Yaşayan en önemli İrlandalı yazarlardan Martin McDonagh, iş bulmak için İngiltere’ye yerleşen İrlandalı bir inşaat işçisi ile temizlikçi eşinin iki oğlundan biri olarak 1970’de Londra’da doğmuş. Hep Londra’da yaşamış ama çocukluk ve ilk gençlik yıllarında, ailece yazlarını İrlanda’nın Connemara bölgesinde geçirmişler.
McDonagh, oyunlarında çoğunlukla bu bölgede duyduğu öyküleri kullanmış.
Martin, 16’sına geldiğinde, aynı yaşta yazar olmak için okulunu bırakan ağabeyi John Michael’ın izinden evi terk etmiş. İki kardeş bir süre yaşamlarını sosyal yardım kurumlarının desteği ile sürdürmüşler, ebeveynleri İrlanda’ya döndükten sonra tekrar doğdukları eve yerleşmişler. Küçük yaşlardan beri acayip, komik ve ürkünç öyküler yazmaya meraklı olan Martin, önce sinemaya yönelmiş ve yazdıklarını film şirketlerine göndermiş. 1994’de John Michael, Kaliforniya’ya senaryo eğitimi almaya gidince Martin oyun yazmaya yönelmiş ve dokuz ayda yedi oyun yazmış.
1990’ların başında İrlanda’nın Connemara bölgesinde Leenane köyünde geçen The Beauty Queen of Leenane, A Skull in Connemara ve The Lonesome West, hem aynı yörede geçtikleri, hem de kimi olaylar ve karakterlerden her üç oyunda da bahsedildiği için Leenane Üçlemesi; Connemara yakınlarındaki Galway Körfezi’ndeki üç Aran Adasında (Inishmore, Inishmaan ve Inisheer) geçen The Cripple of Inishmaan, The Lieutenant of Inishmore ve The Banshees of Inisheer ise Aran Üçlemesi başlıkları altında toplanmış.
The Beauty Queen of Leenane’ın ilk kez 1996’da sahnelenmesiyle, o güne kadar işsizlik yardımı ile yaşamış olan, kimsenin tanımadığı McDonagh, aniden İngiltere’nin yeni edebi şöhreti oluvermiş. 1997’de, profesyonel Londra sahnelerinde Shakespeare’den beri ilk kez, aynı anda dört oyunu birden oynanmış.
2004’den itibaren sinemaya yönelen McDonagh, Six Shooter adlı kısa filmiyle 2005’de Oscar ödülü almış; yazıp yönettiği ilk uzun metrajı In Bruges gerek izleyicilerin gerek eleştirmenlerin büyük beğenisini kazanmış, festivallerde ödüller almış. İlk filminin izinden giderek yazıp yönettiği, yine uçuk kaçık bir öykü anlatan ikinci filmi Seven Psycopaths da çok başarılı olmuş. In Bruges’den sonra tekrar tiyatroya dönen McDonagh, Amerika’yı mekân tutan ilk ve tek oyunu A Behanding in Spokane’i yazmış (2010).
McDonagh, İstanbul izleyicisinin yabancısı olduğu bir yazar değil. Cüneyt Çalışkur’un yönettiği, neredeyse başoyuncusu Sumru Yavrucuk ile özdeşleşmiş olan bol ödüllü The Beauty Queen of Leenane / Leenane’in Güzellik Kraliçesi 2000’lerin başlarından itibaren yıllarca Devlet Tiyatrosunda oynanmış.
The Lieutenant of Inishmore’ı Türkiye’de ilk kez Kent Oyuncuları, Mehmet Ergen’in çevirisi ve rejisi ile 2003’de sahnelemiş. Bu sergilenişte Mehmet Birkiye, Hakan Gerçek, Yeşim Koçak, Engin Hepileri, Okan Yalabık, Cengiz Bozkurt, Bülent Şakrak ve Bartu Küçükçağlayan rol almış.
2011 yılında yeni kurulmuş bir topluluk olan yanetki, Serkan Üstüner’in yönettiği ve Damla Sönmez, Murat Mahmutyazıcıoğlu, Deniz Karaoğlu ile Faruk Barman’ın harikalar yarattığı çok başarılı bir The Lonesome West / Yalnız Batı yorumlamış.
TİYATRONUN TARANTİNO’SU
Umutsuzluk ve şiddetin her zaman ön planda olduğu oyunlarını, izleyiciyi kahkahalarla güldüren kapkara komedi tonlarında kurgulayan McDonagh için boşuna “tiyatronun Tarantino’su” denmiyor. The Lieutenant of Inishmore da, Tarantino’yu aratmayan bir kara mizah duygusunu kanlı ve dehşet verici bir Grand Guignol tarzı ile harmanlıyor:
1990’larda, İrlanda’da herkesin unuttuğu ıssız bir köyde, İnishmore’dayız. Uzlaşmasız tutumu yüzünden İRA’nın bile saflarından çıkarmak zorunda kaldığı ‘deli’ militan Padraic, ülkesini İngiliz işgalinden kurtarmak için, şiddeti çok daha fazla benimseyen INLA örgütüne katılmıştır. (Resmen 110 kişinin ölümünden sorumlu olan INLA, Kuzey İrlanda’da kurulmuş ve bölgeye silah yoluyla komünizmi getirmeyi ilke edinmiş bir örgüt. 1996’da ateşkes ilan ederek silahlı mücadeleyi bıraktı.)
En azılı teröristleri bile akıl almaz işkencelerle öldüren Padraic gerçek bir psikopattır. İki büyük aşkı vardır: bağımsızlığı için canını vermeye hazır olduğu İrlanda ve tutkuyla sevdiği kedisi Arap. (Oyun geliştikçe yaşamına üçüncü bir sevgili, ‘erkek fatma’ Mairead da girecektir.) Padraic bir bombalama eylemi için köyünden ayrıldığında sevgili kedisini babası Donny’ye emanet etmiştir. Bir yandan Padraic’in haddinden fazla deli oluşu, diğer yandan idealleri uğruna örgütün silâh alım aracı olan uyuşturucu satışını engellemeye kalkması, INLA’yı da bıktırmıştır. Üç eski arkadaşından oluşturulan ‘infaz timi’, Padraic’i tuzağa düşürmek için Arap’ı öldürür. Kedi yol ortasında kanlar içinde ölü olarak bulunduğunda, bunu Padraic’e söylemek, öz oğlundan ölümüne korkan babası için imkânsız gibidir. Durumu alıştıra alıştıra söylemeye karar verir. Padraic, uyuşturucu sattığı için işkence ettiği kurbanının hangi meme ucunu keseceğini ‘keyifle’ tartışırken, babasının telefonda kedisinin hastalandığını söylemesi üzerine işkencesini yarım bırakarak Inishmore’a döner. Bir kedinin ölümüyle başlayan olaylar, akıl almaz boyutlarda gelişerek kanlı bir katliama dönüşecektir...
Terörist mi, ‘aktivist’ mi, bağımsızlık savaşçısı mı? Ne fark eder ki? Arşidük Ferdinand’ın katledilmesi,’Tepenin Ardında’ki Yörüklerin saldırısı(!) ya da Padraic’in kedisinin öldürülmesi... En büyük savaşlar, en büyük kavgalar, en anlamsız ve en saçma sebeplerden çıkmıyor mu? Siyasal ve toplumsal bahanelerin ardında kişisel eğilimler ve sapkınlıklar gizlenmiyor mu?
Martin McDonagh’ın dehası, işkenceleri, cinayetleri, patlayan silâhları, kan revan içindeki sahnedeki ceset parçalarını izleyiciye, kapkara ama gerçekten güldüren bir komedi olarak sunabilmesinde. Bu yönüyle de in-yer-face’in hem en sert hem de en komik temsilcilerinden biri.
İlk olarak İngiltere’de gelişen, bizde öncülüğünü DOT’un yapmış olduğu, çoklukla küfürlü bir metinle aktarılan sert cinsellik ve tecavüz, duygusal ve bedensel şiddet, uyuşturucu, cinayet gibi rahatsız edici olayların, seyredilmenin ötesinde izleyici tarafından neredeyse gerçekten yaşanmasını amaçlayan in-yer-face theatre, (in your face, suratına tiyatro ya da yüzevurumcu tiyatro) sitesinde kendisini şöyle tanımlıyor: “in-yer face” tiyatrosu seyirciyi boğazından yakalayan ve mesajını iletene kadar sallayan bir akım. Bu akımda agresif ve provokatif oyunlar, umursamama veya kayıtsız kalma lüksünü elinizden alıyor.”
Son yıllarda gelenekselleşmiş kalıplarını kırarak, Ölüleri Gömmek, Yanık, Birdy ve Silence gibi çağcıl tiyatronun önemli yapıtlarını (az sayıda da olsa) başarılı prodüksiyonlarla izleyiciye aktaran İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun, en aykırı örneklerinden biri ile in-yer-face’e el attığını duyduğumda heyecanlanmadım desem yalan olur.
YANLIŞ OYUNCU SEÇİMİ
The Lieutenant of Inishmore’u izlemek için Cevahir Salonu’na girer girmez, iç mekân Danny’nin evi ve üstünden dolaşarak dış-mekânı oluşturan rampasıyla Ethem Özbora’nın özenli dekoru beklentilerimi daha da arttırdı. (Özbora’nın mekân tasarımının başarısı, ikinci sahnede şöminenin işkence odasına dönüşmesiyle daha da belirginleşiyor). Ancak, oyun başlar başlamaz, daha Davey/ Engin Şahin’in ilk repliğinde ‘komiklik yapma’ çabasıyla ‘rol kesme’ eğilimi ağzımın tadını kaçırır gibi oldu. Yılların oyuncusu Donny/ Cengiz Baykal’ın televizyon güldürüsüne yakın oyunculuğu bunun üzerine tuz biber ekti. Padraic/ Reha Özcan ile James/ Can Öztopçu’nun ikinci sahnesini de izleyince, birazdan katledilecek olanların ‘iki kedi ile dört adam’ değil, Martin McDonagh’ın The Lieutenant of Inishmore oyunu olduğu iyice açığa çıktı!
Sanırım ki bu fiyaskonun asıl sorumlusu oyunun yönetmeni Murat Karasu. Yönetmen, dokuz sahneden oluşan ve dur durak bilmeden, soluk soluğu oynanması gereken oyunun temposunu iyice düşürmüş. Bu temposuzluğun oluşturduğu sarkma yetmezmiş gibi 7.sahnenin sonunda 15 dakika ara vererek oyunu iki perdeye bölmüş. McDonagh’ın Donny ve Davey’in Wee Thomas’a frosties vererek bitirdiği oyunun finalini neden kafasına göre değiştirdiğiniyse anlamış değilim.
Her şeyden önce ciddi bir miscasting (yanlış oyuncu seçimi) var. Yazar bilinçli olarak Padraic’i 20-25 yaşlarında, Davey’i de 17 yaşında düşünmüş. James, Brendan ve Joey de 20’li yaşlarında. Bilinçli bir seçim; insanlar slogancı ideallere ve çılgınca öfkelere ancak o yaşlarda kapılırlar. İzleyicinin, karakterlerin davranışlarını en azından anlayabileceği bu tam erginleşmemiş kişiliklerde, (yaşlarını da gösteren) 48 yaşındaki Reha Özcan ile 32 yaşında Engin Şahin hem çok yaşlı hem de çok yapay kalıyorlar. Reha Özcan’la gerçekten yazarın istediği gibi 16’sında duran Mairead /Deniz Elmas’ın uzun uzun öpüştükleri sahne ise, neredeyse ensest rahatsızlığı uyandırıyor.
Absürd ve fantastiğin kesiştiği çizgideki bir metinin gerçekten çarpıcı olabilmesi için, oyuncuların en inanılmazı bile gerçekmiş gibi, yaşayarak, inanarak ve inandırarak oynamaları gerekir. Karasu’nun oyuncularının hepsi, canlandır(ama)dıkları karakterlerle dalga geçerek, nerdeyse bir “bulvar” komedisindeymişçesine yorumluyorlar. Ve ne yazık ki ‘komik’ olmaya çalışırken sadece ‘gülünç’ oluyorlar.
Bu arada, dekor iyi, aksesuarlar ve maketler başarılı ama hadi ölü kedi neyse, canlı kedinin de maket oluşu ve hele o oyuncak kedilerin sakaleti anlatılır gibi değil.
İki tavsiyem var:
Birincisi, ödenekli tiyatrolarımız, alıştıkları çizginin dışında bir çalışmaya niyetlendiklerinde ‘bir bilen’e danışsınlar. Misafir yönetmenlerin nasıl taptaze bir soluk (ve de çok sayıda ödül) getirdiğini Atilla Şendil (Birdy) ile Mehmet Birkiye (Silence) (DT) ve Şahika Tekand (Oyun)(İBŞT) sayesinde öğrenmişlerdir sanırım. in-yer-face sahneleyeceklerse işleri daha da kolay; herhangi bir genç tiyatromuzun yaptıklarına bakmaları yeter. Çoğunda hem de en üst düzeyde bir in-yer-face oyun bulunuyor. İzleyip ne yapmaları ve özellikle de ne yapmamaları gerektiğini kolayca öğrenirler.
İkinci tavsiyem seyircilere. Eğer tiyatro ile ciddi olarak ilgileniyorsanız ve McDonagh’ı henüz tanımıyorsanız, hem çok önemli bir yazarı keşfetmek hem de yanlış bir yorumla insanın yüzevurumcu tiyatro’yu nasıl yüzüne gözüne bulaştırdığını görmek için mutlaka izleyin.
Tiyatrodan beklentiniz, iyi yönetilmiş, iyi oynanmış bir çalışmayı keyifle izlemekse, kesinlikle bu Yüzbaşı’dan uzak durun.
Hepinize iyi seyirler