ABD Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Din Özgürlüğü Komisyonu’nun düzenlediği Auschwitz ziyaretini gerçekleştiren gruptaki tek Türk olan, Gazeteci ve Yazarlar Vakfı Genel Sekreteri Dr. Ahmet Muharrem Atlığ, gezinin ardından izlenimlerini Şalom ile paylaştı.
Auschwitz’e yaptığınız gezi ölüm kamplarıyla ilk tanışmanız mıydı?
Bu ziyaret kampları ilk görüşümdü. Tabii ki Holokost benim için çok bilinen bir terminolojiydi. İlahiyat altyapısından gelmiş olduğum için gerek fakülte yıllarında gerekse daha sonraları okuduğumuz kaynaklar ve şu anda bulunduğum kurum beni bu konuyla alakalı birçok araştırmaya itti. Ancak oraya gittiğimde, hiçbir şey bilmediğimi, bugüne kadar hiçbir şey öğrenmediğimi anladım. Bu konuda ne kadar az bir bilgiye sahip olduğumu öğrendim. Bu durum beni çok etkiledi çünkü kuru bir bilgiyle yaşanılan bir bilgi arasında ne kadar büyük bir fark olduğunu anlama fırsatı bulmuş oldum. Holokost deyince özellikle Türkiye’de Yahudi Soykırımı akla geliyor. Ancak oraya gittiğimde bu Soykırım’ın ya da bu zulmün sadece Yahudilerle alakalı bir şey olmadığını, bunun bir dünya mirası olduğunu anladım.
Ziyaretiniz sırasında sizi en çok etkileyen ne oldu?
Dünyada birçok yerde zulüm, katliam, soykırım olmuştur ama bu kadar planlı, bu kadar teknolojiden istifade edilerek, bu kadar vurdumduymazcasına yapılan bir katliamı ilk defa gördüm. Tahmin ediyorum bundan sonra gideceğim yerlerde de görmem. Belki katliam 2-3 yıl içerisinde bitirilmiş ama orada inşa edilen yapılar, kampların geçici olarak kurulmamış olması, sanki kalıcı bir yerleşim yeri olarak inşa edilmesi bize şunu anlatıyor: Demek ki bu insanlar bu katliamın uzun yıllar sürmesini planlıyorlardı. Amaç, tamamen bu ırkı ortadan kaldırabilmekti. Bu, insanı ürkütüyor.
Beni çok etkileyen birçok husustan birisi de bunu yapan insanlar ve bunun yapıldığı zaman. Burada bin yıl önceden, ilkel kavimlerden bahsetmiyoruz. Teknolojiden bahsediyoruz; mesela kampın etrafı son model elektrikli tellerle çevrili. Özel planlanmış mekânlardan bahsediyoruz. Auschwitz’in hem kuzeyinde hem güneyinde nehirler var; özel seçilmiş, topografya çalışması yapılmış. Teknolojinin son imkânlarından faydalanılarak insanlar öldürülmüş burada. Bu beni çok ürküttü.
Bu katliamı dönemin en modern insanları yaptı sonuç olarak.
Aynen, sonuçta bu insanlar Beethoven dinliyor, resim yapıyor; bu insanlar modern giyimli ve kültürlü. Bu gerçek insanı korkutuyor. Dünyada katliam yapan insanlara, ırklara baktığınızda şu kanıya varabiliyorsunuz: Cahil, altyapısı olmayan, kültürden, teknolojiden, medeniyetten nasibini almamış insanlar diyorsunuz. Ama burada böyle bir şey diyemiyorsunuz. Sadece 50-60 yıl öncesinden bahsediyoruz. Elimizde kamera kayıtları var; bu kadar yakın bir zamanda oldu. Bütün bunları bir araya getirdiğinizde şu soruyu ister istemez soruyorsunuz. Nasıl?
Bizi Auschwitz’de gezdiren profesöre şunu sordum: SS subayları aileleri ile birlikte kampların yakınında lojmanlarında oturuyorlardı. Onların da çocukları vardı. Kamplara her gün trenler geliyor ve trenlerden çocuklar iniyordu. O küçük çocuklar gaz odalarına alınıyor ve öldürülüyorlardı. Bunların başında ise SS’ler duruyor, gazın vanasını akşam evine gittiğinde çocuğuna sarılıp öpecek olan bir baba açıyordu. Ruh haletini anlamak mümkün değil, gündüz çocuk öldüren bir insan, akşam öldürdüğü çocukla aynı yaştaki kendi çocuğuna nasıl sarılıyordu? Veya öldürdüğü kadınla aynı yaştaki eşine nasıl muamele ediyordu? Bu sahne insanı ürkütüyor; dahası tüm bunların tekrar edebilir düşüncesi beni çok ürküttü. İçinde yaşadığımız dünya modern bir dünya olabilir, medeniyet belirli bir seviyeye gelmiş olabilir ama bunların hiçbirisi orada gördüklerimden sonra güven vermedi bana. Şunu diyemiyorum artık; “Medeni bir dünyada kültürlü insanlarla beraberiz, bunlar bana bir şey yapmaz.” Güvende olmadığımızı anlamış durumdayım. Peki ne olacak, insan kendini nasıl güvende hissedecek? Bir şeyi bilmek ile o şeyi hazmetmek arasında çok fark var. Bunu çok açık görüyorsunuz orada. Barışın iyi bir şey olduğunu biliyorsunuz, insanı sevmenin güzel bir şey olduğunu biliyorsunuz. İnsan olmanın çok önemli bir değer olduğunu biliyorsunuz. Ama bunu bilmeniz insan olduğunuz anlamına gelmiyor. Bu ikisi arasında çok müthiş bir fark var. Şuna benzettim; jinekolog olabilirsiniz ama anne olmak çok farklı bir şey. İnsan olmayı bilmek insan olmak anlamına gelmiyor. Bunu çok rahat bir şekilde anlama imkânınız var orada.
Survivor’larla tanışma fırsatınız oldu mu?
Yedi-sekiz survivor’la tanıştık; nasıl kurtuldukları da çok etkiledi beni. Kollarındaki numaraları gösterdiler. Yaşadıklarına empati yapmaya çalıştık. Sizi önce trenler bindiriyorlar, insan onuru diye bir şey kalmıyor zaten. İki hafta boyunca süren bir tren yolculuğunda hiçbir şey yok; insanın ölmesi için her şey var. O tren yolculuğunda ölmediğiniz zaman kampa ulaşıyorsunuz. Kampa geldiğinizde sağlıklıysanız, sizi ayırıyorlar, sağlıklı değilseniz öldürüyorlar. Ve bunu hissediyorsunuz. Götürdükleri yerde sizi öldüreceklerini hissediyorsunuz; bu duygu bile insanın kalbini durdurur.
17 dakikalık bir belgesel seyrettik. Film, kampa gelmeden önceki son istasyonda trendekilerin “biz kurtulamayacağız, bari çocuklarımız kurtulsun” düşüncesi ile kundandaki bebeklerini, kendi üzerlerindeki elbiseleri çıkartıp çocuklara sarıp, trenin üst penceresinden, belki elleriyle parçaladıkları pencereden, dışarıya attıklarını anlatan bir belgeseldi. Bizi çok etkiledi. Kamptan bir önceki istasyon Lapi diye bir kasaba. Film, o kasaba yaşayanların da tanıklıklarından istifade edilerek yapılmış. Kısa olmasına rağmen kanımızı dondurdu. Düşünün; bir anne çocuğunu nasıl atar? Çocuğunu dışarıya atıyor, dışarıdaki insanlar da bunu görüyor ama hiçbir şey yapamıyorlar, hiçbiri çocuğu yerden alamıyor. Dışarıdaki insanların yaşadıklarını da aktarmışlar filmde; “neden almadınız çocukları” diye sormuşlar. Çünkü hemen yanı başlarında ellerinde tüfeklerle SS subayları var, çocuklar atılır atılmaz hemen vurup öldürüyorlar. Bir insan evindeki hamamböceğine vururken bile bu kadar rahat olamaz. Bunu düşünürken Kuran’ı Kerim’den bir ayet aklıma geliyor. Kuran’ı Kerim zalim bir topluluğu anlatırken şöyle der: “Onlar hayvanlar gibidirler… Hayır, hayır, hayvandan bile daha aşağıdırlar… Hayvan bile yanlarında masum kalır.” Bu resmi orada çok rahat görebiliyorsunuz.
Kurtulanların hikâyelerinden sizi en çok etkileyen ne oldu?
Kurtulanlarla birisi ile Polonya’da karşılaştık; Lidya Massimoviç. Bu hanımefendi dört yaşında Auschwitz’e gitmiş, annesi-babası, büyükannesi ve dedesi ile birlikte. Tren yolculuğunda büyükannesi dayanamıyor, babası da hasta oluyor. Kampa girer girmez, bunların hasta olduğu anlaşılınca hemen gözlerinin önünde öldürülüyorlar. Sadece annesi ile kızı kalıyor. Ancak kampta da annesinden ayrılmış, ayrı barakalarda kalmışlar. Annesi arada bir kaçarak kızını görmeye gelmiş. Bir gün annesinin başka bir kampa nakledilmesine karar verilmiş. Kızının yanına son kez geldiğinde ise şunu söylemiş, “Remember your name - ismini unutma, çünkü sağ kalırsam seni isminden bulacağım.” Kız kurtulmuş, 18 yaşına gelince Rusya’da bir yerde annesini bulmuş ve o yıldan sonra annesi ile beraber yaşamış. İnanılmaz bir hikâye. Bunun gibi hikâyeler maalesef nadir yaşanmış. Bu insanların atmosferinde olmak insan olduğumuzu bir kez daha hatırlattı.
Son olarak, gezi sizin için ne ifade etti?
Üç oğlum var. Bir baba olarak çocuklarımın geleceği ile alakalı planlarım var, doktor, mühendis olmalarını istiyorum, her anne-baba gibi… Ancak artık mesleki hiçbir isteğim yok, ne olurlarsa olsunlar hiç önemli değil. Bu manzarayı gördükten sonra benim için en önemli şey evlatlarımın önce insan olmaları. Benim çocuklarım insan olurlarsa, başkalarına zarar vermeden yaşarlarsa, ben vefat ettikten sonra çocuklarıma “Seni yetiştiren anne – baba ne kadar iyi insanlarmış ki senin gibi iyi bir evlat yetiştirmişler” derlerse, benim için en büyük ödül. Doktor olmaları ya da hiçbir mesleklerinin olmamaları benim için artık hiçbir önem arz etmeyecek. Çünkü insan olmak bu dünyada zaten kendi başına en önemli meslek; bunu öğrenmiş olduk orada.