“Biz inşa edelim – Onlar gelirler...”

W.P. Kinsella’nın Shoeless Joe (Pabuçsuz Yusuf) adlı romanını beğendiği için, bu eserin öyküsünü 1989 yılında yöneteceği Field of Dreams (Rüyalar Sahası) adlı filmin senaryosuna çevirmiş olan Phil Alden Robinson’un üç Akademi Ödülü’ne lâyık görülmüş bu hülyâsal-duygusal ürününü kimilerimiz Türkiye’de belki de başka bir başlık altında seyretmiştir sanırım.

Dünya
12 Haziran 2013 Çarşamba

Jose V.ÇİPRUT

 

Bu filmde, iflâsa yakın acemî bir çiftçi - tarlasında dolaşırken - bir fısıltı duyar: “Sen inşa et, o(nlar) gelir(ler)...”Adam tarlasını ekeceğine, orada bir beyzbol sahası kurar ve... birçok karşıt gelişmeye rağmen... Filmin sonuna doğru bu kehanet hernasılsa gerçeğe döner; hem filmde temsil edilenleri, hem sinemadan çıkanları memnun bırakır: birileri varırken muradına, diğerleri çıkar kerevetine.

Bugünler İstanbul’a gidip gelen tumturaklı fikir sahibi ecnebî tanıdıklarım arasında Atatürk’ün İsmet İnönü’ye, İnönü’nün de Menderes’e teslim etmiş olduğu, ama Adnan Bey’in kimseye demokratik şekilde aktarmaya imkân bulamamış olduğu İstanbul’u çok uzun zamandan beri tanımış olanlar vardır. Şehrin dünkü ve bugünkü halini ilk elden doğruca karşılaştırabilmeye muktedir olan bu kişilerce bana tevdi edilen müşahede, intiba, his ve suallerin bazılarını ilginç buldum, sizlere sunuyorum: Şehrin inanılmaz karmaşık kocamanlığı, yerlileşmiş halkın yoğun çok türlülüğü, en iyi niyetlere rağmen toplu taşımın bireylere hâlâ zor ve yetersiz görünüp hemen daima “yakın bir gelecekte tamamlanmak üzeredir” durumunda bulunması... Kırdan kente akanlar, aileleriyle kentte yerleşmeye kendilerini mecbur bulanlar, bunların devamlı arta gelen sayısı ve bu hercümerce rağmen İstanbul’da pek etkince yapılan yeni yollar, yeşil sahalar, alt ve üst yapılar... Kuşkusuz bu misafirlerin birçoğunu hayran bırakmaktadırlar. Ama nisbeten uzun mu uzun çalışma saatlerine ilâveten, bireylerin taşıt bulmak, sıra beklemek ve gidecekleri yere nihayet varabilmek uğruna hergün uykularından, aile hayatlarından ve insanî arzularından çala durup boşu boşuna kaybettikleri kıymetli zamanın şahsî görünümlerinde (ve bariz şekilde, ruhlarında) bıraktığı bezginlik izlerinin müşahedesi bu hem müdrik hem müşfik kıdemli yabancı zevatı sahiden pek çok üzmektedir.

“Neden bu kadar çok bayrak dikiliyor?” “Niçin bukadar çok cami inşa ediliyor?”, “Nasıl olur da bukadar çok üniversite kurulabiliyor?” sorularını samimî masumiyetle soran ecnebî ziyaretçiler –  türlü nedenlerle kendilerini bunlara cevap verecek durumda bulmayanlar kanaat veremediklerinde – daha kıdemli diğer misafirlerden değişik zaviyelerden de olsa tefsir ve izah alabiliyorlarmış ama. İşte kaydettiklerimden bazıları: Aşırı bayrak ‘gurur’dur; tam aksine, ‘güvensizlik’ emaresidir;  ‘devletçi ve milliyetçilerin simgesi’dir; yok, ‘başlık nasıl birilerinin yeni ideolojik âleti ise’ bayrak ta ‘aynen, cumhuriyetçi demokratların karşıt cevabıdır.’ “Peki, Amerika’da dalgalanan koskoca bayraklar ideolojik edevat mı sayılmalıdırlar?” soruma cevaben “yok, vatansever iftihar kaynağıdırlar” dediklerinde, ben de “peki niçin ayni duygularla burada dikilmiş olmasınlar...” dediğimde, susuveriyorlar -  ikna edildiklerinden değil de, benim Türk vatandaşı olarak gücenmemem için sanki. Cami sayısına tepkiler bir kişiden öbürüne değişiyor: Birkaç yeni camiye namaz kılmak için girip bunları müezzinin çağrısına rağmen nispeten boş bulduklarını esefle bildiren koyu dindar ecnebî Müslüman tanıdıklarımın sitemi “cemaatsiz cami kurmanın İslam dininde günah sayılırlılığı”dır. Çok sofu olmayan birkaç diğer ecnebî Müslüman tanıdığıma göre ise “camileri siyasî simge olarak kullanmak Müslüman ahlâkına aykırıdır.” Bunlara katılmış olan (iktisatçı) gayri-Müslim diğer birkaç kişinin mütalâasıysa, “bu yatırımların - kendine hernedense hâlâ laik dedirten bir memlekette - halka daha acil ve elzem konularda çok daha faydalı olabilecek alanlarda yapılabileceği” keyfiyeti. Kıdemli ecnebî turistlerin çoğunun şaşırtıcı buldukları kabarık yeni üniversite sayısına tenkit ve tepki ise, bilhassa üniversite görmüş ve/ya üniversitelerde hocalık yapmış kişiler tarafından geliyor: “Peki bina kurmak, buna ‘üniversite’ demek zor değil de üniversite öğrenim seviyesine lâyık öğrenci ve kendilerine profesörlük sıfatı verilebilecek kaliteli öğretmen sayısı nereden gelecek – memleket içinden mi, memleket dışından mı? Bu kısıtlı şartlar altında, Garp’tan mı? Şark’tan mı?” Üniversite seviyesinde öğrenim, öğretim ve araştırmaya vatan dışında hayatının 25 yılını vakfetmiş, fakat bu yerel konuların nedenini nasılını henüz soruşturup araştıramamış biri olarak, ne olur ne olmaz, susmayı tercih ettim. Ama Türkiye’nin istikbali için çok iyimserim. Biz kuraduralım da, bunlar kim ise, gelirler bir gün inşallah.