Geçen yazımızda başladığımız tiyatro mevsiminin muhasebesine, bıraktığımız yerden devam ediyoruz.
Ufuk Tan Altunkaya’dan farklı projeler
Mekân Artı’da sezonun açılış oyunu, Ufuk Tan Altunkaya’nın Sofokles’in özgün metninden yola çıkarak ve Brecht, Camus, Kundera ve M.Birgin gibi yazarların da metinlerinden faydalanarak yeniden yazdığı ve sahneye koyduğu Ödipus’du.
Tiyatro Artı’nın klasik metinlerle denemeler yapmak adına geliştirdiği projenin ilk ayağı olan Ödipus, Ufuk Tan Altunkaya’nın yıllardır üzerinde çalışmakta olduğu bir projeydi. Kader ekseni üzerinden farklı oyunculuk yöntemlerinin, farklı sahneleme anlayışları ve tekniklerinin denendiği, klasik tragedyanın yanında paralel bir kurguyla günümüze göndermelerin de yer aldığı bu çalışma, klasik metnin neredeyse bire bir kullanılarak, büyük bir başarıyla güncelleştirilmesiye alkışlanmaya değerdi. Modern yazarların metinleri ile oluşturulan ara oyunlar asıl metne başarıyla yedirilmiş, klasik tragedya ile bağdaştırılarak çarpıcı bir bütünlük elde edilmişti. Bu son derece ilginç çalışma, başarılı sahnelenmesi ve üst düzey oyunculuklarına rağmen, ne yazık ki hak ettiği ilgiyi bulamayarak gösterimde çok kısa bir süre kalmıştı.
Buna karşın, 90’lı yıllardaki gözaltı kayıpları ve insan hakları ihlâlleri ile, otoritenin insanı nasıl dönüştürebileceğini ve ne şekilde yok edebileceğini vurgulayan Bizde Yok, ilk kez izleyici karşısına çıktığı 18. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nden mevsim sonuna kapalı gişe oynadı. Esir alınma, esir olma ve otorite-güç-kurban üçlüsü üzerinden bir yandan nasıl uyutulduğumuzu ve pasiŞze edildiğimizi anlatırken, diğer yandan da, neredeyse yanıbaşımızda oluşan, ama hep başkalarının başına gelen o dehşet verici olayların karşısındaki umursamazlığımızı ve duyarsızlığımızı tokat gibi yüzümüze vuran Bizde Yok’un yazar-yönetmeni Ufuk Tan Altunkaya, metnin tamamını gerçek tanıklıklar üzerine kurmuş, özellikle Cumartesi Anneleri bölümünü doğrudan o annelerin sözlerinden kurgulamıştı.
Tiyatro Artı’nın sahnelediği üçüncü oyun, İsviçre’nin önde gelen yazarlarından Lukas Bärfuss’un 2003’de yazdığı ünlü oyunu “Die sexuellen Neurosen unserer Eltern” / Anne ve Babalar için Cinsel Bozukluklar Rehberi”ydi. Bärfuss’un oyunu, çocukluğundan beri kendisini ve etrafını kontrol edilemez duygu patlamalarından korumak ve ‘normal’ bir yaşam sürdürmesini sağlamak için ilaçlarla baskı altına alınan ve yaşamını uyuşuk bir halde sürdüren zihinsel sorunlu Dora’nın annesinin, kızının gerçek kişiliğini öğrenebilmek için, ergenliğe girdiğinde ilaç kullanımını durdurmasına, dizginlerinden kurtulan genç kızın yaşama büyük bir açlıkla sarılarak kendi özgür iradesini oluşturmasına ve tutkuyla cinselliği keşfetmesine odaklanıyordu. Dora’nın cinselliğe doğal ve neredeyse hayvani bir açlıkla sarılması, etrafındaki yetişkinlerin ikiyüzlülüğüne, suçluluk duygusuyla çırpınan annesinin ve sözde liberal babasının kırılgan evliliklerine, onu şu veya bu şekilde sömüren manav patronundan, içten pazarlıklı ‘iyi adam’ seyyar satıcıya çiğ bir ışık tutuyordu.
Masal türünün anlatı tiyatrosu olarak yorumlandığı Şahmeran’ın Bacakları
Mevsim sonunda prömiyerini yapan, Ufuk Tan Altunkaya’nın Murathan Mungan’ın aynı adlı öyküsünden sahneye uyarladığı, geleneksel anlatım ile masal türünün bir anlatı tiyatrosu olarak yorumlandığı “Şahmeran’ın Bacakları” , genç kuşağın en önemli birkaç yazarından biri olduğuna inandığım yönetmenin, tüm bilgi duygu ve yeteneğini, üstelik ilk kez kendisine ait olmayan bir metnin hizmetine nasıl da coşkuyla verdiğinin heyecan verici göstergesiydi. Önümüzdeki sezonun olmazsa olmazlarından...
Altıdan Sonra Tiyatro, 2011’de başlayan ve aynı tiyatro mekânında (kumbaracı50) geçen üç ayrı oyundan oluşan “kumbaracı50 üçlemesi” ni sahnelenmeye devam ederken, 2010’da Uluslararası Tiyatro Bienali’ne katıldıkları İkiye Bölünen Vikont’dan beri ilk kez topluluğun kurucu ekibinin neredeyse tamamı, Yiğit Sertdemir’in yazıp yönettiği ve dekor tasarımını yüklendiği ‘Katilcilik’ oyununda tekrar aynı sahneyi paylaşmıştı. İnternet üzerinde tanışan ve buluşmaya karar veren üç kadının içki içip “doğruluk mu cesaret mi” oynadıkları “kızlar gecesi”ndeki bir “olay” üzerinden, izleyiciyi kendi korkuları, doğruları ve cesareti ile yüzleşmeye çağıran ‘Katilcilik’, artık olgunluk dönemine girmiş bir yazarın elinden çıkan, oyun yazmak, mekân oluşturmak, sahneye koymak konularında tez konusu olacak kadar önemli bir tiyatro dersiydi.
Sokakta tiyatro
Altıdan Sonra Tiyatro’nun Alman tiyatro topluluğu Lokstoff! ile gerçekleştirdiği ortak yapımın İstanbul ayağı ‘Yokuş Aşağı Emanetler’de, kentsel dönüşüm kapsamında, yaşadıkları mekânların anahtarlarını teslim edip İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalanlarla özdeşleştirilen ve yaşamlarına devam edecekleri yere nakledilmek üzere toplanan seyirciler, Kumbaracı Yokuşu’nda başlayıp, yokuş aşağı yol alarak Kumbaracı50 sahnesinde sona erecek bir yolculuğa çıkarılıyorlardı. Tam olarak ‘sokak tiyatrosu’ değil de kulaklıklı ve biletli oluşu ile ‘sokakta tiyatro’ olan bu benzersiz gösteride izleyicilerin tanık oldukları, hatırlanmak için hikâyelerini emanet olarak geridekilere bırakan karakterlerin öyküleri, ‘Sofranız Şen Olsun’ adlı yemek kitabının yazarı Takuhi Tovmasyan’dan, şiirleri geri dönüşüm işçilerinin dergisi KATIK’da basılan atık kâğıt toplayıcısına, kapısı kaynakla kapatılınca evine pencereye dayadığı medivenle giren kadından, anahtar toplayıcısının ‘piyanist’ hikâyesine, hepsi yaşanmış olaylardan alınmıştı. Hava şartlarına bağlı olarak sonbaharda ve ilkbaharda sahnelenebilen ‘Emanetler’ önümüzdeki sezon devam edecek. Kaçıranlar ve bir kez daha katılmak isteyeceklerin bilgilerine...
6 Üstü Oyun projesinden
Altıdan Sonra Tiyatro’nun Türkiye’nin en üretken yerli oyun yazarlarını bir araya geldiği ‘6 Üstü Oyun’ projesinin ilki, Sumru Yavrucuk’un yönetip oynadığı, Ebru Nihan Celkan’ın ‘Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi’, toplumsal ahlâkın dışladığı, dövülürken hiç kimsenin acımadığı, öldürülürse “dünyadan bir pislik daha kurtuldu” denilen bir travestinin, izleyiciye çocukluk düşlerini ve hayal kırıklıklarını anlatırken, yaşadığı gerçekleri hem etrafı hem de kendisiyle dalga geçebilen keskin mizah duygusuyla paylaştığı bir saatlik epik bir performanstı.
Sumru Yavrucuk, sayısız ödül sahibi, çok deneyimli ve çok yetenekli bir oyuncudan üst düzeybir performans umarak gelen izleyicisinin karşısına beklentilerin de çok üzerinde bir yorumla çıkarak, “trans” Umut’un, güçlü, görünürde şen şakrak, kimi zaman cazgır, kimi zaman saldırgan kabuğunun altındaki yalnızlığı, hüzünü , umutsuzluğu büyük bir başarıyla aktarıyordu. Fantastik perüğü, az biraz botoksu, takma dişleri, kalınlaştırdığı sesi ve müthiş beden diliyle Beyoğlu’nda dolaşırken sık sık karşımıza çıkanlardan çok daha fazla “erkekten dönme” izlenimi veriyordu...
Geçmişle hesaplaşma
Krek’de ‘Babamın Cesetleri’, babanın ölmekte olduğu bir hastane odasında bir ailenin ilişkilerini didik didik ediyor, yazar-yönetmen Berkun Oya, özelden genele giderek, savaşların, devrimlerin ve katliamların yenemediği fakat hastalığın öldürmekte olduğu ünlü savaş fotografçısı babanın öykülerinde, savaşlarla, korkularla, işkencelerle cinayetlerle ve hatta ensestle hesaplaşmayı başarıyordu. Ölüm döşeğindeki babanın oğulları ve geçmişiyle hesaplaşmasının anlatıldığı çok katmanlı ama neredeyse ‘olaysız’ öyküyü, tempoyu hiç düşürmeden 160 dakika boyunca soluk soluğa izletebilen Oya, birinci perdenin ortasına 20 dakikalık bir ‘tirad’ sokmaktan çekinmiyor, çekinmek bir yana, hasta yatağında monoloğunu mimiksiz söyleyen baba ile karşısında donup kalarak dinleyen oğlunun neredeyse hiç hareket etmeden oynadıkları bu olağanüstü sahneyi oyunun en can alıcı bölümü yapmayı başarıyordu.
Oya, Fuat Mete’nin, bitirme projesi olarak hazırladığı metinden etkilenerek tereddüt etmeden Krek’de sahnelemeye karar vermişti. Böylece Berkun Oya, Krek’de ilk kez, profesyonel olarak kendi yazmadığı bir oyunu, ‘Iska’yı yönetiyordu.
6 kişinin askere giden bir yakınlarının ardından neler hissettiklerinin anlatıldığı ‘Iska’nın özlemleri, “ölmesin” diye edilen duaları, “ya ölürse” korkuları, bitmez tükenmez bekleyişleri, sanki onarılamayacak yaralar alanların, acılarını hiç bir zaman gömemeyecek olanların ıska’lanmış yaşamlarıydı.
Uzunca bir süredir Kürtçe tiyatro yapmakta olan iki idealist genç, Mîrza Metin ve BerŞn Zenderlioğlu’nun kurmuş oldukları destAR-Theatre’ın Diyarbakır Cezaevi’ndeki yaşanmış işkenceleri anlatan bol ödüllü ‘Dîsko 5 No’lu’da, yazar Mîrza Metin, gardiyan ve mahkûm üzerinden kurduğu oyuna örümcek, fare, sinek ve köpek gibi yan karakterler de katarak, işkenceci-örümcek ile mahkûm-sinek arasında çok başarılı bir paralellik kurmuştu. Sanırım oyunu yazarken de oynamayı düşünmüş olan Mîrza Metin, tüm karakterleri tek bir oyuncuya yükleyerek, geleneksel ‘meddah’a da yakın durmuştu. Oyuncu Mîrza Metin, BerŞn Zenderlioğlu’nun sahnelemesinde, bir bakış, ve bir ses tonlamasıyla örümcekten sineğe, gardiyandan mahkûma dönüşüyor; havladığında vahşi bir köpek, ayağımızın altında dolaştığında fare oluveriyordu. Göreceli olarak geç keşfettiğim bu topluluğun repertuarındaki bütün oyunları gelecek tiyatro mevsimde mutlaka seyredip izlenimlerimi sizlerle paylaşacağım.
Önümüzdeki tiyatro mevsiminde buluşmak üzere hepinize iyi tatiller.
Yazının birinci bölümü için: