Tophane galerileri bir kaç yıldır ara ara düzenledikleri Tophane Artwalk uygulamasını 7 Nisan Pazar öğleden sonra bir kez daha gerçekleştirdiler. Galerilerin yanı sıra, müzeler, bazı otel ve lokantaların da kapılarını sanatseverlere açtığı bu uzun yürüyüşün ardından, ne gezip gördüğüm sergilerin tamamına değinebildim yazımda, ne de açık olan galeri ve müzelerin hepsini gezebildim; ama bizzat şahit oldum İstanbul’un giderek bir sanat metropolüne dönüştüğüne. İşte size bu uzun yarım günün bende bıraktıkları...
Galata’dan Tophane’ye adım adım sanat… Pazar günleri kapalıdır aslında galeriler; ancak Galata ve Tophane’nin dönüşen yüzünün önemli aktörleri olan bu mekânlar, bir kaç yıl önce başlattıkları ‘açık pazar’ uygulamasını bu yıl 7 Nisan’da gerçekleştirdiler.
Sanata doyduk bu hafta sonu. Doyduk mu yoksa sanatla beslenip sanatçı ruhumuzu daha mı açığa çıkardık? 6 Nisan Cumartesi, Haliç Kongre Merkezi’nde Art Bosphorus ile başlayan sanat yürüyüşüm, gazetemiz yazarlarından Miryam Şulam’ın çağrısı ile aynı gün Teşvikiye Bimisal Galerisi’nde Jackie Arditty’nin kişisel sergisinin açılışını ziyaretimizle devam etti. Renklerin muhteşem dansını izlerken “Herkes resim yapabilir” diyen Jackie, şimdiye kadar fırçayı eline neredeyse hiç almamış benim, yüreğime gizliden bir resim ateşi fitillediğinin farkında mıydı acaba? Bir fırsat yaratıp atölyesinde denemeliyim sanırım kendimi. Sergide izleyiciyi etkileyen şaha ve aşka kalkan atlar, güneş tonlarında ışıl ışıl palyaço ama en güzeli sanatçının neşesinin yansımasını izlemek oldu eserlere.
Bir taraftan Emirgan’da Lale Festivali’nin yıllık çağrısı, bir yanda Stella Namet Abulafya’nın Caddebostan’da Lösev yararına düzenlediği imza günü… Hangisine gideceğimi düşünürken buldum kendimi Miryam’la birlikte Galata’da… Kitabı Lösev yararına nasılsa alabilirim, Lale Festivali de ay sonunda kadar devam ediyor. Oysa tek günlük bir etkinlik olan Tophane Sanat Yürüyüşü’nün kaçırmak istemediğim bir etkinlik olduğuna karar verdim. Galata’da eski Mısır Apartmanı’nda başlayan yürüyüşümüz, galeri galeri Tophane’ye dek devam etti. Bugüne özel kapılarını açmış olan galeriler, eserlerini sergiledikleri sanatçıların da varlığında sımsıcak karşılıyorlardı sanatseverleri. Her galeride, her bir sanatçı kendine özgü bir tarz ile kendi sorgulamalarını sunuyordu izleyiciye. Mısır Apartmanı’nın geniş merdivenlerinden çıkarken Cda Projects Galeri’de bulduk kendimizi. Zeren Göktan’ın, kadına şiddete vurgu yapan ‘Sayaç’ isimli sergisinde öğrendik mesela 2013 Ocak ayından sergiyi gezdiğimiz ana dek Türkiye’de 18 kadının şiddete kurban gittiğini. Ümraniye T tipi Cezaevi’nde mahkûmların boncuktan ürettiği kadın bebek anahtarlıklardan yola çıkılarak hazırlanmış, birbirlerine töre ipleri ile bağlı bir kadın ormanı karşıladı bizleri. Yine mahkûmların ördüğü antik Mısır kefen örtüleri kesti nefesimizi. “Ölüleri diğer dünyaya geçerken, hikâyeleri ile onlara yol göstermesi ve onları koruması içini Mısırlıların yaptığı bu örtülerden çok etkilendim” diyordu sanatçı sergi kataloğunda.
Aynı binada bir diğer galeri olan Zilberman’daki ‘Olduğumuz gibi’ isimli sergide Ruti Sela ve Maayan Amir isimli İsrailli sanatçılarla karşılaştık diğerlerinin arasında. 18 yaş üstü video enstalasyonu ile gençlerin yaşama ve cinselliğe bakışı karşısında şoke olduk. Yaşamı, değerleri, anlamları sorguladık. Sürekli bir savaş halinin de etkisiyle değerlerin nasıl da değişip yozlaştığını, yozlaşmanın nasıl gerçeğe dönüşüp, zaman içinde belki de yeni bir yaşam tarzı olarak kabul görmeye başladığını düşündük. Amacı da bu idi sanatçının belli ki.
Galeri Nev’deki sanatçı Hale Tenger’in görmez, duymaz, konuşmaz üç maymunun videosunda olaylara karşı sessiz kalan toplumu gözlemledik, her birimiz kendi algımızı katarken filme…
Henüz bilmiyordum ama aynı günün akşamı Holokost kurbanlarını anma töreninde, Simon Cohen’in o içe işleyen sesinden dinlediğimiz kantoriyal ilahilerin arasında Schiller’in ünlü bir sözü çıkacaktı karşıma: “Dünyanın tarihi dünyanın yargısıdır”. Peki, ama sanat? Sanatta var mıdır yargı? Yargıdan kaynaklanan bir sorgulama mıdır sanat? Yoksa yargısız bir bakış mıdır eserler üzerinden bize sunulan? Hayallerin kaynaşıp gerçeğe döndüğü an mıdır? Bazen Aslı Sungu’nun ‘Ölüye 4 Vaaz’ sergisinde gözlemlediğimiz gibi, rüyaların kolaja dönüşmesi, bazen de yaşamın sorgulanması; yaşanılanların, zaman içinde işlevsizleşen mekanların dönüşümünü (Elipsis Gallery / Metehan Özcan) duyumsamaktır bazan. Zamanın işlevsizleştirmesi, aslında beynimize her an dolan sonsuz bilginin yüreğimizde yoğrulup yeniden birer sanat eseri olarak farklı yöntemlerle ortaya çıkmasıdır belki de. Kimi sanatçıda tel tel, kimi sanatçıda (Galeri Apel, Yıldız Şermet) minyatür vurgularından yola çıkan toplu iğne vuruşları ile; bazen kendi atölyesinde dijital sanat üzerine kolajlarda (Pınar du Pre); bazen fotokopi baskının zaman içinde silinip yok olmasına karşın varlığını sürdürecek varak boyalarla, sürekli bir değişim içinde var olmaya devam edecek koyunlar (Galeri Mana/Abbas Akhavan) olarak çıktı bu sefer karşımıza.
Her biri diğerinden farklı düşünce ve ruh hali ile üreten ama çoğu aslında eseri hakkında konuşmak istemeyen sanatçılar. Artık sanatçının ne demek istediğinden çok izleyenin ne algıladığının öne çıktığı bir sanat anlayışının giderek daha hakim olduğu bir dönemdeyiz zaten. Bir anlamda yaşadıklarımıza kattığımız anlamlar doğrultusunda yaşadıkça yaşamın yeniden yaratılması bence sanat. Bazan canımızı acıtan, bazan nefesimizi kesen, gülümseten, yaşam boyunca kişisel ve toplumsal olarak deneyimlenen her anın, yeniden yaratılarak bir daha sunulması.
Adım adım sürdürdüğümüz bu sanat gününün sonunda Tophane’nin tasarım butikleri ve minik lokantalarla yeniden canlanan ara bir sokağında leziz atıştırmalıklarla, sımsıcak bir sohbet eşliğinde günü tamamlamak ise yaşamın bambaşka bir rengi…
Art Sümer’de Elif Öner’in de dediği gibi, “İnsan bir hayat satın almaktadır” aslında her an. Her deneyim, her algı, “hikâyenin kişinin bildiği yarısına” rücu eder. Ne zaman kalır orada belirgin, ne de mekân. ‘Zaman’ın Yüzü’ öteki yüzleri ile bütünleşir. Denizhan Özer’in vurguladığı gibi “gerçek dünya ortaya çıktığı andan itibaren kaybolmaya da başlar”. Ve bence, bu kayboluş da sanal bir kayboluştur. Çünkü izleyicinin kişisel doneleri ile birlikte, onun kendi tiyatro sahnesinde yepyeni bir gerçeğe dönüşür. Ve her yarım hikâye, kişinin kendi hikâyesinin bir fragmanı oluverir. O yüzden “bilirsiniz siz zaten, hikâyenin tamamını”.