Tinsel zemin günümüzde ancak özgür düşünme ortamında oluşabilir. Tartışan, kavrayan, özümseyen, katılımcı toplulukların özgün iradeleriyle ortaya çıkabilir. Bu da sonucunda sanata ve sanatçıya yansır ve sanat adına üretilen ortak bir dilin ifadesi olur
1871’deki bir devrimle Paris bir kez daha Komüncülerin eline geçmişti.
Charles Baudelaire, polisi Tanrı Jüpiter ile kıyasladı ve aristokrasinin inanç ve erdemleri olmadığında, güzelliğin ve kültürün ortadan kalkacağı konusunda uyardı.
Çok kısa ömürlü olan Komün iktidarı giyotini yaktı, kışlaları işgal etti, Kilise’yle Devlet’i birbirinden ayırdı, kapanan fabrikaları açtı, saraylarını, bahçelerini ve parklarını halkla paylaştı, gece mesaisini yasakladı, laik, parasız mecburi eğitimi getirdi.
Komün çok kısa sürdü. İki aydan biraz fazla… Versailles’e sığınan birlikler ilk anların şok gelişmelerini ve direnişin ruhunu anlamakta gecikseler de toparlanıp Komün’ün üstüne yürüdüler, günler süren çatışmaların ardından devrimci barikatlarını yarıp zaferlerini kurşuna dizdikleri direnişçilerin önlerinde kutladılar.
Kazanan devlet güçleri ilan ettikleri zaferlerinden ötürü Tanrı’ya şükranlarını sunmak için Montmartre tepesine kocaman ‘kremalı bir pasta mimarisinde’ Sacre-Coeur kilisesini diktiler ve direnişe karşı otoritenin gücünü, yalnız direnişçiler için değil gelecek kuşaklar için de bu yapıtla hatırlatmak istediler.
Emil Zola, “Paris halkı sağduyu ile heyecanını sakinleştirecek, kayıpları da olsa, gençliğiyle, bilgeliğiyle, eşitliğiyle ve evrime bakışıyla gelecekte yeniden toplumunu görkemle yükseltecektir,” ifadesiyle manifestosunu imzalamıştı.
Ne garip değil mi? Tarih nasıl da tekerrürden ibaret.
Neredeyse 150 yıl önceki gibi; günümüzde de Gezi Parkı’nda yaratılan komün, otoriteye karşı direnişlerini, sadece eşitlik ve özgürlük ilkelerini savunmak için kullanırken yok edilecekler ve karşılığında Sacre-Coeur benzeri Topçu Kışlası’yla yanıt alacaklardır.
Mimaride anıt yapıların hafızaları vardır. O yapıları evrimsel kılan, onların toplumsal tarihe olan tanıklıklarıdır. Topçu Kışlası da keza öyle, Sacre-Coeur de.
Biz, Batı toplumunun geçirdiği aşamaları yaşamamış bir toplumuz. Batının altıyüz yıllık bir gelişim sürecinde vardığı aşamaya, biz çok sıkıştırılmış bir zaman sürecinde vardık. Kendimizi birdenbire hiç yaşamadığımız endüstri çağının içinde bulduk. Hiç hazır olmadan ilerlemiş teknolojiyi, düşünen, planlayan ve üreten değil, sadece kullanan tüketici bir toplumun bir parçası olduk.
Bilinçlenme süreci eğitimle olduğu kadar, ifade özgürlüğü de sanat ile sınırlı kaldı. Batı taklitçiliği ve gelenekçilik diye yapay bir ayrımla toplum kimlik bunalımlarına sürüklendi.
20. yüzyılın ilk çeyreği Batı’da olduğu gibi bizde de büyük değişikliklere gebeydi. Tanzimat’tan sonra ülkemizde birçok reformlar yapılmıştı ama bunlar Batı örneklerini taklitten öteye geçememişti.
Özellikle sanat ve mimaride, akımların hazmedilmemiş aşamalarının hepsinin bir arada kullanımıyla öykünülen yapıtlar, kakafonik sonuçlar doğurmuştu.
Bu yapıtlar Batı örneklerinin kötü taklitlerinden öteye geçememişti. Taklitçiliğin sınırı nedir, nereye kadar olmalıdır? Buna karşın geleneklerin korunması, onlara körü körüne bağlanmak mı demektir? Bunlar düşünülmedi, toplumsal bir evrim geçirilmedi. Bizim endüstri çağının oluşumuna ne düşün, ne bilim, ne de sanat açısından hiçbir katkımız olmadı.
Bu nedenle günümüzün Hümanizm anlayışına, katılımcı, bilimsel ve laik bir yaklaşımla oluşturacağımız bir yapıcı düşünmeye açılamadık.
Gezi Parkı direnişi ile bu direnişin sosyolojisinin temelinde bu ayrışma ve ayrışmanın ortaya koyduğu ideolojilerin toplumsal çatışmasını yaşadık.
Bir toplum onu taşıyacak tinsel ve yaratıcı zeminden yoksun kalırsa ilerleyemez, yapıtlar üretemez… Böyle bir tinsel zemin günümüzde ancak özgür düşünme ortamında oluşabilir.
Tartışan, kavrayan, özümseyen, katılımcı toplulukların özgün iradeleriyle ortaya çıkabilir. Bu da sonucunda sanata ve sanatçıya yansır ve sanat adına üretilen ortak bir dilin ifadesi olur.
Yine Gezi Direnişi’nde gördük ki, karşıt düşünceleri savunanlar yakın zamana kadar birbirlerine düşman gözüyle bakıyorlardı, şimdi bir araya gelip tartışabiliyorlar, bir uzlaşma zemini bulmaya çalışıyorlar. Geçmişimize ilişkin tabu sayılan konular araştırmaya tartışılmaya açılabiliyor. Gençlerin dogmalardan sıyrılmış özgür iradesi birlikteliklerinin dayanışma gücüyle desteklendiğinde, otoritenin umarsız çabaları onu yok etmeğe yetmeyecektir.
Bunu sanatın her alanında görmek olanaklıdır.
“Sanat görüneni değil, görünmeyenin ardındaki gerçeği görünür kılar,” der Paul Klee.
Edebiyatta, resimde, müzikte, heykelde, sinemada ve mimaride özgür düşünen, özgün yapıtlar üreten sanatçılarımız yetişmekte. Bu çağın özelliklerine ve bilimselliğin gereksinimi olan kavramlara karşı üretilen yapıtlara alternatif peşin hükümlü bireysel kararlı antidemokratik dayatmacı fikirler ve öneriler yer bulamazlar.
Bilinen bir anekdottur, İspanyol Hükümeti iç savaş sürerken 1937 yılında Pablo Picasso’ya büyük bir duvar resmi sipariş etmişti. O sırada gerçekleşen hava saldırısından etkilenen Picasso, saldırıdan sonraki 15 gün içinde bu duvar resmini tamamladı.
Guernica, savaş trajedilerinin ve savaşın bireyler üzerindeki acı verici etkilerinin bir özetidir… Almanlar İspanya’yı işgal edip sanat yapıtlarına el koyduklarında, kübizmin en önemli yapıtlarından biri sayılan bu tabloyu Picasso’nun elinden alırken yüzünü küçümsercesine buruşturan subay sorar: “Bu garip tabloyu siz mi yaptınız?” Picasso soğukkanlılıkla cevap verir: “Hayır siz yaptınız…”
Sadece insanlar değil, özgür düşünceyle kalıplaşmış dogmalardan kurtularak kendini ifade eden sanatta direnişin bir parçası olabiliyormuş. Tablo zaman içinde, savaşın yarattığı trajedilerin anımsatıcısı, savaş karşıtı ve barış yanlısı düşüncelerin sembolü haline geldi.
2005 yılında Dünya Mimarlık Kongresi İstanbul Deklarasyonu oldukça ilginç konuklara ev sahipliği yapmıştı. Deklarasyonda, kentlerin barış, insan hakları, demokrasi ve kültürel kimlik gibi uygarlık bileşeni erdemlerinin doğduğu yerler olduğu ve küreselleşmenin bu erdemleri yok eden bir süreç olmaması gerektiği vurgulanmıştı. Konuklardan biri ABD’li postmodern mimar Robert Venturi idi. Sunumunda ‘çelişkinin ve belirsizliğin icat edildiği kent’ şeklinde nitelediği İstanbul’un seçilmesinin özel bir önemi olduğunu vurgulayarak dünyada en çok sevdiği ve beğendiği yapının da kentin tüm çelişkilerine rağmen Ayasofya olduğunu söylemişti.
İsrail asıllı ABD’li mimar Moshe Safdie de “Meslek olarak nerede olduğumuza bakmak istersek; yapılara ve insanlara 11 Eylül saldırıları açısından bakmak oldukça ilginç gelebilir,” ifadesi kullandı…
Safdie, 11 Eylül öncesinde, modern mimarinin başyapıtlarından sayılan ve yüksek teknolojinin kanıtlandığı yapıtlardan olan Dünya Ticaret Merkezi’nin, terrorist saldırılara uğramadan önce, buna rağmen kentin siluetini bozduğu yönünde tartışmaları hatırlattı. Ve “Görüyoruz ki; 11 Eylül’den sonra bu alana daha iyi şeyler yapabilirmişiz. Alan halka açık, doğayla kucaklaşmış, hümanizmi sembolize edebilen sosyal bir merkez haline gelmeli’’ dedi.