Bir festival geride kaldı

Festivalde izlediğimiz 2012’nin sinema ürünleri arasında bir başyapıt yoktu, ancak filmler genellikle seviyeli idi

Viktor APALAÇİ Sanat
24 Nisan 2013 Çarşamba

6 salonda, 23 bölümde, 66 ülkeden, 274 yönetmenin 226 filminin gösterildiği 32. İstanbul Film Festivali’ni toplam 140 bin sinemasever izledi.  Festival boyunca salonların doluluk oranı yüzde 88 idi. 529 seansın 116. sında filmin yönetmeni, yapımcısı veya oyuncusu hazır bulundu, sinemaseverlerin sorularını yanıtladı.

Festivalin konukları için düzenlenen ve artık klasikleşen Boğaz’da yemekli tekne gezisi bu yıl pırıl pırıl güneşli bir havada gerçekleşti.

Programdaki sürprizler arasında, İtalyan usta Marco Bellocchio’nun  ötenazi gibi çetrefil bir konuyu farklı kuşakların bakış açısıyla yansıtan ‘Uyuyan Güzel / Belle Addormentata’, gerçek hayattan alınan, bir seri katilin öyküsünü anlatan Ariel Vrumen’in ‘Katil / The Iceman’i, internetin günlük hayatımıza etkisini anlatan, Henry Alex Rubin’in ilk uzun metrajlı kurmaca filmi ‘Disconnect’ vardı.

İtalyan sinemasının en önemli başyapıtlarından ‘Cepteki Yumruklar’ın (1965) yaratıcısı Marco Bellochio’nun sekseninde yaratıcılığından birşey kaybetmediğini görmek sevindirici.

‘Uyuyan Güzel’de bir trajedinin, hayatın anlamına yönelik düşünceleri etkileyerek dört kişinin hayatını değiştirdiğini, bir yıllık bitkisel hayatın ardından bir kadının hayatının artık sonlandırılmasına karar verilmesinin etkilerini izledik.

Vicdanıyla siyasal sadakati arasında kalan bir senatörün şahsında, (senaryoyu da yazan) Bellochio ötenazi konusunda politikacıların iki yüzlülüğünü otopsi masasına yatırır.

‘Katil’ 1964’te tek aşkı Deborah ile evlenen Richard Kuklins’in hem seri katil, hem de fedakâr bir koca ve baba oluşunun öyküsünü anlatıyor. Yıllar sonra 100 ayrı cinayet suçlamasıyla tutuklanan acımasız kiralık katilin öyküsü insanın kanını donduruyor.

‘Disconnect’ sinsice içiçe geçen bir dizi sürükleyici öykü eşliğinde internetin günlük hayatımıza etkisini anlatıyor. İnternetin bize sağladığı özgürlük müdür, tutsaklık mı? Hayatı olmadığınız yerlerde de yaşamanın sonuçları nelerdir? Sorularına cevap arayan film polisiye kalıpları içinde işlenmiş.

YOKSULDAN ÇALIP, ZENGİNE VERECEĞİZ

“Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü almak üzere İstanbul’a gelen Costa Gavras filmleriyle eşitsizlik, insan hakları ihlâlleri, faşizm gibi evrensel sorunları cesaretle ele alan bir yönetmen. Yunan asıllı Fransız yurttaşı, 80 yaşındaki Costa Gavras 1969’da yaptığı ‘Z / Ölümsüz’ adlı filmde, 1963’te Yunanistan’da faşistler tarafından öldürülen Grigoris Lambrakis’i anlattı. 1982’de Altın Palmiye ve En İyi Uyarlama Senaryo Oscar’ı ödüllerini kazanan ‘Kayıp / Missing’de Pinochet diktatörlüğü altındaki Şili’de gözaltına alındıktan sonra kaybolan (!) gazeteci oğlunu arayan çaresiz babayı anlattı.

‘Müzik Kutu’sunda (1989) geçmişinde Nazilerle birlikte çalışan ABD yurttaşını, ‘Amen’de (2003) Nazi Almanya’sına sanıldığı gibi masum olmayan kilise ve Papalığın ipliğini pazara çıkardı. ‘İtiraf / L’Aveu’ (1970) ve ‘Sıkı Yönetim / Etat de Siege’ (1973) ile politik sinemanın başyapıtlarına imza atan Costa Gavras, son filmi ‘Kapital’ ile oklarını bankalara ve finans dünyasına çeviriyor.

Stéphane Osmont’un aynı adlı kitabından uyarlanan film, Avrupa’nın en büyük bankasının, yeni yönetim kurulu başkanı olunca para dünyasının efendisi haline gelen Marc Tourneuil’ün önlenemez yükselişini anlatıyor.

Bankalar, kapalı kapılar ardındaki entrikalar, lüks tekneler, manken kızlar, şirket uçakları, para para, hep para... Kapitalist sistemin pis içyüzü dünyanın en tanınmış politik film yönetmenlerinden biri olan Costa Gavras tarafından gözler önüne seriliyor... Avrupa’nın en büyük bankası Phonix Bank’ın yeni yönetim kurulu başkanı olunca, Tourneuil kurul üyelerine bir açıklama yapar. “Yeni Robin Hood benim! Yoksullardan çalıp zenginlere vermeye devam edeceğiz!” Gavras’ın deyişiyle “Sermayenin kölesiyiz. Peki bizi kim özgür kılacak.?”

Küresel güç odaklarının bankalarla birlikte nasıl hareket ettiğini gösteren film, dev bir Avrupa bankasının yönetimindeki yolsuzlukları ve ahlaki çöküntüyü kara mizah tadında gözlere seriyor.  Serbest piyasa ekonomisinin demokrasiye zarar verdiğini söyleyen Costa – Gavras, politikacıların görevlerini yapmadıklarını düşünüyor.

Son not: Filmi beraber izlediğim, ekonomist kızım Suzi filmdeki entrikanın gerçeklerle bağdaşmadığını, gerçekçi olmadığını söyledi.

DÜŞ KIRIKLIĞI

‘Daha İyi Bir Dünyada / In A Better World’ ile 2010’da En İyi Yabancı Film dalında Oscar ödülü kazanan Danimarkalı senaryo yazarı yönetmen Susanne Bier’in son filmi ‘Sadece Aşk / Love is All You Need’i Venedik Film Festivali’nin ardından 32. İstanbul Film Festivali’nde izleyicisiyle buluştu.

Bu aşk ve mizah dolu filmde, kanser olduğunu öğreninceye kadar sıradan bir hayat süren bir kadın ile karısının ölümü yüzünden tüm dünyayı suçlayan dul bir adamın, çocuklarının düğünü için gittikleri İtalya’da tanışmasını anlatıyor.

Aile, aşk ve mutluluğun gerçek değerini sorgulayan bu film, ‘Daha İyi Bir Dünyada’ yüzünden beklenti çıtamı çok yükseğe koyduğum için beni düş kırıklığına uğrattı.

Filmin senaryosu tutarsızlıklarla dolu. Genç kızlara yüz vermeyen, yakışıklı patronun önemli bir özelliği olmayan 50’lerinde bir kadına hemencecik aşık olması inandırıcı değil. Esasen kasıntı Pierce Brosnan Philip karakterini itici yapıyor.

Öyküye romantizm katmak için düğün hazırlıklarının cennet Sorrento koyunda yapılması, çok denenmiş bayat bir yöntem.

BERLİN FESTİVALİ’NİN GALİPLERİ

Şubat ayındaki Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ve FIPRESCI Ödüllerini kazanan Rumen filmi ‘Çocuk Pozu’ ile Jüri Büyük Ödülü ile En İyi Erkek Oyuncu ödüllerinin galibi Bosna – Hersek filmi ‘Bir Hurdacının Hayatı’ festivalde gösterildi.

Bir trafik kazası sonrası yaşananları anlatan senaryo yazarı – yönetmen Calin Peter Netzer’in ‘Çocuk Pozu’ adlı filmi günümüz Romanyası üzerine ilginç tespitlerde bulunuyor, toplumsal hayat hakkında ciddi eleştiriler getiriyor.  Elit ve varlıklı bir anne olan 60 yaşındaki Cornelia, sürdüğü ayrıcalıklı yaşam tarzına rağmen mutsuz bir kadındır. Pısırık kocasına sözünü geçiren Cornelia, 34 yaşındaki, kendisine karşı bağımsızlığını ilan etmeye karar vermiş oğlu Barbu’yla iletişim kurmakta zorlanmaktadır. Film, dediğim dedik bir anne ile yetişkin oğlu arasındaki ilişkiyi duygusal ve heyecan verici olduğu kadar mizahi bir yolla aktarıyor. Barbu hem ayrı eve çıkmış, hem kendine bir araba almış hem de annesinin tasvip etmediği bir kız arkadaş edinmiştir. Barbu’nun hız yapan arabasıyla 14 yaşındaki bir çocuğu öldürmesi, Cornelia’nın kabaran annelik içgüdüsüyle, oğlunu kurtarma çabasıyla film bambaşka bir kulvara geçer.  Herşeyi paranın gücü ile halletmeye alışmış Cornelia’nın filmin finalinde ölen çocuğun anne – babasına yaptığı ziyareti, Netzer duygu yüklü müthiş bir sinematografi eşliğinde anlatıyor.

Ünlü Boşnak senarist – yönetmen Danis Tanoviç ‘Bir Hurdacının Hayatı’nda hayattan alınmış gerçekçi bir kesit sunuyor. Olağanüstü bir cesaret ve umut öyküsü anlatan Tanoviç’in bu son dramının kahramanları, kendilerini oynayan amatör oyuncular. Yaşadığı bir dramı beyaz perdede canlandırmasının Berlin’de En İyi Aktör ödülüyle mükafatlandırılmasını, Nazif Muzic hayretle karşılamıştı. Bosna Hersek’te Roman toplumu özelinde azınlıkların maruz kaldığı ayrımcılığı gözler önüne seren Danis Tanoviç, insanlığın yüz karası fakirliği, insanın içini acıtan bir tonla perdeye yansıtıyor.

DÖRT FRANSIZ FİLMİ

Genellikle tanınmamış oyuncularla, hatta amatörlerle yaptığı ‘İnsanlık’, ‘İsa’nın Yaşamı’, ‘Flanders’ gibi başyapıtlarından tanıdığımız, 55 yaşındaki çizgi dışı Fransız yönetmen Bruno Dumont, konu sıkıntısı çekmiş olacak ki, evvelce anlatılmış ‘Camille Claudel’in öyküsünü tekrar ele alıyor.

Bu kez başrolü Juliette Binoche gibi bir yıldıza teslim ettiği filmde sansasyon yok, alışık olduğumuz Dumont atmosferi yok, gayet minimal bir üslup var. Gelmiş geçmiş en yetenekli kadın heykeltıraşlardan birinin kapatıldığı akıl hastanesinde yaşadığı içsel karmaşayı, katı yürekli yazar kardeşi Paul Claudel’in soğukluğunu izlediğimiz filmde, Camille Claudel’in sanat eserleri, hayırsız âşık ve rakip Rodin yok.

Festivaldeki Fransız filmleri arasında en büyük düş kırıklığı yaratan Laurent Cantet’nin bir Amerikan romanından uyarladığı, ikinci kez İngilizce çevirdiği ‘Can Ateşi / Foxfire’ı idi.  Beş yıl önce ‘Sınıf’ filmiyle Cannes’da Fransa’ya, 27 yıl aradan sonra Altın Palmiye getiren Cantet, bu kez İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’sında kurulan bir kadın çetesinin hikayesini anlatıyor. 1953’te küçük bir taşra kasabasının işçi mahallesinde bir kızlar grubu beraberlik için yemin eder ve ‘Can Ateşi’ çetesini kurar. Hiçbir özelliği olmayan, renksiz, temposuz bir film.

Ressam Pierre August Renoir ile müstakbel film yapımcısı oğlu Jean Renoir’in öyküsünü anlatan Gilles Bourdos’un ‘Renoir’i sanatseverler için bir sinema ziyafeti idi. 1915’te, 21 yaşındaki savaş gazisi Jean’ın iyileşmek için babası ünlü empresyonist ressam Auguste’ün Fransız Riviera’sındaki evine yaptığı ziyaretin hikâyesini izledik.