filistin'in güvenlik kaygılarına cevap verirken her iki liderin de elini güçlendirip taviz vermesini meşrulaştıracak bir çözüm olabilir.
Gönül Tol
http://www.aksam.com.tr/yazarlar/israil-kerrynin-cozum-onerisini-reddetti/haber-186892
Obama yönetimi petrol piyasalarının istikrarı, İsrail’in güvenliği ve İran’ın nükleer silah sahibi olmasının önlenmesi gibi konuları önceleyerek bu konulardaki çıkarlarını yüksek maliyet ödemeden korumaya çalışıyor. Obama Suriye’ye müdahale çağrılarına da bu çerçevede bakıyor. İran’ın Suriye’deki etkisini kırmayı ulusal çıkar olarak gören bazı çevrelerin Suriye’ye müdahale etmeliyiz çağrılarına tam da bu yüzden direniyor. Obama’nın Esad rejimini kimyasal silah kullanımı veya Hizbullah gibi gruplara transfer etmesi konusunda kesin bir dille uyarmasını İsrail’in güvenliğini ulusal çıkar olarak tanımlayan yaklaşım çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Ayrıca Suriye’deki savaşın Golan’da istikrarsızlığa yol açması da İsrail’i tedirgin etmiş durumda. Ürdün, Lübnan ve Türkiye’nin de Suriye’deki krizden negatif biçimde etkilenmesi, ABD’yi bu müttefik ülkelere krizin sıçrama riskine karşı hazırlıklı olmaya itiyor. ABD İsrail’le birlikte Suriye’ye komşu ülkelerde krizin etkilerini kontrol etmeye çalışırken Türkiye ve İsrail arasında Suriye’ye ilişkin siyasi ve diplomatik koordinasyon yokluğunu önemli bir sorun olarak görüyor. Dışişleri Bakanı Kerry’nin Türkiye’ye bir ay içinde iki ziyaret yapması ve Türkiye-İsrail ilişkilerini canlandırmaya çalışması Obama yönetiminin Suriye konusunda daha fazla koordinasyon sağlama çabası olarak değerlendirilmeli.
Kadir Üstün
http://haber.stargazete.com/acikgorus/israilin-ozru-ve-amerikanin-suriye-politikasi/haber-744877
Türkiye-İsrail ilişkilerinde belirleyici olan sabit etkenlerde herhangi bir değişme olmamakla birlikte bu ilişkilerin motivasyonunda, çerçevesinde ve taşıyıcı aktörlerinde en radikal değişimin Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarıyla yaşandığı söylenebilir.
Irak’ın toprak bütünlüğü ve bölgede harita değişikliği endişeleri sebebiyle derinden hissedildiği bir dönemde iktidar olan Adalet ve Kalkınma Partisi, İsmail Cem’in dışişleri bakanlığı döneminde ortaya konan bölgeselcilik vizyonunu kendi ideolojisiyle zenginleştirerek pratiğe dökmeye başladı.
Bir başka deyişle daha sonra Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından söz konusu edilecek olan “komşularla sıfır sorun” söylemi, aslında 11 Eylül sonrası yaşanan bölgesel gelişmelerden dolayı Türkiye açısından mutlak bir ihtiyaç haline gelmişti. Bundan dolayı da dönemin “Dışişleri Bakanı İsmail Cem, bölge ülkelerine yönelik güvenlik merkezli bakışın yerine ikame edilecek bir yaklaşım ortaya atmış ve “bölge odaklı dış politika” yaklaşımı çerçevesinde bölge ülkeleriyle ilişkilerin düzeltilmesine odaklanmıştı.
İsmail Cem’in bu yaklaşımı, yani askerin terörist olarak tanımladığı devletler olan Iran ve Suriye ile ilişki kurma çabaları, orduyu rahatsız etmiş ve ordu bu yeni açılımların Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkilerini bozabileceğini belirtmişti.Askerin dış politikadaki dominant pozisyonunu tersine çevirebilecek bu söylemsel değişimin etkin bir şekilde işleyebilmesi pratik düzlemde yaşanacak gelişmelere bağlıydı ve nitekim Türkiye 2000’li yıllara İsrail ile ilişkileri askerin iç politikaya içkin bir stratejisi olmaktan çıkaran gelişmelerle girmişti.”
28 Şubat’ın da tecrübesiyle birinci iktidar döneminde muhtemel bir askeri darbeden korunmak için askerlerle olabildiğince iyi geçinmeye gayret eden Adalet ve Kalkınma Partisi, AB üyeliği çerçevesinde attığı sivilleşme adımlarıyla ve birçok üst düzey askeri yetkili hakkında başlatılan yargı süreçleriyle askerin hem iç hem de dış politikadaki belirleyici rolünü aşamalı olarak sınırlandırmayı başardı.
Türkiye İsrail ilişkilerinin taşıyıcı aktörlerinde radikal bir değişime sebep olan bu durum, doğal olarak ilişkilerin motivasyonunda ve çerçevesinde de ciddi bir başkalaşım yarattı.
Örneğin daha önce taşıyıcı aktörlerin niteliği gereği savunma ve güvenlik gibi askeri alanlarla sınırlı olan Türkiye İsrail ilişkileri; ticaret ve turizm gibi sivil alanlarda da benzersiz gelişmeler gösterdi. Siyasi ilişkilerin en gerilimli olduğu dönemde bile İsrail’le ticaret birkaç katına çıktı.
Daha önce İsrail’le ikili ilişkilerini tek boyutlu bir şekilde Batı ile ilişkileri için kolaylaştırıcı bir araç olarak kullanan Türkiye, çok boyutlu davranmaya başlayarak İsrail’i bölgeyle buluşturan ilişkiler kurmaya yöneldi. Bu çerçevede Suriye-İsrail dolaylı müzakerelerine arabuluculuk yaptı, dönemin Başbakan Yardımcısı Abdullatif Şener’in ifadesiyle İsrail adına Hamas’la temaslar kurdu.
Her şeyden önemlisi Filistin sorunu için “iki devletli çözüm” öneren Adalet ve Kalkınma Partisi, Türkiye’de daha önce sadece devlet elitleri nezdinde meşruiyeti olan İsrail’i, İsrail’in varlığını reddeden İslamcı seçmen kitlesi nezdinde de meşru hale getirmeyi başardı.
Yukarıda sıralanan yerel ve bölgesel gelişmelerden ve “Arap Baharı” adı verilen süreçte rol model olarak öne çıkmaktan kaynaklanan konjonktürün Türkiye İsrail ilişkilerinde yarattığı öze ilişkin olmayan gerilimler “diplomatik bir zafer” olarak nitelenen özürle aşılmış bulunuyor.
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarıyla yeni bir taşıyıcı aktör, yeni bir motivasyon ve yeni bir çerçeve kazanan Türkiye-İsrail ilişkilerinde başta enerji olmak üzere ciddi düzeyde ikili ve başta Suriye sorunu ve Hamas’ın iki devletli çözüme ikna edilmesi olmak üzere de bölgesel işbirliği potansiyelleri söz konusu
Alptekin Dursunoğlu
http://www.ydh.com.tr/YD358_turkiye-israil-iliskileri-yeni-aktorler-motivasyonlar-ve-cerceveler.html
Geçen kış Abant’a gittim, hava bayağı soğuktu. Dağa çıktım, canım çay istedi. Camiiye girdim, ‘’gel misafirimsin’’ dedi biri ve çay ikram etti. ‘’Adım Yinon, İsrailliyim’’ dedim. ‘’Nereli olduğunun önemi yok, iyi ki geldin’’ dedi. Meğer caminin imamıymış. Mavi Marmara’dan hemen sonraydı. Bana ‘’sizin başbakan yaramaz’’ dedi, ben de ‘’sizinki de’’ dedim. Sonra pişman oldum böyle söylediğime. Birbirimizi üzmememiz lazım çünkü. Sonrasında da İbranice’ye çevrilmiş Yunus Emre kitabı buldum. Ve bana ilham oldu. Yunus Emre ile aynı dönemde yaşamış aynı felsefi düşünceye sahip Yahudi ve Türk filozofları konu alan bir proje yapacağım.
(...) İsrail’in ne kadar Batılı olduğunu biliyorsun. ABD’nin papağanı olduğunu söylüyorlar. Türkiye’nin içinde Batı var ama hiç bir zaman Batılı olmayacak ve bu Türkiye’nin güzelliği. Osmanlı’dan kalan çok büyük bir kültür. Ben başka hangi müslüman ülkeye gelebilirdim ki? Bu yüzden özel bir ülke Türkiye. Müzikte ve Müzisyende de görülüyor bu özellik, bakış açıları çok daha açık. İsrail, tarih olarak genç bir ülke. Osmanlı’da Türk Müziğine katkıları olan bir çok yahudi besteci var. En önemlisi ‘’Tanburi İshak Efendi’’ (Zohar Fresco’nun dedesi).
Yinon Muallem
http://evrensel.net/news.php?id=54070
Evet, Netanyahu’nun Erdoğan’la görüşmesinde ‘özür/apology/itznatlut’ ifadesini kullanması Türkiye için gerçekten de önemli bir başarıdır. İsrail’in bir askeri operasyonundan dolayı ilk defa özür diliyor olması çok önemli bir durumdur. Bununla birlikte, Tel Aviv’in özrünün operasyonun doğrudan kendisiyle ilgili değil de ifa edilişi sırasındaki hatalardan dolayı olduğunun da farkında olmak gerekir.
İsrail’in olaydan zarar görenlerin yakınlarına tazminat ödemeyi kabul etmesi Türkiye’nin beklentilerini karşılayan ikinci husus. Buna karşın Türkiye, İsrail’le ilgili yürüyen yargı süreçlerinin sona ereceği sözünü veriyor. Burada ister istemez şu akla geliyor: Olayda ölen ya da yaralananların hakları ‘şahsi hak’ kapsamına girmekte. Devlet, vatandaşlarının bireysel bir hakkından onlar namına vazgeçebilir mi? Yaralananlardan birisi ya da bir şehit yakını, “Ben hakkımı mahkemede aramaya devam etmek istiyorum” derse ne olacak?
Erdoğan-Netanyahu görüşmesine ilişkin olarak Başbakanlık’tan yapılan açıklamada duyurulan üçüncü önemli konu ise İsrail’in sivil halkın kullanacağı malların Gazze’ye girişine yönelik kısıtlamaları kaldırması. Ancak İsrail, bunu “Gazze’deki sükûnetin devamı” şartına bağlıyor. İsrail’in bu uygulaması ‘mutlak’ bir izinden ziyade ‘konjonktürel’ bir durum izlenimi uyandırıyor. Türkiye’nin Gazze’de inşa etmekte olduğu hastanenin malzemelerinin büyük bölümünün kısa bir zaman önce Hamas’ın kullandığı tünellerden geçirildiğini bilmekte fayda var. Velhasıl, abluka konusu oluşan iyimser havaya zarar verebilecek potansiyelini hâlâa koruyor diyebiliriz. Türkiye’nin Gazze ablukasıyla ilgili ortaya çıkabilecek bazı olumsuz durumlarda daha ölçülü tepkiler vermesi, İsrail’in ise sivil/insani nitelikli malların geçişinde çatışma dönemleri dahil her durumda müsamahalı olması ilişkilerde yeni sıkıntılar çıkmaması için elzem gözüküyor.
Önümüzdeki günlerde iki ülkenin de büyükelçilerini atamasıyla bu olumlu sürecin gelişerek sürmesini bekliyoruz. Ancak gelişmelerin aksamadan devamı için Türkiye tarafında durumun doğru okunması gerekiyor. Türkiye-İsrail ilişkilerini bütünüyle Filistin sorunundaki gelişmelere bağlı olarak şekillendirme siyaseti devam ederse ilişkilerde yeni gerilimler ve krizlerle her an karşılaşabiliriz. Özellikle de bir ilk adım olarak, Tel Aviv’in özrünün “İsrail’i dize getirdik” biçiminde sunulmamasına özen gösterilmeli. Bu yaklaşım İsrail’deki radikal çevreleri rahatsız edebilir ve Netanyahu üzerinde kaldıramayacağı bir baskı oluşturabilir. İlişkilerde iyileşme için her iki tarafın da birbirine olabildiğince yardımcı olması gerekiyor.
Umuyoruz ki Ankara ile Tel Aviv arasında yaşanan bu olumlu hava tüm bölgeye yansır ve bir an önce başta Filistin’de ve Suriye’de olmak üzere tüm Ortadoğu’da kalıcı barışın sağlandığı günler bir an önce gelir. Bölgedeki tüm aktörlerle konuşabilen ve muteber bir tarihi mirası taşıyan bir ülke olarak bu süreçte Türkiye’yi hayati görevler bekliyor.
Hakan Ertosun
http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=radikaldetayv3&articleid=1129348&categoryid=132
Bu dört kişinin eleştirilebilecek bir yanları yok değil: bence biraz fazla kalın çizgili milliyetçi olmaları. Marş bile üretiyorlar. Baba sözlerini yazıyor, oğul besteliyor.
MHP'liler dinlese gözleri yaşarır.
Unutmadan bir başka özelliklerini de duyurayım size: Aile Yahudi. Baba Yakup Almelek. Kız Sibel, oğul Alper.
Bir tek anne Ester onlara ismen azıcık yabancı kalmış!
Hoş olan şu ki Türklüğe bağlılıklarında en küçük yapmacık ya da takiye izi yok. Nasıl Türkiye'nin Lazı, Çerkezi, Kürdü varsa, onlar da Türkiye'nin Yahudisi. O kadar.
"Farklılıklarımız zenginliktir" sözü boş klişe değil. Gerçekten öyle.
Son zamanlarda duydukça yüreğimi sevinçle hoplatan bir söylenti var:
Ülkemizden gitmiş Rum ve Ermenilere "Memleketinize dönün" çağrısı yapılacağı konuşuluyor.
Ah, bir olsa! Üçer beşer gelmeye başlasalar...
Bir zenginleşiriz ki...
Refik Erduran
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/refik_erduran/2013/04/15/bir-hos-servet
Refik Erduran bugünkü Sabah'ta "Bir hoş servet" başlığı altında yayımlanan makalesinde gerçek bir "Beyaz Türk" aileyi tanıtıyor...
Yok yok; alt kimlik olarak Türk değil bu ailenin fertleri; Musevi asıllılar...
Ama...
Musevi Cemaati Lideri Sayın Haleva'nın dediği gibi "Türk Musevileri"...
Beyaz Türklükleri ise maddi servetlerinin değil kültürel servetlerinin çokluğundan kaynaklanıyor.
Refik Erduran usta keşke çekinmese ve "işte gerçek beyaz Türkler" deseymiş yazısının başlığında...
O zaman,"en zengin" olmakla "en kültürlü olunamayacağı" da anlaşılmış olurdu...
O zaman kendinde "sanatçılık" vehmeden bazı hatunlar da; "salla meme dolaşılmakla" sosyete olunamayacağını, burjuvalığa kabul edilemeyeceklerini daha iyi anlarlardı...
Biz; Erduran'ın tanıttığı bu Türk Musevilerini çok sevdik...
Yazıyı da günün "en olumlu" yazısı olarak tanımladık ve bu olumlu yazının sahibi Refik Erduran'ı "Günün Köşe Yazarı" seçtik...
http://www.gazeteciler.com/gunun-kose-yazari/refik-erduran-65041h.html
Bütün bunlar bir ölçüde şüphesiz doğruluk taşıyan cümleler. Ancak Filistin'deki gerçekler bunlardan ibaret değil. Belki zihinlerimizin konforu bozulacak ve tadımız kaçacak, ama yukarıdaki üç noktayla ilgili şunların da akıllarda tutulması şart:
-"Filistinli grupların hepsi İsrail'e roket atılması taraftarı değil. Hamas da dahil birçok fraksiyon, roket atma eyleminin İsrail'in Filistin'e daha çok zarar vermesine yol açtığını düşünüyor. Hamas, belirleyebildiği kadarıyla İsrail'e roket atanları tutukluyor. Bazı Filistinli gruplar, sırf Hamas'a olan muhalefetleri nedeniyle de İsrail'e roket atıyor. Amaçları ise tamamen Hamas'ı zor durumda bırakmak ve siyasal anlamda var olduklarını göstermek."
-"Mısır'da Hüsnü Mübarek'in devrilmesinden sonra oluşmaya başlayan atmosferde, Müslüman Kardeşler ve Hamas başta olmak üzere siyasal aktörler, tüneller yerine sınır kapılarının kullanılması üzerinde prensipte anlaşmaya vardı. Hamas yönetimi, tünellerden ciddi anlamda kayıt dışı malın geçirildiğinden ve kaçakçılık yapıldığından şikâyetçi. Mısır ordusunun tünelleri tahrip etmesi belki bazı homurdanmalara yol açıyor, ancak Hamas kesinlikle tüneller konusunun artık gündemden düşürülmesini istiyor. Tüneller yoluyla dolar milyoneri olan binden fazla Gazzeli'nin bulunduğu ve bazı tünellerin İsrail topraklarına da açıldığı düşünülürse, mesele daha iyi anlaşılabilir."
-"Filistinlilere ait toprakların işgal edilerek buralarda illegal yerleşimlerin kurulması elbette savunulamaz. Ancak ihmal edilen soru şudur: 'Bu binaları kim inşa etmektedir?' Maalesef bu, cevabı can acıtıcı bir sorudur. Çünkü on binlerce Filistinli, yerleşim inşaatlarında çalışmakta, buralardan kazandıkları parayla ailelerini geçindirmektedir. İslâm dünyasının yerleşimlerle ilgili şikâyet ve öfkeleri, oralardan ekmeğini çıkaran Filistinliler tarafından aynı coşkuyla paylaşılmayabilir. Gerek yerleşimlerde, gerekse İsrail'in ördüğü devasa duvarın inşaatında kullanılan malzemeleri de bazı Filistinli baronların sattığı da bilinen bir gerçek."
Sadece bu üç örnek bile, Filistin meselesinde nasıl ezberlerin ve duygusal nakaratların esiri olduğumuzun ispatı sayılabilir. İslâm dünyası bu insanlık dramına son vermek ya da en azından çözümde rol almak istiyorsa, Filistin konusunda teorik anlamda hiçbir bilgi açığı bırakmamak zorunda. Çünkü o açıklardan içeri dolan parazitler, çözüme giden yoldaki uçurumu daha da derinleştiriyor.
Taha Kılınç
http://www.usasabah.com/Yazarlar/taha_kilinc/2013/04/11/filistin-nutuklar-ve-gercekler
Son günlerde, yeni işlerlik kazanan İskenderun-Hayfa-El Halil ulaşım koridorunun önemini daha iyi anlıyorum. Yaklaşık bir buçuk yıldır, Türk mallarının Körfez ülkelerine rahatlıkla gönderilebilmesi için İsrail üzerinden geçen bir transit ulaşım koridoru açılmasının öneminden bahsediyorum. Ama itiraf edeyim, İsrail devletinin böyle büyük bir paradigma değişiminden geçebileceğini beklemiyordum. Resmi özürden çok daha önce İsrail, Türk tırlarının geçişine izin verdi. Türkler, Filistin tırlarının genellikle maruz kaldığı ve ulaşım maliyetlerini hayli artıran teke tek yükleme düzenlemelerinden muaflar. Türkiye’den çıkan konteynırlar İsrail topraklarından geçerken Türk tırlarından İsrail tırlarına aktarılmıyor, Türk tır şoförleriyle yollarına devam ediyor. Bana sorarsanız bu İsrail için devrim niteliğinde bir adımdır
Peki, bu adımın anlamı nedir? Bana sorarsanız, anlamı ikidir. Birincisi, bu devrim niteliğindeki adım Türkiye’nin İsrail için stratejik önemde olduğunu göstermektedir. Resmi özürden çok önce, İsrail-Türkiye ilişkilerini tamir etmeye yönelik büyük bir adım atılmıştır. Ulaşım koridoru, Türkiye’nin Ürdün’e ve oradan da Körfez ülkelerine erişmesi için hayati öneme sahiptir. Suriye’deki kargaşadan sonra ihtiyaç duyulan rahatlamayı sağlayacaktır. İkincisi, söz konusu kargaşanın daha en az bir on yıl çözülmeme ihtimali yeni bir ulaşım rotasının önemini daha da artırmaktadır. Rota, sadece Türk malları için değil, tüm Avrupa’nın ürünleri için de kullanılabilir. Şu anda günlük kapasitesi 250 tır civarında. Doğudan batıya önemli bir ulaşım rotası şekilleniyor ve bağlantıyı İsrail sağlıyor. Arap ülkelerindeki dönüşüm süreci gitgide daha karmaşık bir hal alırken, bu önerme daha fazla geçerlilik kazanıyor. Bunu görmek için Mısır’a bir bakmak yeterli. Türklerin İsrail’e mümkün olduğunca çabuk geri dönmesi bugün hiç olmadığı kadar önemli.
Son birkaç yılda bizleri ayıran kötü yönetim ve kötü siyasetti. Ancak Türkiye-İsrail işbirliğinin stratejik önemi baskın geldi.
Güven Sak
Sanki Türkiye’nin arabuluculuğuna karşı çıkanlar, bölgesel bir aktör olarak iyi niyetle aktif rollere soyunmak isteyen Türkiye’yi küçük düşürüyorlar...
Bu iki bakımdan yanlış bir algı.
1) Her şeyden önce, Türkiye’nin Ortadoğu barış sürecinde bir “arabulucu” olarak devreye gireceği doğru değil. Bu konuda resmi hiçbir beyan yok. Bu söylentiler ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin İstanbul’da son yaptığı görüşmelerden sonra yayıldı. Oysa Kerry’nin istediği şey, Ankara’nın özellikle Hamas üzerindeki etkisini kullanarak Ortadoğu müzakere sürecinin başlatılmasına yönelik ABD’nin yeni diplomatik girişimlerine katkıda bulunmasıdır. Yani “arabulucu” değil, bir nevi “kolaylaştırıcı” rolünü oynamasıdır.
2) Türkiye arabulucu olamıyor veya böyle bir misyon yüklenmesi istenmiyor diye komplekse kapılmaya hiç gerek yok. Bazılarının böyle bir hisse kapılması, herhalde Türkiye’nin rolü hakkındaki abartılı beyanlardan ve bunun yarattığı yüksek beklentilerden kaynaklanıyor.
Tabii ki Türkiye Ortadoğu’nun en güçlü ve etkin aktörlerinden biridir. Oynadığı ve oynayabileceği birçok roller vardır. Ama bu ille arabulucu olmayı gerektirmez. Arabulucu olarak kabul edilmeyince de bozulmaya değmez...
Sami Kohen
21 Mart'ta ABD Başkanı Obama'nın İsrail'i ziyaretiyle Türkiye-İsrail ilişkilerini düzeltilmesi için hamle yapıldı. Mavi Marmara olayı üzerine kopmuş olan ilişkiler İsrail'in Türkiye'nin taleplerini karşılayacağını söylemesi ve ilk adım olarak özür dilemesiyle yeniden başlamış oldu.
Şimdi sıra ikinci aşamada; bunun için dikkatler Başbakan'ın Gazze ve ABD'ye yapacağı ziyarete odaklanmış.
Türkiye'den beklenen, İsrail'in meşruiyetini kabul etmeyen Hamas'ın; İsrail'i tanıması için ikna edilmesi ve Doğu Kudüs'ün Filistin'in başkenti olduğu 1967 sınırlarını temel alan barış görüşmelerinde Devlet Başkanı Mahmud Abbas'a destek vermesinin sağlanması.
Siyasi analistlere göre: Hamas İsrail'in meşruiyetini tanıması halinde varlık sebebi ortadan kalkacak ve El Fetih tarafından eritilecek. Yerini başta İslami Cihad olmak üzere diğer gruplar alacaktır.
Bir diğer sorun ise Doğu Kudüs'ün Filistin Devleti'nin başkenti olmasıdır. Kudüs Filistin Devleti'nin başkenti olabilir mi? İsrail Devleti Kudüs'ü işgal ettiği 1967'den beri Yahudileştirme siyasetini sürdürmektedir. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, 'Kudüs Yahudilerindir ve sonsuza dek İsrail egemenliği altında olacaktır' demişti ki; İsrail halkı da böyle düşünüyor. Bu konuda Filistinliler Oslo ve Camp David sürecinin çok gerisine düştüler.Filistin'de kalıcı barış mümkün mü?
Sadece iki sorunu bugün gündemimize aldık. İki konu bile bize çözüme giden yolun zorluğunu gösteriyor.
Filistin sorunu çözülmeden dünyada ve bölgede barışın kurulması imkânsız.
Süleyman Gündüz
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/SuleymanGunduz/filistinde-kalici-baris-mumkun-mu/37198
Yazım yayınlandıktan sonra binlerce mesaj geldi; gönderenlerin hepsi “TC...”
Ve aralarında bazıları var ki hepimizden daha fazla TC...
Örneğin TC Moris Macoro... Yahudi bir vatandaşımız ve TC eyleminin mimarlarından! Diyor ki:
“Kimliğimize dokunulmasını istemiyoruz. Eylemimize katılan onlarca Rum, Ermeni, Yahudi vatandaşımız var. Bu bir kafatasçı eylem mahiyetinde olsaydı, sanırım onların da katılımı söz konusu olmazdı. Eyleme katılan birçoğumuz belki de değişik etnik kimliklere mensubuz. Ancak, yıllardır süren barışın simgesinin, TC ibaresi olduğunda ısrarcıyız.”
Mustafa Mutlu
http://haber.gazetevatan.com/tcli-direnis/529028/4/yazarlar
Kerry’nin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile bir araya geldiği ziyaretin sonuçlarını özet olarak şu başlıklar altında değerlendirebilmek mümkün:
- İLİŞKİLERDE BAHAR HAVASI: İkili ilişkiler, gerek Ankara’nın İsrail ile ilişkilerindeki gerginlik gerek Irak ve Suriye karşısındaki önemli tutum farklılıkları nedeniyle uzunca bir zamandır sıkıntılı bir şekilde seyretmekteydi. O kadar ki, Başbakan Erdoğan’ın geçen sonbaharda açıkladığı Washington’u ziyaret etme talebine bile 5 aya yakın bir süre olumlu bir yanıt verilmemişti. Kerry’nin gezisi, bu dönemin artık geride kaldığını ve Erdoğan’ın 16 Mayıs’ta yapacağı Beyaz Saray ziyaretine doğru sıcak bir havanın yayılmakta olduğunu gösteriyor. Kerry’nin açıklamalarında “Türkiye’nin başarılarından”, “şaşırtıcı bir süratle yol almasından” söz etmesi, ayrıca PKK’nın silahları bırakmasında Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın çabalarını överek, “diplomasi ve liderliğin en iyisi (the best)” şeklindeki yüksek övgü tonlarına başvurması, bu sıcaklığın derecesine yeterince işaret ediyor.
- COŞKUDA ÖLÇÜ KAÇMASIN: Gezinin Kerry açısından en önemli hedeflerinden birini, “özür”den sonra Türkiye-İsrail ilişkilerinin süratle yeniden 2009 (Davos) öncesindeki haline döndürülmesi temasına odaklandı. Kerry, öncelikle normalleşmeyi bozabilecek davranışlardan kaçınılmasını istedi. Konuk bakanın, “Bir sorum üzerine Davutoğlu bana, Türk tarafının (özür konusunda) bir zafer havasının yaratılmasını önlemek için adımlar attıklarını açık bir dille ifade etti” demesi bu durumun açık bir göstergesiydi. Kerry’nin bu konuyu Davutoğlu’na açmasının gerisinde özellikle İsrail’in Amerikan tarafına yaptığı şikâyetlerin yattığı anlaşılıyor. Belli ki, Amerikan tarafı da özrün ardından Ankara’da yaşanan coşkuda ölçünün kaçırıldığı kanaatinde ve bu durumun Türkiye-İsrail ilişkilerinin düzelme sürecini zedeleyebileceği hususunda kaygı duyuyuor.
- MEŞAL’İ İKNA EDİN: Kerry, Ankara’nın Ortadoğu barış sürecine önemli katkılarda bulunabileceği görüşünde. Ancak bu çerçevede öncelikli beklenti, Hamas lideri Halid Meşal’in mutedil bir çizgiye çekilmesi, bu bağlamda şiddeti reddetmesi ve İsrail’i tanıması için ikna edilmesini içeriyor. Ayrıca Amerikan tarafının, Erdoğan’ın Gazze’ye bu ay yapmayı tasarladığı ziyaretin Türkiye-İsrail ilişkilerindeki normalleşmeyi gölgeleyebileceği gerekçesiyle ertelenmesini istediği bir sır değil. Türk tarafının Kerry’nin ziyaretinden önce verdiği işaretlerle Gazze seferinin Erdoğan’ın Beyaz Saray ziyaretinin sonrasına sarkabileceğini hissettirmiş olması, bu pürüzün aşıldığını gösteriyor.
Sedat Ergin
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/22998635.asp
Washington Netanyahu ile Erdoğanın telefonda el sıkıştıklarına inanabilir. Fakat bu el sıkışma ancak telefonda olabileceği kadar bir el sıkışma. Geçtiğimiz hafta sonu, Davutoğlu diplomatik ilişkilerin eski düzeye gelebilmesi için İsrailin yapması gerekenleri sıraladı. Bu taleplerin arasında Gazzeye yapılan ekonomik yaptırımların iptali var. " tüm ambargolar hemen, bir daha uygulanmayacak şekilde kaldırılmalıdır" dedi. Tabiki Davutoğlu " tüm ambargolar" derken ambargoların hepsini mi kastetti, bunu bilemeyiz.
Silah ithali serbest mi bırakılsın? Ya roket ithali? Zararsız Gazze yapımı Katyuşalar için ham madde? Obama ve ABD dışişleri bakanı Kerry'nin İsrailin özürüyle Türkiyenin zafer sarhoşluğunu görmeleri, ve onu takip edecek zoraki yakınlaşmayı görmek için daha zamanları var. Erdoğan İsrailin "sadece 1967 sınırları içinde" var olmasını reddetmiyor. Bunu Obama ve Kerry belki kabul ederler. Eğer kabul ederlerse, Kuartete bir dansöz de ekleyip dörtlüyü beşliye çevirebilirler. Sorun, dansözün İsraili gizlice 1948 sınırlarına itmek istediği.
Amerikalıların bir mucize beklediklerini biliyoruz. Ilımlı İslamcı Erdoğan, çok ılımlı olmayan Hamas'ı mantık sınırlarına çekebilecek. Bu misyonun gerçekleşebilmesi için belki Amerikalılar önce Erdoğanı mantık sınırlarına çekmeliler.
Bunun haricinde, ara bulucuların kutsal olduğunu biliyoruz. Fakat kutsal kitapta sahte ara bulucular yok mu?
Burak Bekdil
http://www.hasturktv.com/anti_semitizm/6191.htm
http://www.zaman.com.tr/fikret-ertan/israilin-yeni-cephesi_2076615.html
http://tr.danielpipes.org/12713/obamanin-siyonizm-karsitligi
http://www.hasturktv.com/israili_taniyalim/6185.htm
http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=4393
Almanya'da bir zulüm ve işkence dönemi... Yahudi oldukları için işlerinden olan, hayatları tehlikeye giren bilimadamları... Nazilerin zulmünden kaçan Yahudi bilimadamları, Türkiye'ye geldi ve Türkiye'de modern üniversitelerin temellerini attı. Rıdvan Akar ile Hayatın Tanığı, üniversite reformunda Yahudi bilim adamlarının rolünü anlattı.