Pagani Libya’nın Tripoli şehrinde 25 Nisan 1944’te doğmuş, akıllı, cazip nüktedan, ve çok hünerli bir gençti. Hayatını türlü san’atlara el değdirerek, dokunduğu her şeye ekdeğer katarak yaşamış ama kök salamamış olmaktan ruhunun derinliklerinde çok acı duymuş bu yakışıklı genç göçebe: gravürcü-ressam, mecmua resimlendiricisi, besteci-şarkıcı, şair-yazar, heykeltraş-ressam, rejisör -aktör, sahne dekoratörü, radyocu-reklâmcı olmuş, çok ciddî bir düşünürdü.
Jose V.ÇİPRUT
Daldan dala atlayarak ve her giriştiği işte fevkalâde muvaffakiyetleriyle dikkat ve şöhret kazanarak zenginleştirebildiği kısa ömrünü 16 Ağustos 1988 yılında - çok genç yaşta - yitirdi. 1960-70 yıllarında beynelmilel şöhrete kavuşabilmiş olan bu genç insan, İtalyan Sömürge İdaresince İtalyanlaştırılmış bir Libya’lı Yahudî ailesinin oğluydu. Yeryüzündeki, maalesef kısa, güzergâhı ilginçtir: genç çocukluğunu İtalya, Fransa ve Almanya arasında gidip gelmekle geçirmiş olan bu çok-dilli san’atkâr’ın Libya’daki aile evi, 1969’da, hükümet darbesinin ertesi günü, yağma edilmiş ve orada bulunan 150 tablo ve karalaması tamamen imhâ edilmişti. 1973’te, Arap-İsrail harbinin akabinde, harpte yenilenlerce ve bunların menfaatine “Sol’cu” taraftarlarca, İsrail aleyhine etrafa saçılan iftira ve kötü şayiaların haset ve nefret dolu yalanına dayanamayan Pagani, 1975 yılının Kasım ayında, epey içli bir defi yazdı. 1976 yılında, Fransız televizyonunda, Jacques Chancel yönetiminde sunulup tüm dünyada ilgiyle izlenilen “Le Grand Echiquier” (“Kocaman Satranç Tahtası”) programına davet edilmişti. Genel arzu üzerine, bu defi’sini (hayatında ilk ve son defa) orada bizzat ve alenen okumayı kabul eden Pagani’nin bu kalpten gelen metninin (orijinali Fransızca olduğundan, epey eski olduğu için veya başka nedenle olsun) okumamış, tanımamış, duymamış olanlar niyetine Türkçe’ye tefsir ettiğim sürümünü – dünyanın birçok yerinde Yahudî’nin bugün bile karşılaştığı zor şartları nazar-ı itibara alarak, ama bundan böyle belki de daha müsbet, daha müsamahakâr ve çok daha kurucu şartlar tahtında Yahudî’lerin komşularıyla karşılıklı barış anlayışı içinde yaşayabileceklerinin samimiyetle sağlanılabileceği iyi günlere intizaren - okurlarımıza bu sütunlarda sunmakta iddiasız fayda görüyorum.
“Toprağım Adına Bir Defi” (1975)
Herbert Pagani (1944-1988)
Dün, metro’da seyahat ederken, iki kadının biribirine söylediklerini duydum:
“Gördün mü gene Yahudîlerin BM’deki palavralarını.
Yahu, ne başbelâsı bunlar!”
Doğrudur.
Başbelâsıyızdır bizler.
Asırlardır dünyanın başbelâsı kesilmişizdir.
Ne yapalım, tabiatımız bu!
İbrahim’in Tek Tanrı desturu,
Musa’nın On Emir Cetveli,
öteki yanağını ikinci tokata daima hazır tutan İsa.
Daha sonra, Freud, Marx, Einstein...
herbiri başka bir belâydı bunların: kimi ihtilâlci, kimi kurulu düzen düşmanı.
Neden mi?
Çünkü - hangi asırda olursa olsun - her yerde daima hariç tutulmuş olduklarından,
o şekilde kurulu buldukları düzenlerin hiçbiri onları tatmin edemedi.
Herşeyi son bir kere daha sorgulamak, daima daha da uzağı daha da iyi tefrik edebilmeye hayatını vakfetmek, kaderi değiştirmek için dünyayı değiştirmeye çalışmak...
işte buydu ecdâdımın bahtı. Bunun içindir ki bütün kurulu düzenlerin koruyucuları tarafından daima nefret edile geldiler.
Yahudî düşmanlarından Sağcı olanı Yahudî’yi Bolşevik İhtilâli’ni sağlamış olmakla suçlandırır.
Doğrudur. 1917 yılında Solcu Yahudî sayısı çoktu. Yahudî düşmanlarından Solcu olanı ise bu sefer Yahudî’yi Manhattan’ın “sahibi” olmakla suçlar.
Doğrudur. Yahudîler arasında çok Kapitalist vardır.
Sebebi basittir:
Din, kültür, ihtilâl ülküsü olsun,
cüzdan veya banka olsun,
bunların herbiri kolayca taşınabilir değerlerdir;
anayurdu olmayanlar için varsayılabilir ülke vazifesi görürler.
Ve, nihayet, sahici bir anayurda sahip olabildikleri şu zamanda,
Yahudî düşmanlığı kendi küllerinden - affedin, yanıldım! Bizim kendi küllerimizden – yeniden başını kaldırıp tekrar çirkin yüzünü göstermekte…
Ama bunun yeni adı [Antisemitizm değil de] Anti... siyonizm imiş.
Yani bir zamanlar bireylere yöneltilen nefret, şimdi bir milletin kendisine uygulanmakta. İsrail bir Geto sanki,
Kudüs ise adetâ Varşova…
Nedir ki bizleri kuşatan Nazi’ler bu sefer Batı dilinde değil de türlü şiveyle Arapça konuşmakta.
Hilâl’lerini zaman zaman Orak’mış gibi teşhir ediyorlarsa,
bu el çabukluğu dünyanın türlü Sol’larını daha da kolayca tuzağa düşürebilmek nedeniyledir. Ben ki Sol’cu bir Yahudî’yim, en ufak bir ilişkim olmasını istemem “Solcu” geçinip te dünyanın insanlarının - aralarından bazıları hariç - “hepsini” azat etmeğe uğraştıklarını iddia edenlerle, çünkü ben kesinlikle bu “hariç” tutulanlardan biriyimdir.
Sınıf mücadelesine ihtiyaç olduğuna tamamen mutabıkım. İnsanların kişiye özel türlü farklılıkları tanıyıp ta bu insanî farklılıkların herbirine sahip çıkıp kabullenmeleri hakkını koruduğum gibi.
Sol, benim sadık taraftarlarından biri olmamı istiyorsa eğer,
kendi meselemi umursamadan geçip gidemez.
Meselemse şu: Roma sürgünlerinden - yani Milâttan sonra birinci asırdan - beri,
bizler her yerde iğrenç ilân edildik; hakarete marûz kaldık; yurt dışına atıldık; takip ve iftiraya uğratıldık; ez(dir)ildik; malımızdan mülkümüzden olduk; yakıldık, yıkıldık; hatta ve hatta zorla din değiştirmeye mecbur edildik.
Neden mi dersiniz?
Çünkü dinimiz,
başka bir deyimle, kültürümüz, tehlikeli addediliyordu.
Yaaa, öyle işte!
İlle de misal vermemi istiyorsanız, vereyim:
Şabat mefhumunu yaratan, yani haftanın bir gününü Tanrı’ya hasredip, o Gün’e tüm cemaatça saygıyı ödev ve anane kılan ilk din Yahudîlerin dinidir.
Bir Piramid daha inşa etmek hevesiyle öylesine “aylak” bir güne vakit ayıramayacak derecede acelesi olan Firavunların böyle “tatil”den duydukları derin kıvancı tahmin edebilirsiniz belki de.
Yahudîlik insanları köle olarak kullanmayı ve müstahdeme köle muamelesi etmeyi yasak etmişti.
Antik Çağ’da ücretsiz işgücünün toptancılığını yapan Roma’lıların bu düsturdan ne kadar derin bir haz duymuş olduklarını da anlayabilirsiniz, elbet ki.
Tevrat der ki: “Yeryüzü insanoğlu’nun değil, Tanrı’nın mülküdür.”
Bu cümleden doğmuş bir de adlî kanunu vardır Yahudî’lerin:
Gayri-menkûlün meşrûen ve alenen, cemaatça, her kırk dokuz senede bir,
yeniden gözden geçirilmesine imkân veren bir kanun.
Orta Çağ Papa’larının dünya görüşlerinde olsun, Rönesans İmparatorluklarına daha da engin saha sağlamağa çalışmış güçlü despotların entrikalarında olsun, bu ilkenin bırakmış olduğu eşsiz tesiri takdir edebilirsinizdir kuşkusuz.
Teba’aların bütün bunları bilmemesi gerekiyordu ama.
İlk başta, Tevrat’ın okunması yasaklandı;
daha sonra, Yahudî’nin nâmı kötülendi;
zamanla da, giriş engeli olarak kullanılan iftira surları bu sefer taş üstüne taş konularak şehirlerin içinde somut şekilde inşa edilmiş ayrımcılık duvarlarına dönüştürüldü: ve bunlara Geto denildi. Nihayet Enkizisyon devresi geldi çattı; ilkönceleri, alevlerde yakılarak öldürülmeyi emreden idam kararları; daha sonralardansa elbiseye Sarı Yıldız takmak mecburiyeti.
Auschwitz İnsan İmha Kampı, süreci sanayîleştirilmiş bir soykırım müessesesinden ibaretti; yoksa san’atkârca, tek tek el işi düzenlenmiş katliamların sayısı binlerceleri aşmıştır.
İspanya’da olsun, Rusya’da, Polonya’da ve Kuzey Afrika’da olsun, yerel Yahudîler’i yok etmek için gerçekleşmiş pogromların sadece adlarını zikretmeye kalkışsam listesi kolayca 3 günümü alır,
Sürekli kaçmak, ailesini korumak için kendini tekrar tekrar yola çıkmak mecburiyetinde bulmak gibi nedenlerle, Yahudî’nin can endişesiyle dünyada göçmediği yer kalmamıştır hani.
Bu sonu gelmez taşınmaların etrafta bıraktığı intibaysa Yahudî’nin menş’einin belirli olmadığıdır. Terk edilmiş çocuk bir içtimaî yardım görevlisinin gözünde neyi temsil ediyorsa, biz Yahudîler de dünyanın diğer halkları arasında ve bu halkların gözünde ayni intibayı bırakıyoruz.
Ama ben uyarlanmak isteyen biri değilim ki.
Yaşamımın ilelebet ev sahibi tavrı takınanların keyfine bağlı kalmasını hiç istemiyorum.
Kiracı-vatandaş addedilmeme karşıyım.
Tarihin kapısını habire çalmaktan, «Giriniz! » emrini bekleye durmaktan çokça bıkmış haldeyim.
Giriyorum işte; ve bağır bağır bağırıyorum da - ne olacak.
Yeryüzünde ben kendi evimdeyim, dünyamızın sathında benim de kendi toprağım var:
Bana vaad edilmiş, benim olup bende kalmasına kararlı olduğum bir toprak.
“Nedir Siyonizm?” sualine,
cevap çok ama çok basit bir cümlecikten ibarettir:
“Gelecek yıl Kudüs’te inşallah…”
Yoook, bu Klöb Mediterane’nin bir sloganı değildir.
Bunun yazılısı var Tevrat’ta,
dünyanın en iyi satılan, en kötü okunan kitabında.
Doğrudur, zamanla bu dua bir feryat’a dönüverdi:
2000 senelik mazîsi olan bir feryat’a,
Kristof Kolomb’un babasının,
Kafka’nın
Proust’un,
Chagal’ın
Marx’ın
Einstein’ın,
hatta Bay Kissinger’in
babalarının, tekrarlamış oldukları bir duadır bu feryat;
hiç değilse, her sene; senede ancak bir defaysa, mutlâka Hamursuz Bayramı’mızın ilk gününde.
Eeeh… Siyonizm – “Irkçılıktır” mı diyorsunuz hâlâ?
Güldürmeyin beni!
Fransızların “Tatlı Fransam, çocukluğumun sevgili yurdu” nağmesi ırkçı bir ilâhî midir yoksa?
Siyonizm, bir kurtuluş mücadelesinin adıdır, sadece.
Bu dünyada herkesin bir Yahudî’si vardır.
Fransızlar’ınkilerini sıralayalım isterseniz:
Breton’lar, Oksitan’lar, Korsikalı’lar, göçmen işçiler, örneğin…
İtalyan’ların Sicilyalı’ları var.
Yanki’lerin Zencileri,
İspanyalı’larınsa Bask olanları.
Ama bizler imtiyazlıyızdır – çünkü bizler bunların hepsinin ve HER BİRİNİN Yahudî’siyiz.
Bana “ya Filistinli’ler..?” diyenlere
“Ben 2000 seneden beri Filistinli’yim” cevabını veriyorum:
“Dünyanın en eski mazlûmuyum, ben.”
Onlarla tartışmakta mahzur görmüyorsam da, yerimi hiç te onlara terketmek niyetinde değilim. Oralarda iki ahali ve iki millet için yeterli yer var. Sınırlar, iki tarafın karşı karşıya oturup, beraberce belirlemeleri gerekecek bir konudur.
Fakat bir ülkenin var oluşu hiçbir şekilde diğer bir ülkenin yok oluşuna sebep vermemelidir; bir hükümetin siyasî şıklarından biri - aslâ - kim olursa olsun diğer bir milletin varlığına son vermek olmamalıdır.
O zaman, neden İsrail..?
İsrail’in nihayet tehlike dışında kaldığını gördüğüm gün, emin olun,
Yahudîler arasından da, komşu Araplar arasından da,
fikir ve can kardeşim saydıklarımı ben kendim seçeceğim.
Ama şu an, yenilmesi adetâ imkânsız görünen – ve adı IRKÇILIK olan – bu düşman karşısında, benimkilerden olanlarla - bunlardan nefret ettiğim bazılarıyla bile - omuzdaşlık etmem gerekiyor. Descartes hatâ etmiştir: “Düşünüyorum – demek ki varım...” lâfı, mânâdan arî, boş bir cümleden ibarettir. Biz 5000 yıldır ki düşünmekteyiz de buna rağmen bu güne dek hâlâ yokmuş sayılıyoruz:
“Ben kendimi koruyorum - ancak bu sebeptendir ki varım.” Duyanlar duymayanlara söylesin..1
1 [1975 tarihli Fransızca metnin buTürkçe tefsiri 2013 “an-Nakba” gününde kaleme alınmıştır: Jose V. Çiprut©]