Enis Batur: IRKÇI BİR İNSAN İYİ BİR YAZAR OLABİLİR Mİ ?

Enis Batur, belli bir edebî ve sanatsal düzeyde okuru olan bir yazardır. Yazdıklarının bir kısmı, geneli pek alâkadar etmez. Öyle çok satan bir yazar da değildir… Bu anlamda, deyiş yerindeyse, okura eyvallahı olmayan bir sanatçıdır. Bunu, yeri geldiğinde kendisi de yazar; bilinçli bir tercihin ürünüdür bu tutum

Perspektif
22 Mayıs 2013 Çarşamba

Orçun Üçer


 

 Bu yazıda değinmeye çalışacağım yeni kitabı (aslında, birkaç kitabı hemen hemen aynı anda yayımladığı için, yeni kitaplarından biri, demek daha doğru) 'Merak Cemiyeti Tutanakları'nın bir yerinde, şöyle ifade eder bu durumu: “Son yıllarda, kitaplarım üç koldan çıktı okurun karşısına: Okkalı ciltler (Başkalaşımlar XXI-XXX gibi), ortaboy kitaplar (Hâneberdûş gibi), küçük kitaplar (Hayalet gibi). Gözlemim şu: Okur, ilk kümedekilerden bir parça ürküyor, üçüncü kümedekileri gözden kaçırıyor, daha çok ikinci kümenin ürünlerine yönelmeyi yeğliyor. Onlar nasıl bildiklerini yapıyorlarsa, yapacaklarsa, ben de bildiğimi yapmayı sürdüreceğim – malûm, velinimetim yoktur!” (s.354)

 

ENİS BATUR NE İŞ YAPAR? 

 “Marifet iltifata tabidir,” sözünü çok severim. Bence, “Yazdıklarımı okuyanların hiçbiri çevremdekiler değil,” (s.115) diyen Enis Batur da –hakkı olan– ‘mazhariyete’ kavuşmak ister. Belki yanlış bir izlenim bu ama  “Şehir Meydanında Fıçı Yuvarlamak” kitabındaki şu satırlardır böyle düşünmemin nedeni: “Adıma kitap kapaklarından, otuz yılı aşkın süredir yazdığım günlük gazete ve haftalık-aylık dergilerden aşina kaç okur vardır, bilemem; tahmin yürütmek gerekirse, yaklaşık 50 binlik bir nüfus söz konusu olsa gerektir. ‘Enis Batur ne iş yapar?’ sorusuna hemen tümü ‘yazardır’ yanıtını verirdi sanıyorum. (s.126)

 

TUTANAKLAR 

 Alakarga Yayıncılık’ın bu yılın ilk ayında yayımladığı ‘Merak Cemiyeti Tutanakları’nın alt başlığı ‘İçbükeyler: 2010-2011’. Enis Batur’un Cumhuriyet Kitap’taki ‘Pertavsız köşesinde yayımlattığı yazılarının toplamı/seçkisi… Bu dizinin ilk kitabı, 2009 yılında Kırmızı Yayınları’ndan çıkan ‘Pervasız Pertavsız’dı. (İlkinde ‘İçbükeyler’ ibaresinin olmadığı kitabın alt başlığı ‘2000-2008’di). Bu cildin ikinci kitabı, yine aynı yayınevinden, 2012 yılında geldi: ‘Şehir Meydanında Fıçı Yuvarlamak’(Bu kitabın alt başlığı ise ‘İçbükeyler: 2008-2010’du).

 

Enis Batur’un yazılarını takip edenler, bu yazıların külliyetli kısmını, sanat ve edebiyatın oluşturduğunu bilirler. Arada, siyasete de değinir ama bu hususta –belki de haksız olmayarak- pesimisttir Batur. Bu sıkıcı ortamdan yine sanata sığınılacaktır. [“ ‘Benim gibiler’, kişisel travmalarla, yaşanan dramlarla baş etmenin yolunu genelde üretmekte bulmuşlardır. Bir panzehir türü, bir karşı-kefeye yükleme yaparak denge tutturma, bir göğüsleme iç stratejisi olarak görülebilir o seçim.”(s.79] Fakat bu son dediğimden, Enis Batur’un, sanatı, edebiyatı ‘sığınılacak bir alan’ olarak gördüğü anlaşılmasın; bilâkis, bir yaşam biçimi (life style / tarz-ı hayat), hatta varoluş biçimidir…

 

Enis Batur’un her yazdığını merakla okumaya çalışırım ama ilgimi çekenler (hemen her yazarda olduğu gibi) edebiyat üzerine yazdıklarıdır. Bunda, edebiyat tutkunu olmamın yanında, onun yazdıklarını bütünüyle anlayabilecek, kuşatabilecek bilgi ve estetikten yoksun olmamın da payı var kuşkusuz… Mevlana’nın o meşhur benzetmesiyle, kendi kabım ölçüsünde, o deryadan alabileceğim kadarını alıyorum. (Bu evrensel düstur, Enis Batur ayarındaki bütün yazarlar için geçerlidir elbette…)

 

Enis Batur’un bu kitabında da edebiyatla ilgili o kadar fazla ve geniş-yelpazeli bilgiler var ki, bunlardan belli bir seçme yaparak bahsetmek mecburiyetindeyim.

 

IRKÇI BİR İNSAN İYİ BİR YAZAR OLABİLİR Mİ?

 

Yakın zamanda yeni bir kitabı (Profesör Y İle Konuşmalar) Türkçeye tercüme edilen ve Gecenin Sonuna Yolculuk’ romanıyla tanınan Louis-Ferdinand Céline, malum olduğu gibi, bir Nazi yanlısıdır ve şüphesiz ki bu yanıyla, insanlığın yüz karasıdır! Kimileri, ağır bir itham sayabilir bu dediğimi ama ben az bile söylediğimi düşünüyorum ve Émile Zola gibi haykırıyorum: “J’accuse!”(*)

 

Peki, bu insan iyi bir yazar olabilir mi? Açıkçası bilmiyorum. Bunu “emin olamıyorum” anlamında değil (Céline özelinde) gerçekten bilmediğimi söylemek için dedim. Çok doğal: Çünkü okuyamadım! Biliyorum, önyargı her şeyde kötüdür –hele benim gibi, edebiyatı seven biri için… Enis Batur, bu kitabında, şu soruyla girer konuya: “Louis-Ferdinand Céline, kendi ülkesinde resmen anılabilir mi?” Ve devam eder: “Soru, bir sorundan doğdu: Kültür Bakanlığı’nın her yıl bastırıp dağıttığı ajanda bu yıl, Celiné’e de yer verdiği için gerisin geri toplatıldı, tartışmanın başlaması gecikmedi.”  Enis Batur, yazının devamında kendi görüşünü de söyler. Bu husustaki görüşü ve tutumu, her aklı başında insanın tavrıdır: “Celiné’in resmî düzlemde anılması yerinde bir yaklaşım değil bana kalırsa. Yapıtlarındaki açık Yahudi düşmanlığının, yarı dolaylı yarı dolaysız, soykırım girişimine katkısı olduğu kanısındayım. ‘İnsanlık suçu’ kavramını doğru buluyorum ve Celiné’in yazdıklarıyla bu suçu işlediğine inanıyorum.” (s.209) Fakat edebî değerini ayrı tutar Batur. “Salyalı antisemitizmine” uzak olduğunu söyler ama “Celiné’de yazınsal değerler yüksek düzeydedir.” diye de ekler. Belki de bu cümlede ‘ama’ bağlacını kullanmam yanlıştı; ikisi birbirinden farklı şeyler çünkü. Ben de Celiné’in ve benzerlerinin edebiyattan silinmesini, kitaplarının yasaklanmasını savunuyor değilim elbette – öyle olsaydı, aynı şiddette olmasa da maalesef bu düşüncedeki birçok yazarı okumamamız gerekirdi; fakat yaşanan onca acıda onun da ‘tuzu’ olması, serin yaklaşmama mani oluyor… Nasıl olmasın ki, insanlıktan sınıfta kalmış bir yazardır bu! Belki okuduğumda edebî tarafını severim ama onun hakkındaki hükmüm, Batur’un, Nabokov’a dair şu düşüncesi gibi olacaktır: “Arkasındaki insanı sevemedim!” (s.220)

 

Bugün, bilmem ki Celiné’in bu iğrenç yönünü alkışlayanlar var mıdır? “Shoah’dan sonra doğmuş, Avrupa sınırlarının dışında yaşayan birinin (Yahudi olsun veya olmasın - O.Ü.), olup bitenlerden çok yaralanması, incinmesi, ezilmesi olanaksızdır, diyecek olanın alnını karışlarım.” (s.236-37) Soruma dönersem; bana öyle geliyor ki, alnı karışlanacak insanların sayısı maalesef az değildir!

 

YATAY EKSEN VE DİKEY BOYUT

 

Batur, Mathias Énard’ın ‘Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara’ romanı üzerine yazdığı yazısında, iki ‘kavramdan’ söz eder: ‘Yatay eksen’ ve ‘dikey boyut’. Şu cümleler, bu ‘kavramları’ açıklayacaktır: “Énard’ın romanını iki çırpıda aradan çıkardım. Düzgün ama düz bir anlatı. Baştan uca bir yatay eksende gelişiyor, dikey boyutu neredeyse yok gibi: Dolayısıyla derin bir yapıttan söz edemeyiz.” (s.75). “Énard’ın romanı, sıkıştırılarak basılsa, 100 sayfayı güç belâ bulur. Bunun yerine, 50 sayfada yoğunlaşacak, ekonomisi buna uygun biçimde kotarılacak bir ‘uzun öykü’, eksikliğini duyduğum derinliği devreye sokamaz mıydı? Konuda o vaat var bana kalırsa: Yazarda o niyet ağır basmamış ki! Yukarıdan aşağıya inecek bir anlatı (dikey boyut –O.Ü.), az sayıda okuru ilgilendirecekti, soldan sağa versiyonunun (yatay eksen –O.Ü.) daha geniş bir kitleyi keseceği kesin…” (s.76) [Bu tanımlamaya, Batur’un, ‘Şehir Meydanında Fıçı Yuvarlamak’ kitabında da rastlamıştım. Adalet Ağaoğlu’nun günlükleri için “Hiçbir derinlik belirtisi göze çarpmıyor günlüklerde; soldan sağa ilerleyen bir yazı, yukarıdan aşağıya asla dönmüyor.” (s.206) (İtalikler bana ait - O.Ü.)]  Yazar adayları ve hatta edebiyatçılar için önemli olduğunu düşünüyorum bu konunun; zira “Yazınsal yapıtı yalnızca içeriğiyle değerlendiremeyiz, yazılış biçimi bir o kadar bağlayıcıdır, özgün oluşu bağlamında…” (s.131) Tabii bunun için, belli bir aşamayı geçmiş olmak; en azından –bizim anlı şanlı yazarlarımızda dahi görünen- cacographe’ eşiğinden rütbe almış olmak gerekir! (**)

 

ELEŞTİRİYE AÇIK OLMA

 

Edebiyatçıların, eleştirmenleri pek sevmediği ortadadır. Türk edebiyatının en önemli eleştirmeni olan Fethi Naci, eleştirmenlik için “nankör bir iş” demiştir. Bu, laf olsun diye söylenmiş bir söz değil, tecrübe neticesidir: Yirminin üzerinde edebiyatçı dostu, sırf yazdıklarını eleştirdiği (yani değerlendirdiği) için, Fethi Naci’yle selâmı sabahı kesmiştir. (Bunun istisnası, Tahsin Yücel’dir.) Oysa eleştirmeni takdir etmek gerekir; iyi bir eleştiri, yol gösterir çünkü. Yazarların tavrı, Enis Batur’inki gibi olmalıdır: “Temellendirilmiş, kendince gerekçelendirilmiş her eleştiri benim için sahiden yararlıdır; sonunda katılmayabilirim eleştirinin özüne, ama arada, özen ve dikkatle yeniden ölçümler yaparım.” (s.132) Çünkü: “Kendince dayanakları olan her eleştirel okuma besleyicidir. Yaralayabilir, aynanızı çatlatabilir, bir süreliğine uykunuzu kaçırabilir.Bunun bedelini eleştiriyi yöneltmiş olana ödetmeye kalkışanlar, kendilerini neden o kadar beğendiklerini de araştırmalıdırlar. (s.133) Eleştirmenin işi yaratılmış metindir, onun yazarı değil. Eleştiriyi şahsına yapılmış bir hakaret olarak algılayıp, işi,  neredeyse kan davası olarak algılayanların, edebiyat anlayışlarından şüphe etmek gerekir. Çünkü eleştiri de edebiyata dâhildir; üstüne üstlük, bir bilimdir! “ ‘İnsanı sevmem, ama yapıtına değer veriyorum.’ (vice versa) eşiğini aşa[n]… (s.269) her eleştiri makbul sayılmak mecburiyetindedir.”

 

BİR ANEKDOT 

 Yazılarının konusu epey geniş olan Enis Batur için olan şu anekdot çok hoş doğrusu: “Samih Rifat ile Ekrem Işın’ın, bir konu üstünde bir süre konuştuktan sonra, ‘Enis’i arayalım, o nasılsa bu konuda yazmıştır.’ dediklerine değinmiştim. Anekdotu severim; yarısı şakaysa, öteki yarısı doğrudur: Çok şey üzerine yazdım ben.” (s.373) [Batur, “…dediklerine değinmiştim.” diye belirtmiş. Doğru: O yazısını, ‘Şehir Meydanında Fıçı Yuvarlamak’ kitabına almıştı. Batur, bunu, “yaygın bir ilgi alanı, ket vurulamaz bir merak duyma dürtüsü”yle açıklıyor orada. (s.250) Bilenler bilir: ‘Merak böceği’ tanımının yaratıcısı olan Enis Batur’un kendisi, ‘devcileyin’ bir merak böceğidir.]

 

TECESSÜSHÂNE 

Bu güzel kitaptan daha çok söz etmek isterdim ama malum, alan sınırlı. Ölen/öldürülen yazarlar (Bedrettin Cömert, Orhan Veli, Tanpınar, Oğuz Atay), yaşasalardı, neler yazarlardı ve yaparlardı, üzerine kurulu (bence, roman olabilecek) metinlerden; köklü bir aileden gelmenin ve/veya zengin olmanın burjuva olmaya yetmediğinden, bunun bir gusto ve kültür işi olduğu yazısından; sefalet içinde yaşayan ve evinde ölü bulunan değerli yazar Muzaffer Buyrukçu’dan (“Buyrukçu’nun ölüsüne, ceset kokunca ulaşabilmiş bir insan topluluğu!” –s.389); Selim İleri’nin bir yazısından yola çıkarak yazdığı, edebiyatımızdaki değer düşüşünün ivme kazanmasını ve nitelikli sanatçıların eserlerinin neredeyse unutulmaya yüz tutmasını dile getirdiği eleştirisinden de söz etmek isterdim oysa…

 

 Enis Batur’un bir okuru olarak “Yeni kitabını heyecanla bekliyorum!” diyemeyeceğim; çünkü onun yazma hızına, onu okurken yetişemiyoruz. Eski tabirle ‘velûd’ (doğurgan, üretken) bir sanatçıdır Batur. Yalnızca, merak ülkesinin coğrafyası hudutsuz olan bu merak böceğinden şöyle bir istirhamım var: “Cabinet de curiosité”nin (s.290) karşılığı olarak önerdiği o enfes ‘Tecessüshâne’ kelimesini, bir kitabına isim olarak vermesi…

 

(*) ”Suçluyorum!” / “İthâm ediyorum!”

 

(**) Cacographe: Durmadan dilbilgisi yanlışları yapan, düşük cümleler kuran yazar. (s.202)