91 yaşındaki sosyalist Moris Gabbay mücadele ve zorluklarla dolu hayatını, 2010 yılında vefat eden Nihat Sargın’ın önerisiyle altı senede tamamladığı Cumhuriyetle Birlikte Büyüdüm adlı kitabında anlatıyor.
Kitabında Robert Kolej’de başlayan siyasi görüşlerinden, üniversite arkadaşlarıyla kurdukları İstanbul Yüksek Tahsil Derneği’nden, İşçi Parti’sindeyken yaşadığı zorluklardan, tutuklanmalardan, Aziz Nesin’le olan hapishane arkadaşlığından, Uluslararası Gıda Örgütü görevlisi olarak on altı yıl yaşadığı Afrika’daki anılarından ve Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’ndan bahseden Moris Gabbay ile sohbet ettik.
Moris Bey, kitap yazma fikri nasıl doğdu?
Bu kitapta anılarımı yazdım. 6-7 sene evvel DİSK’in 40., TİP’in 45. kuruluş yıldönümüydü. O zamanki Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı (TÜSTAV) Başkanı Nihat Sargın beni de kutlamaya davet etti. Orada canlı tarih yapılıyordu. Beni TÜSTAV’ın yayınlarını hazırlayan Ersin Tosun ile tanıştırdı. Ersin’le anlaştık ve haftada iki kez buluşup anılarımı anlatmaya başladım.
Konuları saptayıp ona göre konuşuyorduk. Toplam 26 kaset doldurduk. Fakat bir kısmı yayınlanmadı. Onlar saklandı ve 20 sene yayınlanmaması için de tedbir kararı aldırdım.
Bu vakfa araştırma yapmak için çok öğrenci, araştırmacı gelir. Vakıftaki kişiler araştırmacılar için kitap ve kasetlerden oluşan muazzam bir arşiv hazırladılar. Bu seride ben 22. kişiyim. Benim gibi daha bir sürü kişi gelip vakıf için yazdı.
Kitabı yazma amacınız neydi?
Kitapta hayatımı anlatıyorum. Yahudi biri olarak hayatımın çoğunu Müslümanların arasında geçirdim. Genç Müslümanlar bizim nasıl bir hayat yaşadığımızı bilmiyorlar. Onlardan farklı bir hayat yaşadığımızı sanıyorlar. Çok samimi olduğunuz zaman şaşırıyorlar. Bizi başka türlü görüyorlar. Hayatımı, yaşadığım zorlukları anlatarak çok farklı olmadığımızı göstermek istedim.
“AHMET İSVAN, BÜLENT ECEVİT, ALTEMUR KILIÇ’LA AYNI SINIFTAYDIK”
Çocukluk ve gençlik yıllarınızdan bahseder misiniz?
Çok konservatif bir ailem vardı. Babam Orfelina’nın komisyon başkanıydı. Evde sürekli olarak Fransızca konuşulurdu. Türkçeyi çevremdekilerden öğrendim. O zamanlarda iyi Türkçe bilen yoktu. Toplumda sadece askerden gelen doktorlar, mühendisler ve öğretmenler iyi Türkçe konuşurdu. Halkın yarısı iyi Türkçe bilmezdi.
Bir gecede bütün isimlerin değiştiğini gördüm Büyükada’da. San Remo Pansiyon vardı, sahibi Yahudi’ydi ve bütün bir gece karakolda isim aradı pansiyonuna. Sonunda polisler Atilla Pansiyonu olmasına karar verdi. Akasya’nın adı Türkçe yazılarak Akasya Oteli yapıldı. Bir tek Splendid Otel’ine kimse dokunmadı çünkü Atatürk çok beğenirdi o oteli. Türk Talebe Birliği Büyükada’ya geldi. Bir kısmı Heybeliada’ya indi. Burgazada’da Rumlar ve Aşkenazlar olduğu için oraya gidilmedi. Talebe Birliği’nin adaya gelmesiyle hemen bütün isimler değiştirildi.
Bana ilk din eğitimini zamanın hahambaşısının sekreteri verdi. Sola kaydıktan sonra tabii tüm bu ilişkilerim kesildi. Bir sene Beneberit’te okuduktan sonra Saint Michel’e geçtim. Daha sonra Robert Kolej’e geçtim ve oradan mezun oldum. Ahmet İsvan, Bülent Ecevit, Altemur Kılıç’la aynı sınıftaydık. Koleji bitirdikten sonra, üniversiteye gittim.
Askerliğimi politik sebepler yüzünden çok geç yaptım. Bir ay hapiste kaldım. Serbest kaldıktan sonra hakkımdaki takipsizlik kararının çıkması 6-7 seneyi buldu. O nedenle 34 yaşında yedek subay olarak askerliğimi tamamladım.
Askere gitmeden önce babamın işini devam ettiriyordum. Bir defa battım. Üç kardeştik; ikisi de Varlık Vergisi olaylarında yurt dışına gitti. Biri Filistin’e, diğeri İngiltere’ye gitti. Ortanca kardeşim mühendis olarak buraya geri döndü. Eşi İngiliz Çekoslovak Musevi’siydi. Çocukları burada doğdu ancak 6-7 Eylül olayları olunca eşi burada kalmak istemedi. Tekrar yurt dışına gittiler. O sırada işe devam ettim. Gittikçe büyüdü iş. Deri ihraç ediyordum. O sırada deri hastalandı ve bir stok elimde kaldı. Büyük krediler almıştım. Ödemekte çok zorluk çektim. Dört sene sürdü borçlarımı ödemek.
Komünizm nasıl ile nasıl tanıştınız?
Kitaplardan öğrendim komünizmi. Babamın kütüphanesi bana yasaktı; bazı kitapları okumama izin vermiyordu. Robert Kolej’deki tarih hocam sayesinde düzenli okumaya başladım. Klasikleri, Marx ve Lenin’in kitaplarını okudum ve o sayede tanıştım sol fikirlerle.
Okul hayatınızda siyasi görüşleriniz nedeniyle herhangi bir antisemitizme maruz kaldınız mı?
Siyasi görüşümden dolayı herhangi bir şey yaşamadım. Ne dernekten ne de partiden kimse bana olumsuz bir şey söylemedi çünkü hepsi okumuş insanlardı. Elbette beni sevmeyenler oldu ama sözü geçen biri olduğum için böyleydi. İsmail de olsaydım Yorgo da olsaydım yine aynı olurdu, tenkit edilirdim.
Altemur Kılıç okuldan çok yakın arkadaşımdır. Alanya’da oturuyor şimdi. Geçenlerde kalktım ziyaretine gittim. Ancak ikimizin de fikirleri ayrıdır.
Gençliğimizde bir gün evinde ülkücülerin de olduğu bir partiye gitmiştik. Demir derdik ona. Ülkücüler onu yanına çağırıp bu Yahudi oğlan ne arıyor senin evinde diye sormuşlar.
Bana bir mektubunda “Yahudileri keseceğiz, şöyle yapacağız, böyle yapacağız ama seni kurtaracağız,” diye yazmıştı. Bu mektubu senelerce sakladım. Soranlara asla göstermedim. Bir gün eve polisler geldi. Ne buldularsa götürdüler. Mektupta Altemur’un adını görünce mektubu da aldılar.
Şöyle bir hikâye var kitapta. O zamanlar daha gencim ama önüm kapalı. Tüccardan başka bir şey olamıyorum. Asker olmak istesem olamıyorum, doktorluğu, avukatlığı sevmiyorum. Başka ne olacaksın? Mesela kardeşlerim gitti. Mühendis olup döndüler. Çoğumuzun başka şansı yoktu. Mühendis olanların, avukat olanların önü açıldı. Fakat avukat olan bir arkadaşımız birden bire İsrail’e gitti ya da aynı şekilde doktor olan bir arkadaşım burada yapamadı ve İsrail’e gitti. Edirneli Bardavit diye bir arkadaşımız vardı. Göz doktoru oldu. Danimarka’da ve Amerika’da okuduktan sonra buraya döndü ve üniversitede bir profesörün yanında asistan oldu. Birden bire doktor olarak çok ünlendi. Gece yarılarına kadar çalışırdı. Bir gün bana, “Araştırma yapmak istiyorum ancak profesörüm bana mani oluyor. İsrail’den bir teklif geldi, ben gidiyorum,” dedi ve gitti. Buradan ona ameliyat olmaya gidenler oldu.
Maalesef antisemitizm en çok Polonya’da görüldü. Polonyalı bir tanıdığıma neden partideki bütün Yahudi üyeleri kovduklarını sorduğumda, “Birilerinin eline tek bir kuvvet verilmez,” dedi. Yahudileri kastediyordu.
Size başka bir şey daha anlatayım. Yugoslavya’da Mareşal Tito’nun iki numaralı adamı Moşe Pinhas’dı; Muşa Piyade. Ressam zengin bir ailenin çocuğu ama komünist. Tito ile hapiste tanışıyorlar ve Tito’yu o yetiştiriyor. Fakat ihtiyar olduğu için savaştan iki sene sonra hemen ölüyor. Adam tabi dinsiz. Belgrat’ta çok Yahudi vardı. İlk bombardımanda hahambaşı ölüyor. Burada bunu duymuştuk. Savaştan sonra öğrendik ki oradaki Sefarad sinagogu Almanların genelevi olmuş. Yakalanmayan Yahudilerin çoğu dağlara kaçıp asker oldular. Partide bir Yugoslav muhaciri vardı, onun sayesinde öğrendim hep bunları. Partiye geldiği zaman benim orada olduğumu öğrenince yanıma geldi ve kumandanının Levi olduğunu ve askerde birlikte çarpıştıklarını söyledi. Sonra anladım ki Yahudilerin okumuşları dağlarda birlikte çarpışmışlar. Çok yüksek mevkilere gelmişler. Tabi en üst düzeyde olanı Muşa’ydı. Dindar filan değildi. Yalnız bir Kipur günü Muşa tallet istiyor ve bir kenara gidip ölenler için dua edip ağlamaya başlıyor. Etraftakilerin ona baktığını görünce talledi çıkarıp gidiyor. Yugoslavlara Muşa’yı sorduğumda hepsi “çok büyük adamdı, öldü maalesef” derlerdi.
Çekoslovakya’da komünizmi getiren Slansky adında bir Yahudi’dir. Önce içişleri bakanı sonra başbakan oldu ama 1952’de idam edildi.
Eşiniz ya da ailesi size politik görüşlerinizden dolayı hiç karıştı mı?
Hiç karışmadılar. Eşimle ortak arkadaşlar sayesinde tanıştık ve hoşuma gitti. Fazla soru sormaması, ilgilenmemesi daha çok hoşuma gitti. Benim için öylesi daha iyiydi.
Nişanlandığımız zaman kayınpederim çok hastaydı. Kayınvalidem de sonradan hastalandı. Siyasi görüşlerimle çok fazla ilgilenmediler, zaten alışıktılar. Kayınvalidemin büyük amcası da Emanuel Karasu’ydu. Selanikli bir aile oldukları için de çok fazla dinle alakaları yoktu.
Hapishane sürecinden bahsedebilir misiniz?
Bizim için çok zor zamanlardı. En yakın arkadaşlarımızla bile bazı şeyleri konuşamazdık. 1946’da İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girdim. “Bir şeyler yapmamız gerek,” diye düşünüp İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği’ni kurduk. O zamana kadar tek bir dernek vardı. Milli Türk Talebe Birliği. Biz 20 genç, iki gayrimüslim bir araya geldik. Hiçbir partiye bağlı değildik. Rektörlükten imza aldık. Nazım’ı kurtarmak için bireyler yapmak istedik, uğraştık fakat zaman içinde nişanlanıp evlendiğim için ayrıldım. Üniversiteyi de bıraktım. Bir gün eve gelip beni gözaltına aldılar. O zamanki taktik şuydu: Gelip alırlar, bir gün bekletirler, sonra yanlışlık oldu deyip bırakırlardı. Sonra yine geldiler, sorgulaya aldılar, istifa etmemi istediler partiden.
Hiç korktunuz mu?
Alışkındık bunlara. Okuduğumuz için bilirdik nelerle karşılaşacağımızı.
Peki, eşiniz korkar mıydı? Size hiç “yeter artık, bırak” demedi mi?
Onu çok dediler tabi ama kim dinler. Karım hiç böyle bir şey demedi.
Hep İstanbul’da mı yaşadınız?
Hep İstanbul’da oturduk. İşçi Partisi’nde (TİP) aktif olarak çalışıyordum. Seçimi kazanınca parti Ankara’ya gitmek zorunda kaldı. Ben ailemi bırakmak istemedim. Tüm borçlarımı yeni bitirmiştim; iş arıyordum. O nedenle Ankara’ya gitmem mümkün değildi.
O dönemde bir gün dolmuşta dükkâna giderken gazetede İngilizce bir iş ilanı gördüm. İngilizcem çok kuvvetli olduğu için çok dikkatli bir şekilde bir başvuru mektubu yolladım ama bir yandan da “seni almazlar, işine bak” diyorum kendime. Bir hafta sonra bir zarf geldi ve içinden doldurmam için sorularla dolu bir özgeçmiş formu çıktı. Sorulardan bir kısmı hangi partiye üyesiniz, hangi gazetelere yazdınız vb. Bunlara cevap versem beni almazlar diye düşündüm ama yine de doldurdum.
Politik görüşlerinizin iş hayatınıza olumsuz bir etkisi oldu mu?
Çok oldu. Bazı Yahudi tanıdıklarım beni görmek istemezlerdi. Bir mal götürdüğüm zaman ilgileniyormuş gibi yaparlar, birbirlerine atarlardı. O zaman anlardım ki o iş olmayacak. Çok yakın olanlar hariç fazla Yahudi arkadaşım, tanıdığım yoktu. Pesah olduğunda kimlerin arayacağını, kimlerin ziyarete geleceğini merak ederdim. Çok yakın olduklarımız hiç takmazdı, sormazlardı bile.
Başvuru mektubuna dönersek…
Her şeyi açık açık yazdım ama daha hangi şirket olduğunu bile bilmiyorum. Bu sefer beni görüşmeye çağırdılar. Gideceğim yer Pendik Veterinerlik Enstitüsü. Kalktım gittim. Beni yabancıların olduğu bölüme götürdüler. Orada Abdülkadir Tarzi adında Afgan bir adamla tanıştım. İngilizce, Fransız ve Türkçe, üç lisanda konuştuk. İlk maaşımı sordum. Diplomama uzun baktıktan sonra “En fazla 2000 TL verebiliriz” dedi. Ardından müdürle görüştüm. Ertesi gün de Malatya’ya kongreye gitmem lazım. Ankara’dan geçip öyle gideceğim Malatya’ya. Ankara’ya gideceğimi öğrendikleri zaman hemen “Birleşmiş Milletler binasına git ve orada Mr. Jones ile görüş” dediler. Oradaki müdürle görüşmeye gidince bir baktım ki bütün dosyam önünde duruyor. 21 kişi müracaat etmiş ve beni seçmişler. Konuşmaya devam ederken kâğıtlarımın arasında İşçi Partisi’nden olduğum yazısını görünce “Biz nötrüz” dedi. “Bize gelirseniz artık siyasi yazı yazamazsınız, ancak teknik konularda yazabilirsiniz,” dedi. Bana 100 TL daha verdiler ve ben üç gün sonra döneceğim deyip çıktım. Üç gün sonra döndüm ki kontratım, tayin mektubum hazır. Meğer beni çoktan işe almışlar. İki gün sonra işe başladım. Ortaklarıma “iş buldum” deyince benimle dalga geçtiler memur mu olacaksın diye.
Sabahları Kabataş’tan vapurla Üsküdar’a gider orada toplanır hep beraber Pendik’e giderdik. Akşam da aynı şekilde eve dönerdik. Saat 18.00’de evde olurdum. Karım ilk zamanlarda çok şaşırmıştı. Kendi dükkanımda eve 9’dan önce gelemezdim çünkü. Bir gün işim olduğu için saat 5’ten sonra kalmış çalışıyordum. Bir umum müdürü geldi ve kızdı bana. “Sen burayı dükkân mı zannettin? 5 oldu mu çıkacaksın,” dedi.
Daha sonra Birleşmiş Milletlere bağlı FAO (Uluslararası Gıda Örgütü) için Afrika’ya tayinim çıktı gittim. On altı yıl idari müdürü olarak görev yaptım, altı ayda bir buraya geliyordum. Dört tane Yahudi arkadaşım vardı. Onların dışında da tanıdıklarım vardı ancak geldiğim zaman sadece bir kere davet ediyorlardı. Bir daha görüşmek istemiyorlardı. Korkuyorlardı.
FAO’da her memleketin tarımı ile ilgilenip o ülkelerin talebi üzerine projeler hazırlayan bir bölümdeydim. Benim katıldığım proje Türkiye’deki koyun ve keçi hastalıkları araştırma projesiydi. Türkiye’de Osmanlı’dan beri kurulmuş laboratuarlar, veterinerler vardı. Ancak daha büyük bir proje ve finansman lazımdı. Avustralya, Yeni Zelanda yani koyun memleketlerinden veterinerler, eksperler vardı.
“DEMOKRAT PARTİ İKTİDARA GELDİĞİNDE BİR AN EVVEL KOMÜNİSTLERİ YAKALAMAK İSTEDİ”
Oğlunuz hiç politikayla ilgilendi mi?
Hayır, ama o da çok okudu; hiç engellemedim. Üniversiteden sonra,1975’te Amerika’ya master yaptmaya gitti. 1981’de işe girdi. NASA’da çalışıyor şimdi. Orada evlendi. Amerika’ya gittikten dört sene sonra onu ziyarete gittim. Birlikte kaldığı bütün arkadaşları Türk’tü. Sabah oğlum okula gitti. Ben yalnız başıma kaldım. Bir baktım salonda pijamalı bir bey oturuyor; “Amca gel bir çay içelim” diye bana seslendi. Teknik Üniversite’de profesörmüş. Sohbet edince anladım ki evde birlikte kaldığı bütün arkadaşları imam hatip mezunu. Bir rektör arkadaşı var şimdi imam hatipten, “Gününüz hayırlara vesile olsun” diye kapatıyor telefonu.
Oğlunuzun eşi Yahudi mi?
Hıristiyandı. Eşim çok hastalanınca ABD’ye onların yanına gitti tedavi için ve bir sene birlikte yaşadılar ki henüz evli değillerdi. O süre zarfında bu konuyla ilgili o kadar patırtı yapmış ki karım sonunca kızcağız bir gün “Bir Yahudi papaz bulursak evleneceğiz,” demiş. Aradan zaman geçti evlenmeye karar verdiler. Bir haham ve bir papaz bulmuşlar ve şapelde evlenecekler. Türk arkadaşları da onlara hupa kurdu. Eşim soruyor “nerede tallet atacağız” diye ama öyle bir şey yok tabi. Baktık haham siyah giyinmiş papaz da beyaz, aralarında okuyacakları duaları konuşuyorlar. Oğlumun en yakın arkadaşı Şevki törende kırılacak bardağı getirmiş onu bekliyor. Önce haham bütün duaları okudu, sonra papaz İncil’den bir şeyler okudu ve evlilikle ilgili bir konuşma yaptı. Gelinimin ismi Ruth’tur bu arada (sonradan Yahudi olanlara verilir bu isim).
Aradan zaman geçti ve gelinim “ben Yahudi olacağım” dedi. Sinagoga gitmeye başladı. Bir Şabat günü beraber gittik sinagoga. Bir baktım haham bir kadın. Elinde Tevrat tallediyle oturuyor. Alışkın olmadığım için bana çok değişik gelmişti.
Seneler geçti torunum doğdu. Şimdi 25 yaşında; adı Rachel. Torunum da Bat-mizvah yapmak istedi ve onun Bat-Mizvah yapmasından bir gün önce de annesi Yahudi oldu. Torunum da çıktı hem Tevrat’tan okudu, hem Aftara’yı okudu. Türk arkadaşları evde büyük bir yemek daveti düzenledi.
Torunum küçükken daha bağlıydı dinine ama şimdi eskisi kadar bakmıyor. Bir tek Şabat akşamları annesiyle birlikte Şabat mumunu yakıyorlar.
Siz hapse girdiğiniz zaman oğlunuzun tepkisi ne oldu?
Oğlum o zaman 4-5 aylık bebekti. O yüzden farkında değildi ama karım için çok büyük şok oldu. Demokrat Parti iktidara geldiğinde bir an evvel komünistleri yakalamak istedi. Bizim gençleri yakaladı. Aralarında Gizli Komünist Partisiyle ilişkileri olanlar vardı. Onlardan bazıları konuşunca hepimizi içeriye aldılar. Bu olaylarla alakası kalmamış kişileri bile toplamışlardı. Kolejli iki arkadaşım, Tuna ve İhsan eve gidip “merak etme biz buradayız” demişler karıma. Kazım 5000 TL vermiş karıma destek olmak için. Bütün Müslüman arkadaşlarım aramış biz buradayız diye ama akrabalarımız tanımadı bizi. Halam ortalığı velveleye vermiş.
İlk girdiğim gece bir baktım 19-20 yaşında kızlı erkekli kocaman bir grup. Aralarında en yaşlı benim. Beni orada Aziz Nesin karşıladı. O da içerdeymiş. Bizim koğuşumuz ayrıydı.
O sırada herhangi bir işkence yapmadılar ama 51’de gençler çok işkence gördü. Demokrat Parti yeni iktidara gelmişti. Hapisteyken Samet Ağaoğlu’nun kız kardeşi geldi. Gençlerin özellikle kızların aralarında partiye çok angaje olanlar, ellerinde belge olanlar vardı fakat bende hiçbir şey yoktu.
1962’de Talat Aydemir darbe girişiminde bulunduktan bir gün sonra, pazar sabahı beni ikinci kez içeri aldılar. Önce hücrelere soktular, bir saat sonra hücreleri açtılar. Bir saat sonra salona aldılar, çay kahve verdiler. Akşama doğru da gönderdiler. Ne olduğunu anlayamadık. Eve geldiğimde oğlumu çok üzgün bulmuştum.
1970’de üçüncü kez alındım. 15-16 Haziran’da İstanbul karıştı. Her yer polis kaynıyordu. Akşam iş çıkışı yabancıları evlerine bıraktıktan sonra Mehmet Ali Aybar’ın evine uğradım. O zamanlar çok sık görüşüyorduk. Sonra eve döndüm. Sabah 6’da aldılar bizi. Yine sebebi belli değil. O zaman polisin eline iki sene önce ölmüş kişilerin isimlerini bile vermişler. O kadar saçma bir durumdu. Bizi Davutpaşa’ya tıktılar. Bütün sendikacılar, DİSK oradaydı. Arkadaş arasındaydık. İki hafta kadar orada kaldık.
“AFRİKA’DAN DÖNDÜĞÜMDE BENİ EN ÇOK ETKİLEYEN GENÇLERİN TÜRKÇE KONUŞMAYA BAŞLAMASI OLDU”
Afrika’daki yaşantınızdan bahseder misiniz biraz?
Eşim benimle birlikte Afrika’ya geldi ancak rahatsızlanınca geri dönmek zorunda kaldı. Afrika’da tek başımayken ev işi, yemek yapmayı öğrendim.
On altı sene Afrika’da çalıştıktan sonra buraya gelince bocaladınız mı?
1984’te emekli olup buraya döndüm. Her altı ayda bir gidip geldiğim için olan bitenden haberim vardı. Bir de Milliyet’e aboneydim. Haftalık olarak gelirdi gazete ben de tarih sırasına göre okurdum. Döndüğümde özellikle Yahudilerde çok farklılık gördüm. Beni en çok etkileyen gençlerin Türkçe konuşmaya başlaması oldu. Ticarette de çok farklılık gördüm. Eskiden çoğunluk toptancıydı bunların ortadan kalktığını gördüm. Araştırdım durumu iyi olmayanların bir kısmının İsrail’e gittiğini, durumu iyi olanların da finans işine girdiğini öğrendim. O beni şaşırttı. Dükkân olarak bizimkilerin sayısının azaldığını ama mesela Vakko’nun ünlendiğini gördüm. Kız istemeye gidenlerin hepsi artık özellikle Vakko çikolatası alıyordu.
Genel olarak Türkiye’de çok sert değişiklikler vardı. 1980 darbesi, darbe vurdu gençliğe. Bizi şaşırtan şimdiki Gezi gibi. 1968 marşlarını şimdi bu gençler söylüyorlar.
Bugün neler yapıyorsunuz?
Emekli olup Afrika’dan Türkiye’ye döndükten sonra Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’nın kuruluş aşamasında yer aldım. Halen bu vakıfta gönüllü olarak çalışıyorum. Haziran başında Nazım Hikmet’in ölümünün 50. yıldönümü nedeniyle Hıfzı Topuz ve eşi ile birlikte davetli olarak Rusya’ya gittik. Ayrıca dünya ve Türkiye’deki eşitsizlik ve adaletsizliğe karşı verilen mücadelelere elimden geldiğince destek olmaya devam edeceğim.