Uluslararası İstanbul Opera Festivali, bu yıl ‘Opera Her Yerde’ sloganı ile dördüncü kez perdelerini sanatseverler için açtı
İstanbul Tiyatrosu’nun genç toplulukları sayesinde haziran sonuna kadar uzayan tiyatro mevsimi henüz bitmeden 4. Uluslararası İstanbul Opera Festivali başlayıverdi.
İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olduğu 2010 yılında “Opera sanatını sadece belirli bir kesime hitap eden bir sanat dalı olmaktan çıkarıp, salonların sınırlı seyirci sayısının dışına taşırarak geniş kitlelerle buluşmasını sağlamak” amacıyla Devlet Opera ve Balesi Genel Müdür ve Genel Sanat Yönetmeni Prof. Rengim Gökmen’ in projesi olarak başlatılmış olan festivalin bu yılki sloganı “Opera Her Yerde”.
Farklı mekânlarda, gerektiğinde alışılmış tiyatro ve opera salonlarının dışına çıkarak, sadece seyirciyi operaya değil, operayı da seyirciye götürmeyi amaçlayan festivalin genel formatını, dünya operasının zirvesindeki isimlerin yer aldığı bir gala konseri, klasik operanın önemli bazı başyapıtlarıyla, Türk bestecilerinin ve uluslararası büyük ustaların Türkleri konu alan eserlerinin yorumlanması oluşturuyor.
Bu projeyi, “keşke…” ile başlayan bir düşten, somut bir gerçeğe dönüştürenlerin başında gelen Yekta Kara, festivalin ikinci yılında “Amacımız, her yaştan, her kesimden izleyiciye, İstanbul’un dört bir yanında, özellikle de tarihsel mekânlarında operayı sunmak, sevdirmek, …sokaktaki insanın gündelik yaşamına opera sanatını sokabilmek” diyor. “Sanılanın aksine, opera küçük bir azınlığa hitap eden bir sanat dalı değildir; gücünü halktan alır, sırtını halka dayamıştır; aksi takdirde tam 400 yıldır var olamaz, kesintisiz gelişimini sürdürüp günümüze ulaşamazdı” diye devam ediyordu. Bu sav, sadece operanın doğup geliştiği batı dünyası için değil, Türkiye için de geçerli. Aida’nın o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı olan Mısır Hidivi tarafından sipariş edilmiş olduğu tarihsel bir gerçek. 1846-1877 yılları arasında Verdi operalarının, dünya prömyerlerinden hemen sonra İstanbulda sahnelenmiş olması da bir başka tarihsel gerçek.
İstanbul Operası’nın kuruluş yıllarında Aydın Gün, operayı her yaz Açıkhava Tiyatrosu’na (şimdiki adıyla Cemil Topuzlu) taşımış, kimi zaman çok beğenilen eserleri Açıkhava için yeniden sahneleyerek, kimi zaman bir sonraki mevsimin yeni prodüksyonlarını seyirici karşısına yaz mevsiminden çıkararak 5-6.000 kişilik mekânı yıllarca doldurmuştu.
Uluslararası İstanbul Festivali’nin ilk yıllarından beri en eski geleneği Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma operasının her yıl Topkapı Sarayında sahnelenmesiydi. İstanbul Opera Festivali bu geleneği de, operayı önce Yıldız Sarayı’na taşıyarak, bu yıl da geleneksel mekânında sahneleyerek sahiplenmiş durumda.
2013, 19. yüzyıl İtalyan Operası ekolünün en ünlü bestecisi Giuseppe Verdi’nin 200. doğum yılı olduğundan Festival, gala konserini bu bestecinin eserlerine ayırmakla kalmamış, açılışını da, Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin yepyeni prodüksyonu Verdi’nin en ünlü operalarından Rigoletto ile yapmaya karar vermiş.
Aslında, iki yıl önce Tosca’nın son derece ruhsuz yorumunu izlediğimden beri, Ankara Operası’nın bir prodüksiyonunu izlemeye pek istekli değildim. Fikir değiştirmemin tek nedeni, mayıs sonlarında görücüye çıkan bu çiçeği burnunda çalışmayı Yekta Kara’nın yönetmiş olmasıydı.
OPERAYA ADANMIŞ BİR HAYAT
Yekta Kara’nınki tümüyle operaya adanmış bir yaşam. İstanbul’da doğmuş, müziğe 5 yaşında İstanbul Belediye Konservatuarı piyano bölümünde başlamış, Alman Lisesi’ni bitirdikten sonra yüksek öğrenim için Almanya’ya gitmiş, 1976’da Münih Devlet Müzik Akademisi’nin opera-şan bölümünden, 1978’de aynı akademinin opera rejisi bölümünden mezun olmuş. Arada İstanbul Belediye Konservatuarı Tiyatro Bölümü´nü de bitirmiş.
1978-80 yılları arasında Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde solist sanatçı ve dramaturg olarak çalışan, 1980 yılından bu yana İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde solist sanatçı, rejisör ve başdramaturg olarak kesintisiz görev alan, 1992-2000 yılları arasında İstanbul Devlet Opera ve Balesi Müdür ve Genel Sanat Yönetmenliği görevini de üstlenen, İKSV Yönetim Kurulu Üyesi ve Türk-Alman İşadamları Kültür Vakfı Başkanı Yekta Kara, halen Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü Başrejisörü ve Uluslararası İstanbul Opera Festivali Sanat Yönetmeni. Çok sayıda opera sahneye koyan, Türkiye’deki çalışmalarının yanı sıra Almanya, Fransa, ABD, Meksika ve Bulgaristan’da konuk yönetmen olarak çalışan, sahnelediği operalar Danimarka, Portekiz, Macaristan, Avusturya ve Güney Kore’de sergilenen sanatçının Almanya’da sahneye koyduğu Saraydan Kız Kaçırma Avrupa Kültür Günleri açılış gösterisi olarak sunulmuş.
Yekta Kara’nın en önemli özelliği kendisi yaş aldıkça yorumcu olarak gençleşmesi. Tüm sanat dalları gibi operanın da değişmekte ve evrimleşmekte olduğunun bilinciyle her türlü yeniliğe, gelişime ve gerekirse ayrıksılığa açık bir bakışı var. Çoğunluka parlak ve zeki buluşları, örneğin kıpır kıpır, neşeli, keyifli ama olabildiğince klasik bir Saraydan Kız Kaçırma sahnelemesinde, operanın diliyle ve kostümleriyle oynandığında “cuk” oturabiliyor. Bazan da Rossini’nin Maometto Secondo’sunda olduğu gibi operaya Mehter Takımınının katılması, ‘alla turca’ bir tat verecek yerde gösteriyi sadece alaturkalılaştırabiliyor. Ama gelenekselin tadını bozmadan ilerici ve modern yorum arayışı çoğunlukla, Rigoletto’da olduğu gibi çok başarılı sonuçlar verebiliyor.
Son zamanlarda operayı günümüze uyarlayarak yenileme modası almış yürümüş vaziyette. Çoğu zaman, karakterlere şaşaalı kostümler yerine, artık görmekten gına gelen pardesüler giydirerek modernleştirdiklerini sananlar da var; öyküsünü 1950’lerin başına, savaş sonrasının Paris’ine büyük bir inandırıcılıkla uyarlayan Baz Luhrmann’ın Sidney Operası’ndaki, efsanevi La Boheme yorumu gibi bunu gerçekten başaranlar da var.
Yekta Kara’nın Rigoletto’yu 1920’lerin başının henüz krallıkla yönetilen ve asalet unvanlarının geçerli olduğu Güney İtalya’sına taşıması bence dahiyâne bir buluş. Mafya’nın en güçlü olduğu mekân ve dönemde, Mantova Dükü’nün mafya babasına dönüşmesi, hele hele cortigiani / saray mayieti’nin babaya körü körüne itaat eden ‘mafioso’lar olarak karşımıza çıkması çok inandırıcı. Operanın her şeyden önce ‘tiyatro’ olduğunu bilen Kara’nın oyuncu yönetimi kadar sahne trafiğini çözümleyişi de olağanüstü.
Rigoletto’yu Haliç Kongre Merkezi’nin, operaya katiyen elverişili olmayan sahnesine ve en iyi niyetle “orta halli” denilebilecek akustiğne rağmen, sahnede kimi zaman 60’ı aşkın insanın bulunduğu görkemli bir gösteriye dönüştürebilmek gibi bir çılgınlık ancak Yekta Kara’nın elinden çıkabilir. Öykünün karanlık ve karamsar tonunu gösterinin her saniyesine yansıtan yönetmen, bunu sadece yorumcularına değil, Efter Tunç’un dekor, Gizem Betil’in kostüm ve Fuat Gök’ün ışık tasarımlarına da aksettirmiş. Modern teknolojinin olanaklarını kullanmaktan da çekinmeyerek başarılı yağmur, şimşek ve gökgürültüsü efektleri de elde etmiş.
Prof. Rengin Gökmen yönetimindeki orkestrayla Lyubomira Aleksandrova yönetimindeki koronun performansları kusursuz. Solistlerinkine gelince, son yıllarda Türkiye’de izlediklerimin en kalitelisi ve tutarlısıydı. Ses ve oyunculuk olarak tek beğenmediğim Marullo / Levent Akev oldu. Buna karşın, küçük ama kilit rolünde Monterone / Mithat Karakelle çok başarılıydı.
Kusursuz basso’su ile Sparafucile / Tuncay Kurtoğlu ile erotizm kokan oyunculuğu ve elverişli fiziğiyle Maddalena / Oylun Erdayı ikilisi çok iyiydiler. Yıllardır ilk defa, dük, opera tarihinin en güzel iki ‘ensemble’ından biri olan (diğeri Lucia’nın ünlü altılısı Che mi frena’dır) üçüncü perdenin ünlü dörtlüsüne Bella figlia dell’amore diyerek girdiğinde, karşımızdaki Maddalena gerçekten de aşkın güzel kızı. Yekta Kara’nın dörtlüyü karakterlerini üç katlı bir çelik konstrüksiyonun farklı noktalarına oturtarak elde ettiği ‘ensemble’ duygusu tek kelimeyle olağanüstü. Tenor, bariton ve soprano gibi üç güçlü sesin arasında Oylun Erdayı’nın mezzo sopranosunun hiç kaybolmadığına da dikkat çekmek isterim.
ETKİLİ OYUNCULUKLAR
Murat Karahan, genç ve yetenekli bir tenor. Mafya babası çapkın ve uçarı Montava Dükü’ne iyi oyunculuğu kadar yakışıklılığıyla da uyum sağlıyor. Alman tenoru tarzında, pürüssüz basları ve az vibratolu tatlı tizleriyle çok güzel bir sesi var. Birinci perdenin Questa o quella’sında ve ikinci perdede Rigoletto’nun kanımca en güzel tenor aryası olan Ella mi fu rapita... parmi veder le lagrime’de çok başarılı. Popüler La donna e mobile’nin finalini fortissimo ve fazlaca tiz söyleyerek alkış avına çıkmaya hiç ihtiyacı yok. Bir de birilerinin ona şarkı söylerken sol elini ne yapacağını öğretmesi şart.
20 Mayıs’taki Ankara prömiyerinde Gilda’yı canlandıran G.Ezgi Yıldırım için çok güzel şeyler okumuştum. İstanbul’da bu rolü genç kuşağın yeni parlayan yıldızlarından Rus soprano Ekaterina Siurina yüklendi. Hiç tanımadığı bir seyircinin önüne çocuk/genç kız olarak ilk çıktığında biraz tutuk ve gergin çıkan Siurina, kısa zamanda açılarak müthiş bir caro nome söyledi. Bundan sonra da çıtayı iyice yükselterek Gilda’sının hakkını verdi. Tam dozunda duygu yoğunluğuyla Ekaterina’nınki, son zamanlarda Mezzo’ya sık sık uğrayan Juan Diego Florez’li sahnelemedeki Diana Damrau’nun, kaliteli sesine karşın ruhsuz ve kişiliksiz yorumundan kat kat üstün bir performanstı.
Geldik Eralp Kıyıcı’ya. Ancak final selâmında ne kadar genç olduğu farkedilen bu baritonumuz soprano Cemaliye Kıyıcı’nın oğlu; mesleğin içine doğmuş, kuliste büyümüş. Müthiş güzel ve çok da iyi eğitilmiş bir sesi var. Genç yaşına karşın, Germont’dan İago’ya pek çok ünlü karakteri canlandırmış. Kambur soytarı’ya, sahneye girdiği andan itibaren beden dilinden oyunculuğuna olağanüstü bir yorum getiriyor.
Bazan çok iyi şeyler için çok fazla söz gerekmiyor. Kıyıcı’nın Rigoletto’sunun dünyanın herhangi bir büyük opera sahnesinde ayakta alkışlanacak bir yorum olduğunu söylemek yeterli olur sanırım.
Aynı durum izlediğimiz prodüksiyonun tamamı için geçerli. Bu görkemli Rigoletto, yalnız Ankara, İstanbul ya da Aspendos’ta değil, La Fenice’de, San Carlo’da, Liceu’da, Paris veya Lyon’da ya da Met’de de sahnelense olay yaratırdı.
Önümüzdeki sonbahar yolunuz Ankara’dan geçerse sakın kaçırmayın demekle yetinmiyorum. Özellikle izleyebilmek için, kendinize, Anıt Kabir’li, Anadolu Medeniyetleri Müze’li bir Ankara Programı yaratın ve bu Rigoletto’yu mutlaka görün derim.
Hepinize iyi seyirler.