Gökçeadalı Rumların hüzünlü öyküsü: RÜZGARLAR

O bir sinema yönetmeni; kendi yazdığı filmlerin yönetmeni... Aynı zamanda Akbank Kısa Film Festivali’nin koordinatörü. Ayrıca fotoğraflar çekiyor. Müthiş kareler... Selim Evci ile yaz başında vizyona giren ve mübadele dışında kalsa da Gökçeada’da politikalar sonucu ya da bazen bir bakış, bazen bir emlakçının gizli tehdidi neticesinde göçe zorlanarak gittikçe silinip yok olan Rumların durumunu belgeleyen ‘Rüzgârlar’ filmi için görüştük...

Dalia MAYA Sanat
31 Temmuz 2013 Çarşamba

Geç kalmış bir izleyici olarak ancak internetten izleyebildim filmi. Ağustos ayında filmin geçtiği Gökçeada’da (İmroz) bir taraftan adayı yaşayıp, dingin ve huzurlu temposunu ruhumda, yüreğimde hissederek izleyebilmek umuduyla, filmi bir de ondan dinlemek istedim.

Rüzgârlar... Neler taşır insanlara? Sesler, kokular elbet; ama en çok da yaşam anları, anılar. Bir ada, bir bahçe, dört duvar... Çok da anlam taşımaz kendi içinde yaşanmışlıklar olmasa. Geçmişin sevgileri, sevilenler, acılar olmasa. En çok da yarım kalmışlıklar acıtır insanın yüreğini. Veda edememek dilediğince. Terk edip gitmek, gitmeye mecbur kalmak ya da gidemeyip kalan azınlıktan olmak. İstenmeyen olduğunu bilmene rağmen kalan olmak. Giden ya da kalan yine de bağışlayan olmak gidildiği ya da kalındığı için, kendini ve diğerlerini elbet ve tabii en çok da gidişleri hazırlayanları. Tanıklık etmek, sadece bir dönemin anı kuyusunda kayda geçmek için değil ama bağışlamanın ilk adımı olarak tanıklık etmek gibi geliyor bana. Geçmişi serbest bırakıp ortak geçmişten gelen birikimi, ortak lezzetleri, toplumu oluşturan renkleri bir mozaik gibi değil de bir hamur gibi birlikte yoğrulmuş bir bütünün yeniden parçalarına ayrılmasının acısını fark ederek bağışlamak için tanıklık etmek.

Evci ve Maya


Selim Evci ise şöyle tanımlıyor tanıklık etmeyi “Tanıklık etmek somut bir şekilde meseleyi belgelemek, ortaya koymaktır. Bir taşın üzerine yazı yazmak gibi bir şey aslında. Bu filmin 20 yıl sonra da önemli olacağını düşünüyorum. Hatta 20 yıl sonra daha fazla önemi olabileceğini düşünüyorum. Bir yönüyle tabii bağışlamadır da; ama sadece bu değildir. Aslında biz üretirken bunları çok sorgulamıyoruz. Duyguların peşinden gidip hislerle ‘bu nedir’ diyerek bir üretim ortaya koymuyoruz. Artık onun tanımlanması başkası tarafından konumlanıyor. Biz sadece içimizden gelen bir şeyi açığa çıkarıyoruz.” Her şeyden önce kendisiyle barışıp kabul etmek gerek sanki yaşananları yaşandığı gibi. Ancak o zaman huzur ve umut doğar tüm acıların ardından. “Evet, umut olması önemli, ben  önemsiyorum. Yani en kötü olayın içinden bile bir sonraki adım için umut açığa çıkarmak gerekiyor. Çünkü acının üzerine ya da şiddetin üzerine şiddetle karşılık vermek yerine, bir pozitif durum yaratmak gerek. Rüzgârlar filminde öyle bir yapı kurmak istedik. Orada bir umut ışığı, bir huzur, dinginlik olsun, bir propaganda filmine dönüşmesin istedik; çünkü bu tür konular çok hassas burada, hiç bir devleti hiç bir şeyi öne çıkarmadan, insan merkezli sadece insan üzerinden hikâyeyi anlatmaya çalıştık.”

Rüzgâr, sesleri taşıdığı gibi sessizliği de taşır duymak isteyene. Sessizliğin içinde saklıdır dile gelemeyenler. Geçmişin yaşanmışlıklarının geleceği şekillendirdiği bir sonsuz yaşam sunar sessizlikte insana. Terkedilmiş evlerin kaderi de insanın kaderini yansıtır izleyene. 
“Gerçekten Gökçeada’nın karakterini yansıtan bir film olduğunu düşünüyorum Rüzgârlar’ın. Doğrusu bu filmde biz Gökçeada’yı da rüzgârıyla, sesiyle, dalgasıyla bir karaktere dönüştürmeyi önemsedik. Çok güzel bir ada; şelalesi, ovası, nehri, dağı ile müthiş bir ada. Tatlı suyu var, kendine yeten su kaynakları var ama nedense bir baraj yapılmış adanın ortasına. Bu da tabii istimlak edebilme bahaneleri. Oradaki halkı göçe zorlama aşamasında öyle anlamsız bir barajı var.”

Ama insanı az...
“Keşke az olmasaymış. Keşke 1960’ların sonuna kadar o süregelen renkli yaşam devam edebilseymiş; çünkü altmışların sonuna kadar adada 9.000 Rum nüfusu varmış. Daha sonra şu anki duruma doğru ilerleme olmuş. Şu anda 100-150 civarında yaşlı Rum yaşıyor sadece. Keşke o boş evlerde dolu dolu hayatlar olsaymış. Ama gidince zaten o soruyu soruyorsunuz:  Nerede bu insanlar?”

Bir yaşanmışlıklar hikâyesi var filmde ama aynı zamanda yok gibi de...  Hissettiriliyor ama çok da net anlatılmıyor. Geçmişi bilmeyen merak ediyor ne olmuş orada, neler yaşanmış acaba diye...

“Evet, genel olarak zaten filmlerde biraz seyirciyi çekebilmek isterim içeri.  Öyle filmler yapıyorum. İzliyorsa, biraz kafa yoracak. Ne oluyor, ne bitiyor, neden bunu gösterdi gibi sorular üzerine düşünecek.  Öyle seyirciyi seviyorum, çünkü ben öyle filmleri seviyorum.”

Gökçeada (İmroz) ve Rumların doğup büyüdükleri topraklarını mübadele sonrası terk etmelerinin hikâyesini Rum Madam Styliani’nin ağzından kaydeden film sesçisi Murat’ın aracılığıyla öğreniyoruz. Aynı zamanda Madam Styliani’nin ölümünün ardından çocukluğunun anıları ile yüzleşmek, geride bıraktıklarını anlamak ve işlerini halletmek için adaya gelen torunu Eleni’nin sorgulamalarında ve çıkmazında dinlesek de olan biteni, düşüncelerimiz kişisel yaşanmışlıklarımıza ve dünyanın herhangi bir yerinde yaşanmak zorunda kalınmış göçlere taşır bizi.  Özel olan geneldir de aynı zamanda. Bu yüzden reddeder filmin yönetmeni Selim Evci tüm kimlikleri: ”Türkiye’de o kadar çok azınlık var ki… Herkes azınlık, herkes öteki. Bu sebeple hepsini reddediyorum. Kimliklerin hepsi birer problem; renk, din, ırk; tüm o renkleri reddedip insanı sadece insan olarak görüyorum.  Reddetmek bu anlamda, bütün renklerin yok olup yerini bütünleşmeye, kapsamaya, hepsini bir daire içine toplamaya bırakıyor.

Murat çok net veriyor mesajını son konuşmasında, ama kimse yok onu dinleyen o sırada...

“O da biraz aslında gerçekle bağlıyor filmi; çünkü bu tür şeyler maalesef çok yankı almıyor. Tanıklıkları ortaya koyan bir sergi açılsa da kimsenin haberi olmuyor.”

***

Her anını doya doya içine çeke çeke izliyor insan ‘Rüzgarlar’ı.  Eleni’nin çocukluğunun geçtiği evin merdivenlerinde her çıktığı basamağı, zihninden geçen tüm anıları kendi de bir yandan tahmin eder gibi tek tek çıkıyor izleyici. Eline alıp da baktığı her küçük eşya sanki izleyicinin yaşamında derin izler bırakmış bir anı.  Ağır ilerleyen bir film; ancak ilk başta rahatsız eden bu yavaşlığa seyirci giderek uyum sağlıyor ve sonrasında filmin önerdiği dinginliği kendi içinde de hissetmeye başlıyor. Hızlı kent yaşamının ortasında ruhumuzun doğal dengesini bulabilmesi için ada havasını, seyrettiğimiz salona taşıyan bir antidot. “Zaten algı yavaşladıkça açılır, yaratıcılık o zaman açığa çıkar” diye tanımlıyor bu durumu Selim Evci, “ben tüm senaryolarımı doğada yazarım”. 


TÜRKİYE’DE SİNEMA

“Böyle filmler işte maalesef çok direnemiyor salonlarda. Biz yine üç hafta falan şans bulabildik. Hiç şans bulamayan o kadar iyi film var ki! Ancak adres gösterildiği zaman  seyirci gidiyor.  Biz mesela Levent Kültür Merkezi’nde Beşiktaş Belediyesi ile birlikte ve Feriye’de bir etkinlik yapıyoruz, ‘Yeni Sinema Etkinliği’ diye, adres olunca insanlar oraya gidiyorlar; ama normal rutin gösterilerin içinde bu tip filmleri yakalamıyorlar. O yüzden bence adres sinemaları olması lazım. Bu sinema hep bu tip filmleri gösteriyor diye bilinirse, bunu arayan seyirci oraya gidecektir.

Seyirci var aslında, ama bu tip filmlerin izleyicisi ticari sinemalara gitmiyorlar. Çünkü oraları gençlerin patlamış mısır yedikleri, hızlı film izledikleri bir alan olarak sıkıştı.  Bu tür filmleri ancak festivallerde, DVD’sinden yakalayıp izlemek mümkün. Yurt dışında bu tür filmler için özel sinema salonları var. Fransa’da mesela sadece belgesel filmler gösteren salonlar var. Seyirci biliyor orada sadece belgesel seyredeceğini.  Türkiye’de ise bir sinematek bile yok. Biz Yeni Sinema Hareketi ile bir şeyler yapıyoruz. Aslında nabzı yokluyoruz. Belediyelere bu tip etkinlikler için çağrı yapıyoruz. Şimdi SETEM (Sinema ve Televizyon Eseri sahipleri Meslek Birliği) Şişli’de 80 kişilik bir salon açtı; zaten mecburen alternatif bir mecra oluşacak, ama şu an için her aşamada çok zorluklar var. Çünkü bir sinema kanunu yok.”