Zaman ve mekân çok önemlidir yaşamda. İnsanı tanımlar bir anlamda. Annemin İzmirli olması nedeniyle, gönlümde hep ayrı bir yeri olan bu güzel şehrimizde içtik kahvelerimizi Raşel Rakella Asal ile serin bir bahar sabahında. Birçok konunun arasında, hayatı, yaşam coşkusunu konuştuk geçtiğimiz aylarda yayınlanan kitabı Cecile üzerinden...
Çok okudunuz belki sizler de benim gibi, çok seyrettiniz, yaşadınız belki de o zamanları, gerçekte ya da kâbuslarınızda. Holokost kitaplarını, filmlerini, Varşova ayaklanmasını… Yıllardan beri, tarihin bu bağışlaması imkânsız görünen belki de en büyük, en anlamsız acısını unutmamak için kitap kitap okudunuz, film yapıp izlediniz. O kadar çok ki, yoruldunuz belki de her seferinde bir daha yeniden kapısından geçmekten Auschwitz’in, Treblinka’nın, Sobibor’un unutturmamak için belki de her birimiz gibi siz de. Benim gibi, yeniden, bir daha ve bir daha yaşadınız insanın sadece ari ırka doğmadığı için yok edilmesinin tarihini. Her seferinde kül oldu genzinizi yaktı, gözyaşı oldu, duman oldu, bir toplumun yok edilme savaşının ardından anlam arayışı oldu insanın.
Maya ve Asal
Raşel Rakella Asal’ın kaleminde ise içsel bir yolculuk oldu. Ruhsal bir deneyim oldu, hazmedilmesi zor o yıllardan oluşan bir anlar denizine. “Sözcükler hecelere, seslere bölünüyor; sesler seslerle çarpışıyor, zerrelere ayrılıyor, çağrışımlar parçalanıyor aynı anda… Uçuşuyor… Varşova’dan İsrail’e, İsrail’den Varşova’ya kopuk kopuk, kare kare savruluyor” yazar…
Roman öyle bir kurgulanmış ki, gerçekten orada yaşamış gibisin. Bir March of the Living/Yaşam Yürüyüşü mü bu romanı sana yazdıran? Ya da tanıdığın birinin deneyimleri mi? Okudukların mı senin de yoksa?
Sanat, her şeyden evvel bir etkileşim. Ve bütün ilişkilerimizde etkileşim önemli. March of the Living’e gitmemiş olsaydım bu kitap oluşmayacaktı. Her şeyden evvel bu kuruluşa bir teşekkürüm var. Bana hakikaten köklerimi, dindaşlarımın yaşadığı acıları gösterdi. Yaşasak da yaşamasak da içimize kazınmış, bizi derinlemesine inciten bu Holokost sürecini küllerinden görmek benim için müthiş bir deneyimdi. Çok iyi bir rehberimiz vardı. Bir Holokost kurtulanı. Onun da çok payı var. O beş günü çok yoğun yaşadım. Zaten her olduğum yerde, bir gezi, bir seminer, muhakkak not alırım. Orada başlamıştım karalamaya. Ancak orada olayı yaşadıktan sonra müthiş bir ilgi doğdu içimde.
Üstelik hiç bir yazarımız bu konuya değinmemişti. Ben de Yahudi vatandaşlar adına bu konuya değinmeye karar verdim.
Şunu gördüm çünkü orada: Yahudi kültürünün birleştirici bir yanı var, eğitime, sanata verdikleri önem var. Bizim organizasyonumuzun ne kadar güçlü olduğunu ve öyle zor şartlarda bile o insanların organize olduğunu araştırmalarımda gördüm. Burada ya da dünyanın her hangi bir yerinde yaşayan Yahudilerin de bilmesi lazım ki, biz böyle bir kültürden geliyoruz. Bu insanlar o zor şartlarda evlerini dershaneye çevirdiler, tiyatrolarını da yaptılar, müzik de yaptılar. Bir şekilde her koşulda ileriye dönük olarak yaşamı idame etmeye çalıştılar. Hayat bu! Arada, evet, kötü bir şeyler yaşanıyor ama bu böyle devam etmeyecek. Bizim çocuklarımıza vereceğimiz bir gelecek var. Biz bu geleceği çocuklarımıza vermeliyiz. Nedir Yahudi’yi Yahudi yapan? Holokost üzerinden bu noktaya odaklanmak istedim. Oradaki insanların bilinçli olması, o tarihçinin onları hemen organize edip “Bugünler çok önemli, günlükleri yazacaksınız” demesi müthiş bir şey.
Polonya’ya bir March of the Living /Yaşam Yürüyüşü sonrasında yazarımızın ruhunda yeniden yaşıyor okur her nasılsa yaşamayı başarabilmiş ve özgürlüğün ardından İsrail’e yerleşip orada yaşamının aşkını bularak çoluk çocuğa karışan, torununu sevip büyüten genç kızın ruhsal devinimini. “Belleğimde imgeler, çağrışımlar dalgalanıyor. Su yüzüne çıkan, bastırılmış, unutulmuş hikâyeler, yazılmak için sıralanıyorlar önümde bir bir... Yiten zaman benim bir parçam şimdi. Yeniden var olmayacak o kıza bakarken, bir boşluğa bakar gibiyim. Oysa boşluk benim! Yiten o genç kız... Peşinden gidemediğim o genç kız. Artık anımsamadığım acılar, benim parçam olmayan sevinçler... İnsan anlatmaya başlayınca, dil nereden taşındığını bilinmeyen şeyler doğuruyor. Birdenbire sanki her şey bir anda toplanıyor: kokular, düşler, coşkular, duyumlar...”
Majdanek gibi ölüm kokan kampların anlatılamaz deneyimlerinin ötesinde ya da dünyanın başka köşelerinde, Filistin’de, Afganistan’da, Hiroşima’da veya Vietnam’da, Şili’de ya da Kara Afrika’da, Çernobil’de insanın insanla savaşında ölümün yaşamla el ele gittiğini dile getiriyor kahramanı aracılığıyla yazar... Ve her ölümün yeniden doğuş olduğunu: “Burada öldüm pek çok kere ve burada yeniden doğdum ben... Kaç ruh yandı? Kaç göz hüzünlendi? Kaç minik el geleceğe kapandı? Kim gözü yaşlı bir anıda duruyor şimdi? Ey Majdanek bana ne verdin? Bu külden ve ölümün yankısından başka? İşte bana armağan ettiğin yüzüm. Ben doğdum senin çamurundan. Ben ölüm ve yaşamım.”
Ama öldüğü gibi ölümünden doğmayı da biliyor yazar. Kulak veriyor ağacın fısıltısına “Dikkat! Düşlerini gerçekleştirme yolunda ilerlemek için geçmişin yüklerini bir yana bırak. Coşkularının yaşamının devinimi olduğunu bil. Onları susturma. İçindeki yaşamı yaşa. Yaşama evet demek, hep eğlenmek, gülmek değil. Bu aynı zamanda ağlamak, titremek, haykırmak, öfkeni söylemek, yaşamın tüm devinimlerine evet demektir. Coşkusu, patırtısı ve dürtüsüyle yaşamın.” Ta ki anlamsızlığını anlar insan tüm bunların. Farkına varır ki, “sevgiyle bakılan her şey güzeldir aslında.”
Holokost’a bir ağıt olarak tanımlıyorsun kitabı. Oysa ben okurken, bir çeşit bağışlama olarak hissettim daha çok. Yaraların sarılıp, hatta ölümü de kabul edip, ölümden yeninden doğabilmek için gerekli bir bağışlama. Bu vahşete neden olanları ve belki de daha çok kendimizi… O anları yaşadığımız ya da yaşamadığımız için ya da ölenlerin ardından yaşama devam ettiğimiz için.
“Ağıt aslında editörümün tercihi idi. Bence hiç bir şey yazmamak gerekiyordu. Ağıt olunca, ağlarsın. Oysa ben, bu Holokost kitabını okunması için, okur için yazdım. İnsanlara kötü tablolar çizmek değil, bunların ötesinde güzellik ve mutluluk aşılamak istedim. Bu kadın Holokost’u yaşadı ama hepimiz başka olaylar yaşayabiliriz. Önemli olan o yaşadığımız anların üstesinden gelebilmek ve yaşam coşkumuzu, yaşam sevincimizi içimize muhafaza edip de hayata küllerinden yeniden doğmaktır.”
“Ölümden yeniden doğmak” olarak nitelemişsin zaten. Evet, ben bu olayı yaşadım ama çok şükür kurtuldum ve bundan ders aldım şimdi artık en azından insanların ön yargılardan kurtulması için. Yani asıl vermek istediğim “ah başımıza bu geldi” demek değil, dünyanın başına daha neler geldi. Holokost gibi ne felaketler yaşandı. Bencil bir bakış açısından değil, ama insanlık penceresinden bakmamız gerektiğinin mesajını vermek istedim. Kalbim Holokost için çarptığı gibi, dünyanın bütün üzüntüleri de benim üzüntülerim.
Ve bütün bunlara rağmen, benim en çok vermek istediğim mesaj, acıyı yaşadım, ama acı bana büyük bir olgunluk, çok büyük bir ders verdi, sonuçta hayata umutla bakabilmeyi öğretti.”