İsrailli yönetmen Yaron Zilberman’ın ‘SON KONSER’i temmuz filmlerine damgasını vurdu
25. yıldönümleri için verecekleri konsere hazırlanan bir klasik müzik dörtlüsünün öyküsünü anlatan ‘Son Konser’ dozunda bir duyarlılık içeren, nostaljik tatlar barındıran sinema diliyle, başarılı müzik seçimleriyle, çalgıcı kahramanlarının derinlikli portrelerini çizen usta işi senaryosuyla, dokunaklı finaliyle, ayın öne çıkan filmi oldu. Çizgi dışı Fransız yönetmen Bruno Dumont’un ‘Camille Claudel 1915’inden akla kalan tek olumlu anı ise, yüzüne yapışan hüzün, acı ve yeis maskesi ile Juliette Binoche oluyor
Temmuz ayının tamamını İstanbul dışında geçirdim. Önümüzdeki sinema sezonunda vizyona girecek, Cannes Film Festivali’nde izlediğim filmler hızır gibi yetişti. Bu sayfayı boş bırakmamak için, ikişer filme ilaveten Cannes’in perde arkası olaylarını yansıtan beş yazı yazdım seyahat öncesi. Zira temmuz ayında beş çarşamba vardı. Yazı işlerindeki arkadaşlarım sağ olsunlar yazılarımı kuyumcu titizliğiyle dizip, fotoğraflandırdılar ve sayfalara yerleştirdiler.
Anlayacağımız Ege’nin iki yakasında geçirdiğim tatil boyunca gözüm arkada kalmadı. Bayram arifesinde gazetenin dağıtım sorunu yüzünden çıkmaması işime yaradı. Eski defterleri karıştırıp, İstanbul Film Festivali’nde izlediğim, yeni vizyon filmleri ile bayram sonrası okuyacağınız bu yazıyı derledim. Son haftalarda vizyona giren sayısız film içinde en önemlilerinden biri şüphesiz ki İsrailli senarist-yönetmen Yaron Zilberman’ın ABD’de çevirdiği ‘Son Konser/ A Late Quartet’.
Fransız sinemasının iki aykırı yönetmeni Bruno Dumont ile Leos Carax’ın son filmleri, vizyona girdikleri temmuz ayının sanat hayatına damgasını vurdular.
Juliette Binoche’ın olağanüstü bir performans ile canlandırdığı heykeltıraş Camille Claudel’in akıl hastanesinde iki yılını anlatan ‘Camille Claudel 1915’ Bruno Dumont’un alışılagelmiş filmlerinden biri değildi.
Fransız sinemasının dahi çocuğu Leos Carax’ın 13 yıllık bir suskunluk döneminin ardından sinemaya dönüş yaptığı ‘Kutsal Motorlar/ Holy Motors’, her zaman olduğu gibi izleyicileri ikiye böldü.
Fransızların en Amerikalısı Julie Delpy, biri yönetmen-oyuncu (New York’ta 2 Gün) diğeri oyuncu olarak yer aldığı, Richard Linklater’ın ‘Geceyarısından Önce’si eleştirmenlerin övgüsünü aldı.
Eleştirmenleri düş kırıklığına uğratan film, Meksikalı dahi yönetmen Guillermo Del Toro’nun ‘Pasifik Savaşı/Pacific Rim’ oldu.
Temmuz ayı, macera filmlerinden hoşlanan sinemaseverlere keyifli bir şölen sundu. James Mangold’un Hugh Jackman ile devam filmi ‘Wolverine’, Gore Verbinski’nin, Johnny Depp’li avantür-komedisi ‘Maskeli Süvari/The Lone Ranger’i Hollywood’un felâket tellalı Roland Emmerich’in ‘Beyaz Saray Düştü/White House Down’u, M. Night Shyamalan’ın düşüşe geçtiğini belgeleyen ‘Dünya Yeni Bir Başlangıç/After Earth’ bilimkurgusu, Finli Baltasar Kormakur’un ‘Zorlu İkili/2 Guns’ı ayın ilgi çeken avantür filmleriydi. Müzikli filmlerin Fransız ustası Xavier Giannoli’nin Kad Merad’lı ‘Superstar’ı ayın kaliteli komedi filmiydi. İlk filmi ‘Yasak Bölge/District 9’ ile hayranlığımızı kazanan Neil Blomkamp’ın ‘Yeni Cennet/Elysium’ bilimkurgusu yaz sezonunun en iyisi olmaya aday.
Bu müthiş filmin eleştirisini gelecek haftaya bırakıyoruz. Şimdi son 1,5 ayın ilginç filmleri arasında bir geziye çıkalım.
GERÇEK MÜZİK ŞÖLENİ
İsrailli senarist-yönetmen Yaron Zilberman, ‘Son Konser/A Late Quartet’te, 25. yıldönümleri için verecekleri konsere hazırlanan bir klasik müzik dörtlüsünün öyküsünü anlatıyor. İsrail’de doğan, askerliğini yaptıktan sonra New-York’a göç eden ailesine katılan, burada tahsilini sürdüren, 1930’larda Nazi zulmuna uğrayan Viyanalı Yahudi şampiyon kadın yüzücünün öyküsünü anlatan, çeşitli ödüller kazanan ‘Watermarks’ adlı belgeseliyle adını duyuran Yaron Zilberman, ilk ustalık sınavını ‘Son Konser’ ile veriyor.
Bu ilk uzun metrajlı filminde Zilberman, dozunda bir duyarlılık içeren anlatımıyla, başarılı müzik seçimleriyle, çalgıcı kahramanlarının derinlikli portrelerini çizen usta işi senaryosuyla, sekiz dakikalık dokunaklı finaliyle, nostaljik tatlar içeren sinema diliyle tam not alıyor.
Melomanlara gerçek bir müzik ziyafeti sunan film, dünyaca ünlü, çeyrek yüzyıldır birlikte çalışmış, çıktıkları turnelerde üç bini aşkın konserle oda müziği tutkunu hayranlarını mest etmiş, iki keman, çello ve viyoladan oluşan, ünlü ve saygın Fugue Yaylı Çalgılar Dörtlüsü’nün hikâyesini anlatıyor.
Filmin merkezinde Beethoven’in yedi bölümden oluşan, 40 dakika uzunluğundaki eseri (Yaylılar için Opus 131)’i var.
Senaryosunu Seth Grossman ile birlikte yazan Zilberman’ın Fugue Dörtlüsü tamamen kurmaca ve hayali.
Yakın zamanda yitirdiği Mezzo Soprano karısının acısını içine gömmüş, dörtlünün en yaşlı üyesi ve temel direği olan çellocu Peter’in (Christopher Walken) Parkinson tanısı konmasıyla gruptan ayrılacağını bildirmesi grubun dengesini bozar.
Dörtlünün beyni olmak isteyen, hırslı ve gözü dışarıda ikinci kemancısı Robert’la (Philip Seymour Hoffman) yıllar önce Alexandra’ya hamile kaldığı için evlenmek zorunda kalan viyolacı Juliette de (Catherine Keener) gruptan ayrılmak ister.
Keman dersi verdiği Alexandra’ya (Imogene Poots) tutulan ve karşılık gören, grubun Juillard diplomalı yıldız birinci kemancısı Daniel (Mark Ivanir) işleri zorlaştırır. Bastırılmış duygular, çarpışan egolar, kontrolden çıkmış tutkular, yıllardır süregelen dostluk ve uyumu tehdit etmeye başlar.
MÜTHİŞ OYUNCU KADROSU
Müzisyenler bütün bu sorunları çözüp birbirlerini korumak ile sonsuza dek ayrılmak arasında seçim yapmak zorundadır. Dünyaca tanınmış virtüöz Casals’la olan anılarını öğrencilerine aktaran, Parkinson hastalığını olgunlukla karşılayan, aklıselimin temsilcisi yaşlı çellocu Peter düğümün çözülmesinde başrolü oynayacaktır.
Bu rolde, Hollywood’un eski tüfeklerinden, çok güzel yaşlanan, yılların Christopher Walken’i harikalar yaratırken, diğer rolleri paylaşanlar da döktürüyorlar.
İkinci keman Robert’in genç bir Flamenko dansözüyle yaptığı kaçamakta, karısı Juliette’e yakalanması, kızı Alexandra’nın yaşlı hocası Daniel’e âşık olması, durumu güçlendirirken, Philip Seymour Hoffman ve bağımsızların kraliçesi Catherine Keener (karı-kocada), genç istidat Imogene Poots(kızları rolünde) oyun güçleri ile parlıyorlar.
Birinci kemanı oynayan İsrailli aktör Mark Ivanir’i ise ben pek tutmadım. Yaron Zilberman filmi için: “Uzun zaman geçtikçe farklı biçimlerde değiştiğimiz için kaçınılmaz bir biçimde suçlanan ve sürekli olarak emek ve özenle ince ayar isteyen uzun ilişkiler için Opus 131’in mükemmel bir metafor teşkil ettiğini düşünüyorum,” diyor.
KADIN HEYKELTIRAŞIN YAZGISI
Genellikle tanınmamış oyuncularla, hatta amatörlerle yaptığı ‘İnsanlık/Humanite’ (1993), ‘İsa’nın Hayatı/ La Vie de Jesus’ (1997), ‘Flanders’ (2006) gibi başyapıtlarından tanıdığımız, 55 yaşındaki, çizgi dışı Fransız yönetmen Bruno Dumont, konu sıkıntısı çekmiş olacak ki, evvelce (Bruno Nuytten tarafından) anlatılmış Camille Claudel’in öyküsünü tekrar ele alıyor.
Bu kez başrolü Juliette Binoche gibi bir yıldıza teslim ettiği filmde sansasyon yok, alışık olduğumuz Dumont atmosferi (ve kışkırtıcılığı) yok, gayet minimal bir üslup var. Gelmiş geçmiş en yetenekli kadın heykeltıraşlarından birinin, kapatıldığı akıl hastanesinde yaşadığı içsel karmaşayı, katı yürekli yazar kardeşi Paul Claudel’in soğukluğunu izlediğimiz filmde, Camille Claudel’in sanat eserleri, hayırsız âşık ve rakip Rodin yok.
Usta kameraman Bruno Nuytten’in 1988 tarihli ilk yönetmenlik denemesi ‘Camille Claudel’de Isabelle Adjani’nin karşısında (Düşünen Adam’ın yaratıcısı Rodin rolünde) Gerard Depardieu’yü izlemiştik
1905’ten itibaren hayatının son 30 yılını akıl hastanesinde geçiren, 1915’te iki yıldır kapatıldığı Neuilly-sur Marne’daki tımarhanede yazar kardeşi Paul Claudel’in seyrek ziyaretlerini bekleyerek geçiren paranoyak dahi sanatçı Camille Claudel’in insanın içini acıtan öyküsünü izliyoruz. Filmden akılda kalan tek olumlu anı, yüzüne yapışan hüzün, acı ve yeis maskesi ile Juliette Binoche olacak.