Bilgi Üniversitesi Medya Bölümü öğrencisi Melek Tunç* bitirme tezinde gayrimüslim azınlıkların maruz kaldığı nefret söylemini inceledi. Farklı gruplardan kişilerle yaptığı yüz yüze görüşmelerle Türkiye’deki azınlıkların karşılaştığı nefret söylemini ilk ağızdan öğrenen Tunç, izlenimlerini Şalom için kaleme aldı
Bilgi Üniversitesi Medya Bölümü lisansımı bitirmem için tez yazmam gerekiyordu. Ya gazeteleri inceleyerek söylem analizi yapacaktım ki bu birçok öğrenci arkadaşımın tercih ettiği bir yoldu ya da alışılmışın dışına çıkıp, ilk ağızdan derinlemesine mülakat yapacaktım. Görüştüğüm kişilere araştırmanın sadece Bilgi Üniversitesi arşivinde kalacağına dair söz vermiştim, aslında tezimi yazarken hepsinin adını tek tek kullanmamda sakınca yoktu. Yine de sözümün dışına çıkmadan, çalışmam süresince edindiğim, yaşadığım deneyimleri ve hislerimi paylaşmak istedim.
Nefret söyleminin, hangi gazetelerin vazgeçemediği zevkleri arasında olduğunu az çok hepimiz tahmin edebiliyoruz. Benim asıl sorum dini azınlıklara yönelik yazılan nefret manşetlerinin veya hedef göstermelerin, onların özel ve sosyal hayatlarında ne kadar etkisinin olduğuydu. Neden bunu merak ediyordum?
Yahya Koçoğlu’nun ‘Azınlık Gençleri Anlatıyor’ ve ‘Hatırlıyorum’ kitaplarını okumamla başladı her şey. Dini azınlıklarla yapılan görüşmelerden oluşan kitapta, aşina olmadığım kültürleri, ait olan insanlardan dinlemek, dinlerken de etkilenmek yazarın aktarış biçiminden ya da anlatılanların kimi zaman kanımı dondurmasından kaynaklanıyordu belki de…
90’larda yayımlanan ve röportajlardan oluşan okuduğum o iki kitapta görülen profil; içe kapanık, umutsuz ve kendi halinde olan insanlardan oluşuyordu. Günümüzde böyle olduğuna ben inanmıyordum! Olayın içine medya girince iş biraz değişiyor ama kişiler ve konu aynı kalıyordu. Çizilen o profilin dışında, cesur, her şeyin farkında ve gelecekten umudu olan, artık kabuğunun dışına çıkan insanlar da vardı. Konunun içselliğinde neler olduğunu bilmeyen, duyarlı davranıp bilmek isteyen birçok kişi içinse ben ve araştırmam vardık.
MEDYANIN ROLÜ
Medyanın rolü ve etkisi hakkında, bilen bilmeyen herkes fikir sahibidir... Birçok etnik çeşitliliği içinde barındıran Türkiye’de, medya, yaptığı yayınlarla, bu farklılıkların ulusa entegre olması yolunda güçlendirici bir rol oynar. Gazetelerde ve televizyon programlarında çoğunlukla dini azınlıklara yönelik yapılan nefret söylemi tesadüf değildir. Bir söylemi nefret söylemi haline getiren en belirgin unsurlardan biri, söylemin olumsuz görüş sınırlarını aşarak aşağılamaya varmasıdır ki düşünce özgürlüğü ile karıştırılabildiği nokta da burasıdır.
Ermeni Cemaati’nden beş kişi ile ve Rum Mihail ile Kurtuluş’taki evlerinde görüştük. Sokak ve cadde adlarına daha önce bu kadar dikkat etmemiştim. Etrafıma baktığımda ‘Ergenekon Caddesi’, ‘Bozkurt Sokak’, ‘Kuvay-ı Milliye Caddesi’, ‘Silahşör Sokak’ gibi sokak ve cadde adları yer alıyordu. Ada ada parsellenmiş olan bu civarda gayrimüslimlerin yoğunlukla yaşadığını biliyorduk, böylesine “gözümüz üzerinizde” mesajını verenler her kimse orada yaşayanlara bunu açıkça hissettiriyordu. Görüşmeler ‘beş çayı’ edasında geçti; onlar anılarını anlattıkça ben gözümde betimliyor ve bundan çok büyük keyif alıyordum. Gezi Parkı olayları daha yaşanmadan Mihail için bu parkın ne kadar önemli olduğunu öğreniyordum. Çocukken, 40’lu yıllarda annesiyle eskiden Ermeni Mezarlığı olan Gezi Parkı’nın bulunduğu yerde gezintilere çıkar, oyunlar oynarmış… Ta ki ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ kampanyalarıyla bu durum bir kâbusa dönene kadar. O vakitler herkes çocuklarını ellerinden tutup yürürken onun annesi, her an Rumca konuşabilir korkusuyla ağzını kapamak için eli Mihail’in omzunda yürürmüş. Bahsettiğim kişi Apoyevmatini Gazetesi’ni ayakta tutan gazeteci Mihail Vasiliadis’in ta kendisi. Sanıyorum beş saat ile en uzun görüşmemi onunla yaptım.
Yahudi cemaatinden kişilere ulaşmam çok zor oldu; araya referans koymak diğer kişilerle görüşmemde olduğu gibi daha etkili olacaktı.
İlk olarak Bilgi Üniversitesi’nden mezun genç bir arkadaşımız olan Niso ile görüştüm; hocalarımı araya sokarak ulaştım kendisine. Seve seve yardımcı olacağını söyleyince pek mutlu oldum. Bir kafede buluştuk, nefret söyleminden konu açılınca, yakındığı birçok noktadan biri İsrail’in Gazze olayları esnasında algılanan kötü imajın Türkiye’de yaşayan Yahudilere mal edilmesiydi. Bu konuyla ilgili olarak Şalom Gazetesi Yayın Koordinatörü Virna Gümüşgerdan da aynı düşünceler içindeydi. O da en büyük sorunlardan birinin Yahudilerle İsraillilerin bir tutuluyor olmasını, bunun da nedenini Türkiye’de çoğunluk nüfusun Yahudileri tanımıyor olduğunu belirtti. Virna araya referans koymadan görüştüğüm tek kişiydi. Mail yoluyla ulaşmamın ardından Şalom Gazetesi’ne davet etti beni. İki gün öncesinden kimlik fotokopimi yollamıştım, sanıyorum güvenlik için bu haklı bir gerekçeydi. Çok da korunaklı bir yerdeydi Şalom, o an kapıların kalınca ve demir olmasından, küçük merdivenlerle başka odalara çıkmamızdan etkilenmiştim belli etmeden, keyifli sohbetimize başlamıştık.
Görüştüğüm diğer bir kişi ise Hayko Bağdat referansıyla ulaştığım Roni Margulies’di. Üç hafta kadar uzun bir süre bir türlü görüşemedik; sonunda evinde buluştuk. Camda ilk gördüğümde o elinde telefon sokağa; ben de apartman camlarına bakarak birbirimizi arıyorduk. Kesişince gözlerimiz selamlaşmanın ardından “Bana bir sigara alır mısın? Yanda büfe var” dedi. “Tabii ki” deyip, eve çıktım. Roni Margulies de nefret söyleminin yoğunlaştığı dönemlerle alakalı İsrail olaylarını örnek gösteriyordu. Ona göre medya, bazen İsrail karşıtı olmak ve Yahudi olmak arasındaki çizgiyi unutabiliyordu.
Bir de sanıyorum evde veya ofiste buluştuğum kişiler gayet rahat şekilde kendilerini ifade ederken, dışarıda kafelerde görüştüklerim ne kadar açık konuşsalar da, topluma açık alanlarda bazen kullandıkları kelimeleri sessiz telaffuz ediyorlardı. Bunu ses kayıtlarını dinlerken daha net fark ettim. Röportaj çözümlemeleri esnasında defalarca dinledim; “Yahudi, Ermeni veya AKP” sözcüklerini söylerken süregelen ses tonundan daha alçak bir tonla telaffuz ediyorlardı, ben de o anlarda başımı onlara doğru yaklaştırma, anlama gereği duyuyordum. Ben gayet gür sesimle konusu geçtiği yerde “Yahudi, Ermeni” derken, onların kendilerine ket vurmalarını tabi ki anlamıştım, belki de bunun farkında bile değillerdi… Bilemiyorum.
Her cemaatten birer, ikişer öğrenci ile görüştüm. Rum cemaatine gelince samanlıkta iğne arar gibi Rum öğrenci arıyor, bulamıyordum. Sonunda okulumuzda okuyan tek Rum öğrenciyi buldum. Benim bu arayışımdan haberi olan Mihail’e göre Rum öğrenci bulamıyor oluşumun nedeni de nefret söylemiydi, “Örnek arıyorsun ya, bak bunların hepsi örnek” diyordu o güzel İstanbul Türkçesiyle.
“HRANT’TAN SONRA KABUĞUMUZDAN ÇIKTIK”
Okulda buluştuk kendisiyle; kütüphanenin sessizliğine uyup biz de sessiz olmaya çabalıyorduk. Bir de o mimli kelimeleri söyleyince daha bir kısık ses kullanıyordu o da. Ne buraya ne Yunanistan’a ait olmadığını, arada kalmışlığın korkunç bir şey olduğunu anlatırken ben kayıtsız şekilde empati kuruyor ve tezimi yazarken olduğu gibi objektif davranamıyordum. Onunla birlikte babaannesinin yaşadığı 6-7 Eylül şokunu ve psikolojisinin hâlâ bozuk olmasını öfkelenerek dinliyordum ama o gayet sakin ve sevgi doluydu; ‘bana ne oluyor?’ diye kendime soramıyordum. Aynı duyguyu Ermeni kadınlarla olan 5 çayında da yaşadım. Kulağında haç işaretli küpe takıyor diye taksiden indirilen bir kadın, Rum bir hastayı ‘gâvur’ diyerek rencide edenleri görünce hastanede Ermeni olduğunu saklayan bir anne, kızı Lori kısa zamanlı bir işe girdiğinde Melis takma ismini kullandıran bir kurum ve dahası... Ama artık daha sesli, daha cesur ve korkmadan kendini ifade eden bir toplum. Onlar Hrant Dink’in katledilmesinin ardından cenaze töreninde gördükleri kalabalığı unutamıyorlar…
“O gün başladı her şey, kabuğumuzdan çıktık,” diyorlar ama aynı zamanda ekliyorlar: “Keşke Hrant ölmeseydi de biz kabuğumuzda kalmaya razıydık…”
Araştırmamda nefret söyleminin kulak dolgunluğum olan, bildiğim ve duyduğum ayrımcılıkları ilk ağızdan öğrendim. Nefret söyleminin birçok araç ile aktarıldığını, sosyal hayatta yaşanan ayrımcılıklarda, resmi dairelerde ve birçok sosyal ortamda araç olarak kullanıldığını da gördüm. En önemlisi medyadaki basılı mecralarda, köşe yazılarında ve televizyonda karşılaşmak pek mümkündü... Ama işin öteki yanında, görüştüğüm insanların hepsi şunun farkındaydı; ‘Nefret, satan ve sattıran bir şey’di. Ulusal ve evrensel gazetecilik ilkelerine rağmen bu dilin kullanılması toplumda huzursuzluğa ve savunmasız gruplara yönelik yaygın bir önyargının oluşmasına sebep olabiliyordu, bu durum karşısındaki korunma mekanizmalarını da öğrenmiş oldum. Bana kalsa saatlerce onları dinleyebilir, neler yaşadıklarına şahit olabilirdim. Bu ülkenin mozaiğe benzeyen çok kültürlülüğünü korumak, farkında olmak ve yaşamanın yanında, devlet denen aygıtın yerleşik hale getirdiği ve halen sürdürdüğü sistemin, bu çok kültürlüğü bozmasına ve korkuma odaklı kalıcı bir girişimde bulunmamasına rağmen hep birlikte yaşamanın hayatımızı güzelleştirdiğine, güzelleştireceğine hiç kuşkum yok. Hayatıma kattığım en önemli ve değerli çalışmada yanımda olan destek veren, bana kapılarını açan, içlerini döken herkese teşekkür ederim.
Aydınlık yarınlara…
“Eğer bir gün, yüzünün renginden ötürü çıkarsan mahkemeye, ‘vallahi kalıtımdan oldu’ diye korkma, ben sana tanıklık ederim.”
Üstün Dökmen
*1990 İstanbul doğumlu Melek Tunç İstanbul Bilgi Üniversitesi Medya ve Reklam bölümleri mezunu. Tarihe, sosyolojiye ve kitaplara ilgili olan Tunç aynı zamanda radyo programcılığı ve reklamcılık da yapıyor.
Görüştüğüm insanların hepsi şunun farkındaydı; ‘Nefret, satan ve sattıran bir şey’di. Ulusal ve evrensel gazetecilik ilkelerine rağmen bu dilin kullanılması toplumda huzursuzluğa ve savunmasız gruplara yönelik yaygın bir önyargının oluşmasına sebep olabiliyordu.