66. Cannes Film Festivali’nin dört kötü yarışma filmi ve ödülsüz kalan üç iyi filmiyle festival defterini kapıyoruz
Festival ile ilgili bu son yazımızda, yarışmanın düş kırıklığı yaratan ve Cannes’dan eli boş ayrılan dört filminden bahsedeceğiz. Festivale son dakikada dâhil edilen, Jim Jarmush’un romantik ve uçuk vampir öyküsünün, Japon Takashi Miike’nin asla inandırıcı olamayan çılgın tempolu polisiyesinin, ‘Michael Kohlhaas’ın gereksiz 4. Sinema versiyonunun, Çad’lı Haroun’un zayıf filminin ortak noktası tümünün de kötü oluşuydu. François Ozon burjuvaziyi eleştirmeyi sürdürürken, Valeria Bruni- Tedeschi otobiyografik bir öykü sunarken, Sophia Copolla, yaşanmış bir olaydan yola çıkarken yaptıkları filmler ise tatminkârdı. Cannes Notları kırmızı halıdan bahsediyor.
Yedi filmle ilgili kısa tespitlerle bu yılki Cannes defterini kapıyoruz.
CANNES’IN KÖTÜLERİNDEN BİR DEMET
Festivalin başlamasına sayılı günler kalmışken, çok lazımmış gibi, Jim Jarmush’un filminin yarışmaya alındığı ilan edildi. Böylece evvelce ilan edilmiş 19 filmin yanına ‘Yalnız Âşıklar Canlı kalır/Only Lovers Left Alive’ 20. film olarak katıldı.
Tesadüf bu ya film de Jarmush’un kariyerindeki 20. film. Bu romantik ve uçuk vampir hikayesinde, asırlardır birbirlerine aşık olan underground müzisyeni Adam(Tom Hiddleston) ile enigmatik sevgilisi Eve(Tilda Swinston)’ın izleyiciyi sıkıntıdan patlatan serüvenini izledik.
Adam, yalnız depresyonda ve yorgun olduğunda sevgilisi ile birleşiyor. Ancak aşkları denetlenemez bir vahşilikteki ve en az onlar kadar çılgın olan kızkardeşi Ava (Mia) tarafından engelleniyor.
Detroit’te başlayıp, Tanca’nın egzotik bir mahallesinde noktalanan filmin iki saati aşan süresinde, klostrofobik atmosferli filmi çılgınca ıslıkladık.
Jarmush’un Cannes’daki prestiji, 1984’te ‘Strangers than Paradise’ın Altın Kamera, 1993’te ‘Coffee and Cigarettes’in Kısa Metraj Altın Palmiye, 2005’te ‘Broken Flowers’ın Büyük Jüri Ödülü almasından ileri geliyor.
66. Festival’in düş kırıklığı yaratan bir yönetmeni de, şiddet, aksiyon ve estetik ustası Japon Takashi Miike idi. Dur durak bilmeden arabayla, trenle, uçakla yapılan bir insan avında, Miike çılgın tempolu bir polisiye öykü anlatıyor.
Küçük kızını öldürdüğü bir milyarder başına 1 milyar yenlik bir ödül koyunca, bütün ülke çocuk katili bir genç adamın peşine düşüyor. Polisin katili yakalaması işleri değiştirmiyor, ödülün büyüklüğü yozlaşmış polis teşkilatının iştahını kabartıyor.
Sayısız arabanın, trenin, helikopterin tahrip olduğu bu cehennem kovalamacası finaliyle bir şehir westernine dönüşüyor ama zerre kadar inandırıcı olamıyor.
52 yaşındaki Fransız senaryo yazarı- yönetmen Arnaud Des Pallieres, ilk filmi ‘Drancy Avenir’de(1996’da Paris ve banliyösünde) II.Dünya Savaşı sırasındaki Yahudi katliamının izlerini sürmüştü. ‘Elveda/Adieu’de(2004)’ göçmenlere karşı kayıtsız ve vicdansız davranan ülkesi Fransa’yı eleştiren Des Pallieres, bu yılki festivalde ‘Michael Kohlhaas’ ile yarıştı.
Evvelce beyaz perdeye üç kez aktarılmış Heinrich Van Kleist’in bu tarihi dramasını, yönetmenin tekrar ele almasına anlam veremedik.
Yine Cannes’da yarışan Volker Schlöndorff ustanın ‘Michael Kohlhaas’ını(1969) izleyen bir insan olarak hiçbir yenilik getirmeyen, özelliği olmayan bu filmi iki saati aşan süresinde sıkıntıyla izledim.
Cannes’da geçen yıl, ‘Av’ filmiyle En iyi Erkek Oyuncu seçilen Mads Mikkelsen’in, İsviçreli karizmatik aktör Bruno Ganz’ın çabaları filmi kurtaramıyor. Hele usta İspanyol aktör Sergi Lopez, iki dakikalık bir rolü nasıl kabul etmiş, insanın aklı almıyor.
Kötü yarışma filmlerinin sonuncusu, üç yıl önce Cannes’da Jüri Ödülü kazanan Mahamat-Saleh Haroun’un ‘Gri Gri’siydi. Eski yüzme şampiyonu 60’lık bir adamın oğlu için yaptığı fedakârlığı ve fakirlikle mücadelesini anlatan ‘L’homme Qui Crie’, Çad’ın Cannes’da yarışan ilk filmiydi.
2006’da ‘Daract’ ile Venedik’te Jüri Büyük Ödülü kazanan 2011’de Cannes’da jüri üyeliği yapan Haroun, ‘Gri Gri’de dansçı olmayı hayal eden, bir bacağı felçli bir adamın, akrabasının ameliyatı için gereken paranın temini için petrol kaçakçısı bir çetede çalışmaya başlamasını anlatıyor.
ÜÇ USTALIK GÖSTERİSİ
Kötü filmleri bitirdik. Şimdi iyilere geçelim. Fransız genç kuşak yönetmenlerinin en iyisi François Ozon, ‘Havuz/Swimming Pool’dan 10 yıl sonra, ‘Genç ve Güzel/Jeune et Jolie’ ile Cannes’a dönüş yaptı.
Dört mevsimde, dört şarkı ile 17 yaşındaki gizemli bir genç kızın portresini çizdiği filmde Ozon, Luis Bunuel klasiği (Catherine Deneuve’lü) ‘Gündüz Güzeli/Belle de Jour’dan 46 yıl sonra, keyfi için fahişelik yapan bir genç kızın cinsellikle imtihanını anlatıyor.
İlk cinsel tecrübesini yaşadıktan sonra, ailesinin tüm taleplerini karşıladığı, paraya ihtiyacı olmayan, sebepsiz yere fahişeliğe yönelen, çok güzel bir kızın üzerinden Ozon burjuvaziyi eleştirmeyi sürdürürken, hayranlarını düş kırıklığına uğratmıyor.
Güzelliği ve tebessümü ile perdeyi aydınlatan mankenlikten sinemaya geçme Marina Vacth istikbal vaat eden bir aktris. Philippe Rambi, içinden sözleri konuya uygun müthiş dört şarkı geçen müziğiyle izleyicilere nefis bir işitsel şölen sunuyor.
Sophia Copolla, ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünün açılışını yapan, ‘The Bling Ring’de 2000’li yılların sonlarında Los Angeles’te bir grup yeni yetmenin, şöhretlerin evini soymak için kurdukları çetenin vukuatlarını anlatıyor. Tümü varlıklı ailelere mensup olan, eğitimli gençler, hayranı oldukları şöhretler gibi giyinebilmek ve bazen çaldıkları eşyaları satmak için, seyahate çıkan ünlüleri takibe alıp, evlerine gizlice girip, soygunları gerçekleştiriyorlar.
Capolla’nın eğlendirici bir sinema diliyle anlattığı, içlerinde Paris Hilton, Orlando Bloom’un da dâhil olduğu şöhretlerin evlerine sızma öyküsü, sinemaya İsrael Broussard adlı genç bir istidadı kazandırıyor.
Torino doğumlu, Yahudi asıllı Fransız sinema oyuncusu-müzisyen-senaryo yazarı-yönetmen Valeria Bruni-Tedeschi ‘İtalya’da Bir Şato/Un Chateau En İtalie’ ile Cannes’ın tek kadın yönetmeni olarak yarıştı. Kendi yaşam öyküsünden yararlanarak, Naomie Lvovsky ile yazdığı senaryoda Tedeschi, İtalyan burjuvazisine ait sanayici bir ailenin öyküsünü anlatıyor. Yolları kesişen bir genç ile aşkının başlangıcını, ölümü bekleyen hasta erkek kardeşi ve annesiyle olan ilişkilerini, samimi ve duygusal bir tonla anlatıyor. Bu otobiyografik filmde, Tedeschi, Nicholas Sarkozy ile evli olan kızkardeşi Carla’dan hiç bahsetmiyor. Sevgilisi Nathan rolünü Louis Garrel’e vermesi filmin tadını bozuyor. Kasıntı aktör, gözüktüğü her sahneyi berbat etmede eşsiz bir hünere sahip.
CANNES NOTLARI
Cannes defterini kırmızı halının ünlüleri ile noktalayalım. Kırmızı halıda göremediklerimizi ertesi sabah GALA ve FİLM FRANÇAİS mecmualarının ve NİCE MATİN gazetesinin sosyete sayfalarından aktaralım. Ladies First: Rita Hayward’ın varisi, kızıl saçlı afet Jessica Chastain, Hollywood’un yükselen yıldızı olarak, yıllardır yarışma filmlerinin baş aktrisi olarak Cannes’a geliyor. Birinde sarışın (The Great Gatsby) diğerinde siyah saçlı (İnside Llewyn Davis) oynadığı iki filmle kırmızı halıdan iki kez geçen Carey Mulligan, Fransız ve Amerikan filmlerinin aranan İngiliz oyuncusu Kristin Scott Thomas, Jim Jarmush’un vampiri, vatandaşı Tilda Swinton, zerafetleriyle parladılar.
François Ozon’un ‘Genç ve Güzel’inde fahişeyi canlandıran, ‘Gündüz Güzeli’ eski manken Marine Watch’ın Cannes’a ilk gelişiydi. Ama 66. Festival’in bu keşfini önümüzdeki yıllarda Festival Sarayı’nın kırmızı halılı merdivenlerini çıkarken çok rastlayacağız.
Kocası Roman Polanski’nin filminde ‘Kürklü Venüs’ü oynayan Emmanuelle Seigner yine kocası Guillaume Canet’in ‘Blood Ties’ında oynayan Marion Cotillard kırmızı halının orta yaş güzelleriydi. Oscar’lı aktris Cotillard yarışma filmi ‘Göçmen’in başoyuncusu olarak yönetmen James Gray’in kollarında galaya geldi.
Açılış Galası’nın seremonisini sunan Fransız aktris Audrey Tatou gece boyunca ilgi odağı oldu. Jüri heyetinin süper starı Nicole Kidman, her gece ayrı bir tuvaletle karizmatik yönetmen jüri üyeleri İngiliz Lynne Ramsay ile Japon Naomi Kawase Festival Sarayı’nın merdivenlerini en çok aşındıranlar arasındaydı.
Coppola ailesinin medarı iftiharı, Oscar’lı Sophia Coppola, ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünün açılışını yapan ‘The Bling Ring’ için geldiği Cannes’da kırmızı halının gözdesiydi.
Piyanist Liberace’nin hayatını anlatan ‘Behind The Candalebra’nın olay yaratan üçlüsü, Michael Douglas-Matt Demon-Robe Lowe, Oscar’lı filmlerin aranan aktörü, yıldızı Hollywood’da süratle yükselen Jeremy Renner, fenomen oyuncu Joaquin Phoenix, Cannes’da son yılların olmazsa olmazı Ryan Gasling, Cannes’ın geçen yıl En İyi Erkek Oyuncu Ödüllüsü, Danimarkalı dev yapılı Mads Mikkalsen, iki yarışma filminin oyuncusu Fransız Mathieu Amalric, kırmızı halının yakışıklıları arasındaydı.
Şimdi erkekler: Hollywood’un en yakışıklısı Leonardo di Caprio (yeni Gatsby) kendisine çok yakışan tebessümüyle, Puerto Rico doğumlu, Akademi Ödüllü Benicio del Toro, kimilerine göre sinemanın en yakışıklısı, İngiliz aktör Clive Owen, jilet gibi smokinlerin içinde, foto muhabirlerinin poz vermeleri için en çok durdurulan kırmızı halı müdavimleriydi.