Sinemaseverlerin Nişantaşı-Beyoğlu-Ortaköy arasında süregelen keyifli koşuşturması sona erdi
KARA KUTU AÇILDI
Dror Moreh’in bu yılın Oscar adayı filmi ‘Bekçiler/Shomerei Ha’saf’ bir belgesel başyapıtı. Dünyanın en merak edilen, en çok tartışılan örgütlerinden biri olan, İsrail Gizli Servisi Shin Bet’in eski altı müdürü ile yapılan söyleşilerden oluşan, dönemin arşiv görüntülerinin de ustalıkla kurgulandığı bu film, dürüst, samimi ve gerçekçi birinci sınıf bir belgesel.
Avraham Shalon, Yaakov Peri, Carmi Gillon, Avi Dichter, Yuval Diskin, Ami Ayalon adlı eski Shin Bet yöneticilerinin ilk kez kendi izlenimlerini paylaşmayı ve icralarını kararlarını başlıca olayları anlatmayı kabul ettiler.
İsrail yakın tarihine ışık tutan belgeselde 1967 Savaşı’ndan bu yana Ortadoğu’da yaşananları, 1993-94 Oslo sürecinin fiyaskoyla sonuçlanmasının sebepleri, Camp David zirvesinin etkilerini, İzak Şamir’in dinci teröristlere af çıkarmasının yanlışlarını, intihar bombacılarıyla girişilen mücadelenin perde arkasını İzak Rabin suikastının altyapısını hazırlayanları, terörist Yahya Ayyash’ın cep telefonu ile öldürülüşünü, birinci ağızdan dinledik.
“Bizim için terörist olan karşı taraf için direniş kahramanıdır” gerçeği arşiv görüntüleriyle doğrulandı. Röportajlar, hem İsrail, hem Ortadoğu politikacılarının ve ahlâkının içyüzünü anlatıyor. Film birbirleriyle aynı kanaati paylaşmayan eski müdürlerin öz eleştirilerinde bazı konularda kabahatli oldukları itiraflarını da kapsıyor.
Eleştiriye açık olması gereken demokratik bir yönetimde, Shin Bet’in eski müdürleri politikacıları kaypaklıkla eleştirirken, istihbarat örgütü olarak bazı konularda yetersiz kaldıklarını itiraf ediyorlar.
Errol Morris’in “100 Yılın İtirafları / The Fog of War”ında esinlenen ‘Bekçiler’, 2012’de New York Film Eleştirmenleri, Los Angeles Eleştirmenler Birliği, ABD Ulusal Eleştiri Kurulu’nun “Yılın Belgeseli” ödüllerini kazandı.
ORTADOĞU’DA BARIŞ UMUDU
Gözlemci devlet statüsü ile geçen yıl Birleşmiş Milletler’e kabul edilen Filistin 194. devlet oldu.
İsrailli belgesel ustası Dan Setton “194. Devlet / State 194” adlı filminde “uygun şartlar sağlandığında barış gelecek midir?” sorusuna cevap arıyor.
Hem İsrail hem Filistin’e bambaşka bir açıdan bakan film, işte bu sorudan esinleniyor ve on yıllar süren bu anlaşmazlığı sona erdirmek için tarihi bir fırsat yakalamaya çalışan Filistinlilerle İsraillileri iki devlet için çözüm yolunda izliyor.
Yolculuğun başlangıç noktası ise Filistin Başbakanı Selam Fayyad’ın İsrail’in 1948’de BM’de tanınması sürecinden esinlenerek 2009’da başlattığı kampanya. Evvelce IMF’te de çalışan, ekonomist kökenli Selam Fayyad’ı başrole oturtan 98 dakikalık belgesel, toplantı salonlarından gençlik odağı sosyal medyaya oradan da sokaklara, cılız bir umut ışığını elle tutulur bir gerçeğe dönüştürenlerin hikâyesini anlatıyor.
Filmin yönetmeni 2. kez Emmy ödülü sahibi, Kahire doğumlu Dan Setton, Londra’daki sinema tahsilinden sonra İsrail’de belgesel üzerinde uzmanlaşmış bir sinema adamı. 32. Festivalin ‘Sinemada İnsan Hakları’ bölümünün jürisinde yer alan Dan Setton, ‘194. Devlet’in gösteriminde hazır bulundu. Setton konuşmasında “Filmi yapma sebebimin İsrail’de iki ayrı devlet görmek isteyenlerin yüzdesinin 60’ları geçmesi. Engeli politikacılar çıkarıyor. Mesajım şu: Bütün uzlaşmazlıkların üstüne çıkalım, acı çeken insanı görelim. Ahlâki değerleri öne sürerek adalet isteyen aktivistler ve halkın kendisi, politikacıları doğru karar almada yönlendirmeleri gerektiğine inanıyorum.” dedi.
İzleyicilerden: ‘Filmde Hamas niye yok?’ sorusuna Dan Setton: ‘Hamas başka bir konu olabilir.’ ‘194 Devlet’in konusu Gazze’de değil, Batı Şeria’da geçiyor. Selam Fayyad’ı anlatmak istedim” cevabını verdi.
MELOMANLARA İLAÇ GİBİ FİLM
İsrailli senaryo yazarı-yönetmen Yaron Zilberman “Son Konser / A Late Quartet”te, 25. yıldönümleri için verecekleri konsere hazırlanan bir klasik müzik dörtlüsünün öyküsünü anlatıyor. Melomanlara gerçek bir müzik ziyafeti sunan film, dünyaca ünlü bu yaylı çalgılar dörtlüsünün, sevilen viyolonsel sanatçısının (Christopher Walxen) acımasız bir hastalığa yakalanmasıyla, grubun dengesini kaybedişini anlatıyor.
Grubun karı-koca kemancılarının (Philip Seymour Hoffman-Caterine Keener) kızlarının 1. kemancıyla (Mark Ivanir) yaşadığı duygusal yakınlaşma işleri zorlaştırırken, bastırılmış duygular, çarpışan egolar kontrolden çıkmış tutkular, yıllardır süregelen dostluk ve uyumu tehdit etmeye başlar. Müzisyenler bütün bu sorunları çözüp birilerini korumak ile sonsuza dek ayrılmak arasında seçim yapmak zorundadır.
Müthiş karakter tahlilleri barındıran senaryosuyla; Beethoven’in Opus 131 Yaylılar Dörtlüsü adlı olağanüstü eserinden esinlenen ve bu yapıt etrafında dönen ‘Son Konser’ oda müziğine ve New York kültür dünyasına saygı duruşunda bulunuyor.
Müzisyen eşinin ölümünden sonra teselliyi müzikte bulan, aklı selimin temsilisi, herkesin sevgilisi viyolonsel sanatçının Parkinson hastalığına yakalanmasıyla başlayan aksilikler, 2. keman Robert’in genç bir Flamenko dansözüyle yaptığı kaçamakta karısı Juliette’e yakalanmasıyla devam ediyor. Bu üç rolde Christopher Walker-Philip S. Hoffman-Catherine Keener deneyimleri ve oyun güçleri ile parlarken, 1. kemanı oynayan İsrailli aktör Mark Ivanir’i ben tutmadım.
Yaron Zilberman filmi için: “Uzun zaman geçtikçe farklı biçimlerde değiştiğimiz için kaçınılmaz bir biçimde suçlanan ve sürekli olarak emek ve özenle ince ayar isteyen uzun süren ilişkiler için Opus 131’un mükemmel bir metafor teşkil ettiğini düşünüyorum.” diyor
İsrail’de doğan Yaron Zilberman, askerliğini yaptıktan sonra, New York’a göç eden ailesine katıldı, tahsilini burada sürdürdü.
‘Waterwarks’ adlı belgeselde 1930’larda Nazi zulmüne uğrayan Viyana’daki Yahudi şampiyon kadın yüzücülerin öyküsünü anlattı. İlk filmi ‘Son Konser’, dozunda bir duyarlılık içeren anlatımıyla, başarılı müzikleriyle, nostaljik tadlar içeren müthiş finaliyle beğenildi.
İNTİHAR BOMBACISI KADIN
‘Saldırı / The Attack’, İsrailli oyuncularla, İsrail’de çevrilmiş bir Lübnan filmi. Yasmina Khadra adıyla tanınan Cezayirli yazar Mohammed Molessehoul’un (Türkçe’ye de çevrilen) dünya çapında çok satan kitabından, Lübnanlı senarist-yönetmen Ziad Doveiri tarafından beyaz perdeye aktarılan film, İsrail, Filistin ve Lübnan’ın sinematografik alanda ilk işbirliğin ürünü.
Tel-Aviv’in merkezindeki bir hastanedeki üstün başarısından dolayı İsrailli Arap doktor Emin Caferi’nin tıp ödülü kazandığı gün, İbn Givrol’daki bir lokantaya bombalı intihar saldırısı yapılır. Kendi kurduğu dünyasında mutlu, başarılı bir kariyeri olan, doktor camiasında çok sevilen, eşini çok seven bir doktor olan Emin, Tel Aviv’de ailesine ve köklerine çok uzak ama hoşnut olduğu bir hayat yaşamaktadır. Restoranda patlayan bomba ile hayatı alt üst olan Emin, eşi Siham’ın ölüler arasında olduğunu görür. Arkasında 11’i çocuk, 17 ölü bırakan saldırıdan polis Siham’ı sorumlu tutmaktadır. Emin, başta böyle bir şeyin mümkün olabileceğine inanmaz. Herkesin cani olarak gördüğü karısını temize çıkarmak için kendi araştırmasını yapar, ancak peşinden gittiği gerçekler yüzüne çarptıkça devam etmesi gittikçe zorlaşır.
Taraflara eşit mesafede durarak, olaya Filistin bakış açısından ve aklı selimi temsil eden Emin’in bakış açısından yaklaşan film, dengeli mizanseni, düzgün kurgusu ve oyuncu kadrosunun başarısıyla zevkle izleniyor. Ziad Douieri “İnkar Ortadoğu’nun dört bir yanında, her iki tarafta da rastlanan bir şey. Hedefimiz herhangi bir tarafı memnun etmek değil, hikâyemizi alabildiğince sade ve gerçekçi bir şekilde aktarabilmekti. 1982 ve 2006 savaşları süresince İsrail’den nefret etmiştim, fakat kendimi sorgulayıp gerçekleri öğrenmeye başlayınca tamamen değiştim.” dedi.
İSRAİL SOSYAL HAYATINDA KARA TABLO
Seksenli yaşlarını sürdüren, ömürlerinin sonbaharın da yalnızlığın ve çaresizliğin içinde kıvranan bir çiftin öyküsünü anlatan İsrail filmi ‘Son/Epiloque’ Michel Haneke’nin ‘Amour’unun İsrail versiyonu olarak nitelendirildi. Filmini takdim etmek üzere İstanbul’a gelen filmin senarist-yönetmeni Amir Manor, bu benzetmeden nefret ettiğini ve ‘Amor’u henüz görme fırsatını bulamadığını söyledi. Yaşlı çift Hayuta ile Berl günümüz İsrail’ine ve çevrelerindeki sosyal değişime uyum sağlamakta zorlanmaktadır. Amerika’da yaşamayı seçen tek oğlu ile Berl’in arası hiçbir zaman iyi olmamıştır.
Projeksiyondan sonra Amir Manor’a ilk soruyu ben yönelttim:
“Fakir bir semtte geçen konusuyla filminiz sosyal boyutuyla karanlık bir İsrail portresi çiziyor. ‘Son’da en ufak bir umut kırıntısı yok. İlk filmini çeken bir sinemacı olarak niye bu kadar karamsarsınız?” Manor’un cevabı şöyle: “İsrail’de orta sınıf kalmadı. Ekonomik durumun kötü olması demokrasiyi yıkıyor. Pesah’ta 4 yaşlı adam sokakta dövüldü. Gençler umutsuz olduğu için başka ülkelere yaşamaya gidiyorlar. İnsanların hayalleri kalmadı, günü gününe yaşıyorlar. Yaşam gittikçe zorlaşıyor. Umudun tükendiği yerde ahlâk da kalmadı. Depresif bir durum var. Yaşlılar yalnızlık ve terkedilme sorunu yaşarken, halkının yüzde 60’ı fakirlik sınırında yaşıyor, vergisini ödeyemiyor.”
Büyükanne ve büyükbabasını kanserden kaybettiğini anlatan Manor, büyükannesinin “fakirlik önemli değil, para istemiyorum bana saygınlık lazım” sözlerinden çok etkilenip, filmin senaryosunu yazdığını söyledi. “İsrail’de üç çocuktan biri fakirlik içinde yaşıyor. Tel-Aviv’e yaptığınız seyahatler sizi yanıltıyor, Tel-Aviv’in dışında fakirlik çok. Kiralar Paris’le mukayese edilecek kadar pahalı” diyerek dert döken Manor, çok küçük bütçeli siyah-beyaz filminde oyuncularının bedava oynadığını söyledi.
BELADAN KAÇMAK İÇİN ‘ALYAH’
‘Göç/Alyah’ ilk uzun metrajlı filmini yapan genç Fransız Yahudisi senaryo yazarı-yönetmen Elie Wajeman’ın, geçen yıl Cannes’ın ‘Yönetmenlerin 15 Günü’ bölümünde gösterilip beğeni kazanan filmi.
Aile, dayanışma, hayata tutunma, aşk, yeni bir başlangıç yapma arzusu temaları etrafında dönen ilginç film, dram ile komedi arasında gidip geliyor.
Fransa’daki Yahudi cemaati hakkında önemli tespitler yapan film, uyuşturucu trafiği ile sıradan burjuva bir yaşam süren, torbacı Alex’in öyküsünü anlatıyor.
‘Aile ilişkileri ile yeni başlangıçlar hep birbirleriyle çalışmak zorunda mıdır?’ sorusunu soran senaryosu ile öne çıkan film, İsrail’e göç olgusunu inançları nedeniyle değil kaçma ihtiyacıyla hayata geçirmeyi sorguluyor.
Genç kızların sevgilisi, yakışıklı, arkadaş çevresi geniş, sevimli, karizmatik Alex’in hayattaki tek derdi, kendisine maddi ve manevi açıdan yük olan serseri ruhlu ağabeyi Isaac’tır. Kuzeni Tel-Aviv’de bir restoran açacağını söylediğinde Alex orada yeni bir hayat kurabileceğini düşünür; ancak çok sevdiği Paris’ine, yeni sevgilisine arkadaşlarına veda etmek zorundadır. İsrail’e göç ile esrar satışı, karmaşık aşk hayatı ve yıkıcı ağabeyi arasında kalan Alex kendi yolunu çizmek zorundadır. Ağabey rolünde tecrübeli aktör-yönetmen Cedric Kahn çok başarılı. Toronto’daki Uluslararası Diaspora Film Festivali’nde gösterilen filmin yönetmeni Elie Wajeman ‘Göç’ü takdim etmek için İstanbul’a geldi.
İSRAİLLİ PİLOT İLE FİLİSTİNLİ ÇOCUK
Filmlerinde Ortadoğu sorununa, taraflara eşit mesafede durarak, hümanist bir bakış açısıyla yaklaşmakla tanınan İsrailli Eran Riklis son film ‘Zeytin / Zaytoun’da savaş esiri bir İsrailli pilot ile Filistinli bir çocuğun öyküsünü anlatıyor.
Her ne kadar, ‘Limon Ağacı’ ve ‘Suriyeli Gelin’ kadar etkileyici olmasa da, ‘Zeytin’ yönetmenin kendi sözleriyle “bizi öfkeden uzaklaştıran, yeniden düşünmeye ve yeniden değerlendirmeye sevkeden” bir yol filmi,. 1982 İsrail-Lübnan savaşı sırasnıda geçen konusuyla, film Beyrut’ta bir Filistin mülteci kampından açılan ateşle uçağı düşürülen, esir alınan İsrailli savaş pilotu Yoni’nin, 15 yaşlarındaki bir Filistinli çocukla yolları kesişen yazgısını anlatıyor.
Bir taraftan İsrail’in, diğer taraftan Hıristiyan falanjistlerin ateşi altında kalan Filistinli mültecilerin esir aldığı Yoni’yi kurtaran küçük Fahed olur.
Amacı yeni öldürülen babasının bıraktığı zeytin ağacını dikebilmek için beraber İsrail’e geçmek şartıyla Yoni’den istifade etmektir.
Askerler peşlerinde Lübnan’ı boydan boya geçerken nefret ve tahammülsüzlüklerini aşmak, birbirlerine güvenmeyi öğrenmek zorunda kalacaklar, aralarında sıradışı bir dostluk oluşacaktır.
Filmin tanıtımı için İstanbul’a gelen Hollywood’un prestijli oyuncusu Stephen Dorff, bu film için İbranice öğrendiğini, ne olursa olsun, barış ümidini kaybetmediğini, İsrail ve Filistin toplumlarının bunca zamandır süre gelen gerginlik ve savaşın ardından çocuklarını yetiştirebilecekleri huzurlu günlere kavuşmaları gerektiğini söyledi.
Dorff, yönetmen Riklis’in oyuncu olarak kendisini seçmesinin nedeninin filmin daha çok kişiye ulaşmasını ve böylece barış umudunu yaymasını düşünmesi olduğunu söyledi. Fahed’i oynayan Batı Şeria doğumlu Abdellah El Akel’in, üç lisan bilen olağanüstü bir çocuk oyuncu olduğunu ilave etti.
‘KÖTÜLÜĞÜN SIRADANLIĞI’
Alman ve dünya sinemasının önde gelen feminist yönetmeni Margarethe Von Trotta, Cannes’dan Altın Palmiye ödülü “Rosa Luxemburg”dan 26 yıl sonra, yine ünlü Alman Yahudisi bir kadını ‘Hannah Arendt’i perdeye taşıyor.
Politik filmlerin merkezine kadınları koyarak, aralarındaki dostluk ilişkisini inceleyen ve kadının toplumdaki yerini sorguluyan Margareth Von Trotta, “Rosa Luxemburg”da yaptığı gibi “Hannah Arendt”te de başrolü Barbara Suxowa’yı teslim ediyor. (Meraklısı için bir not: Von Trotta, ‘Teneke Trampet’ı yaratıcısı, ünlü yönetmen Volker Schlöndorff ile 20 yıl evli kaldı).
1906-1975 yılları arasında yaşayan, dahi düşünür, siyaset bilimci, felsefeci yazar Alman Yahudisi Hannah Arendt, Almanya’da üniversitede ders vermesi engellenince, 1933’te Fransa’ya, Nazi avından kaçmak için ABD’ye geçti ve Amerikan vatandaşı oldu.
Sigaraları uc uca ekleyen, ‘kötülüğün sıradanlığı’nın keşfiyle dünyayı sarsan bu sıradışı kadının filmde, 69 yıllık hayatından bir kesit izliyoruz. Eichmann’ın yargılanışına insanî bir bakış getirdiği için Ardent şimşekleri üzerine çekti.
Hannah Arendt, Nazi Adolf Eichmann’ın Kudüs’teki mahkemesine katıldıktan sonra, Holokost’u daha önce kimsenin yapmadığı şekilde yazma cesaretini gösterdi. New Yorker’de bu dava sonrası yazdığı beş yazı Yahudi dünyasını ayağa kaldırdı. İsrail ve Yahudi düşmanlığı ve kendi halkına hiç sevgi beslememekle suçlanan Hanna Arendt’in kitaplarından hiçbiri İbranice’ye çevrilmedi.
Von Trotta, Arendt’i 1961-64 yıllarında Eichmann hakkındaki çalışmasına verilen tepkilere direnirken resmediyor. Film, geriye dönüşlerle Arendt’in gençlik yıllarındaki hocası, sonra sevgilisi Prof. Martin Heidegger’le ilişkisini de anlatıyor. Arendt’in çalışması, anında bir skandala yol açmıştı. Ancak rakipleri ve arkadaşları tarafından saldırıya uğrasa da sarsılmadığına tanık oluyoruz. Barbara Sukowa bu rolde harikalar yaratıyor.