Kadıköy Yeldeğirmeni’nden Yahudiler geçti, geriye anıları kaldı

Kuzguncuk’ta başlayan yaşamına Yeldeğirmeni’nde devam eden, güzel sesi ve iyi kulağı sayesinde hazanlık da yapan İzak Amon, Anadolu yakasındaki Yahudilerin yaşantısını anlattı

Dora NİYEGO Toplum 0 yorum
28 Ağustos 2013 Çarşamba

16 Mart 1941 yılında İstanbul Kuzguncuk’ta dünyaya gelen İzak Amon’un Estreya adında bir ablası ve Jojo adında bir erkek kardeşi var. Ablasından yıllar sonra aileye katılan Amon’un, babaların erkek evlat tutkusu nedeni ile ailedeki yeri her zaman apayrı olmuş.

 Kuzguncuk’ta geçen çocukluk yıllarınızı anlatır mısınız?

1919 yılında olan büyük Dağ Hamam yangını sonrası, Yahudi aileler Kuzguncuk’a yerleşmişlerdi. On yaşıma kadar İstanbul’un o sevimli ve saf beldesinde yaşadık. 4-5 yaşlarımdan itibaren, kuzenlerim, Sami ve İzak Coyas kardeşler, elimden tutarak her gün sinagoga götürürlerdi. O yaşlardaki bir anımı aktarayım. Evimize yakın olan arsada, o yıllarda genellikle çocuklar bilye, misket oynardık. Bir akşamüstü oyuna daldığımdan sinagoga gidememiştim. Hava kararıp eve döndüğümde, babam ‘bu gece hangi hazan okudu?’ diye sordu. Ben de, genellikle her gece okuyan hazanın adını söyledim. Meğerse babam okumuştu o gece ve o ilk yalanımın ardından babamın da ilk fırçasını yedim. Her zaman dürüst olmamı tembihleyen babamın karşısında ilk mahcubiyetimdi. Babamın amcası Ribi Sabetay Amon, o kadar saygın ve bilge bir insandı ki, Kuzguncuk’un meşhur İcadiye Caddesi’nde uzun aksakalı ve cübbesiyle gezindiği zaman, din ayırımı olmadan, herkesin, onun elini öptüğünü anımsıyorum. Zaten Kuzguncuk’ta oldum olası, din ayırımı olmamıştır. Müslümanlar, Rumlar ve Ermenilerle içiçe büyük bir dostluk ve komşuluk ilişkileri içinde yaşardık. Bu sebeple, Yahudilerin çoğu Rumca bilirdi. İlköğrenime, dördüncü sınıfa kadar, bugün adı Kuzguncuk İlkokulu olan, Markopaşa İlkokulu’nda devam ettim. Bu arada din eğitimi de almaya başlamıştım. 1948 yılında, sonradan hayatımda çok önemli bir yeri olacak olan amore Salvator Yeşua Habib, haftada iki defa Kuzguncuk’a, çocuklara din eğitimi vermek üzere gelmeye başlamıştı.

 


Kuzguncuk sonrası, Yeldeğirmeni’nde yaşantınız nasıldı?

Ailemin ve birçok Yahudi ailesinin güzel yılları, Varlık Vergisi sonrası yerini bir korku ve yılgınlığa bırakmıştı.

1951 yılında, Kadıköy Yeldeğirmeni’ne taşındık. Taşınır taşınmaz, Ribi Salvator Habib, beni verdiği derslerden tanıdığı için, hazanlığını yaptığı Haydarpaşa Sinagogu’nun tevasına almıştı. Yeni olgunlaşan sesim ve iyi kapan kulağım sayesinde, maftirime de alınmıştım. On iki yaşımdan sonra, her yaz Burgaz Adası’ndaki Koloni’ye gönderilirdik. Oraya, İstanbul’un her semtinden Mahazeke Tora çocukları gelirdi. En iyi arkadaşım, bugün hahambaşımız olan Rav Haleva idi. 

O yıllarda gençliğin tek eğlencesi evlerde toplanıp parti yapmak ya da beraberce sinemaya gitmekti. Oysa benim tek eğlencem ve tutkum top oynamaktı. Pazar sabahları toplanıp uzun saatler top oynardık.

 Kadiköy Yahudi Cemaati’nin, o yıllardaki sosyal yaşantısından biraz bahseder misiniz?

Kuzguncuk’ta doğmama rağmen Kadıköylülük ve Yeldeğirmeni’nde yaşamak benim için anlatılması zor, mutluluk verici bir olaydı. Adeta Kadıköy’ün özel kokusunu barındıran hal, opera,  yurt ve şimdi opera binası olarak kullanılan Süreyya sinemaları, biz Kadıköylülerin gözbebeğiydi. Süreyya Sineması’nın bende yeri apayrıydı. Çünkü babamın ilk erkek evladı olarak, Bar-mitsva törenim, sinemanın üstündeki Süreyya salonunda yapılmıştı. Sinemalara çıkan yoldaki nefis muhallebici, Kadıköylülerin buluşma yeriydi. Bir diğer tutkumuz da, akşamüstleri Moda İskelesi’nde piyasa yapmaktı. Birbirleriyle yarışmayan, birlik içinde yaşayan, Behar, Sarfati, Eşkenazi, Levi, Mazon, Niyego, Adoni, Varon ve daha birçoğunu sayamadığım nice kaliteli aileler vardı. Bir de, Yeldeğirmeni’nin adeta simgesi olan Kehribarcı Apartmanı’nda yaşayanları anımsarım. Karşı yakada bir davete gidilince, adeta şehir değiştirir sanırdık kendimizi. Yahudiler, çoğunlukla Recaizade, Misakı-milli, İzzettin, Karakolhane, Nemlizade ve Duatepe sokaklarında kümelenmişlerdi. Roş-Aşana ve Kipur bayramları dışında, Pesah ve Sukot bayramları da neşeyle kutlanırdı. Yani kendimizi, bizlere has bir köyün sakinleri gibi görürdük ve bununla da övünürdük. O zamanlar, bir de Moda’da yaşayan Yahudiler vardı. Biz onları daha zengin, daha farklı görürdük. Karşı yakada yaşayanlar ise, bizim nasıl ve neden Yeldeğirmeni’nde yaşadığımızı anlamakta güçlük çekerlerdi. 

 Genç yaşta başınızdan elim bir kaza geçti, değil mi?

Top oynama tutkusu sonucu, arkadaşlarla Şile’ye giderken, otobüsümüze bir kamyon çarptı. Büyük bir trafik kazası geçirdik ve maalesef bir kolumu o kazada kaybettim. 15 yaşımdaydım. Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde ameliyat oldum. Bu, yaşamım boyunca anne babama yaşattığım tek üzüntüydü. Moral bozukluğu ve oluşan kompleks nedeni ile, bir yıl boyunca sokağa çıkamadım. Sadece sinagoga gidip geliyordum. 1962 yılında geçirdiğim kazanın izlerinin kısmen de olsa telafisi için, merhum Prof. Yomtov Garti’nin teklifi ve takdiri ile İsrail’e gönderildim. O aralar, Bankalar Caddesi’nde, bir şirkette çalışırken, baş muhasebeci Saporta bana maddi destekte bulunmuştu. Ancak, ben İstanbul’a dönmeden önce vefat etmesi büyük üzüntü yaşatmıştı. İsrail’de her gün tedavi olurken, sık sık Kudüs’te yeşivalara katılıyordum. O yıllarda, şimdi Hahambaşı vekilliği ve Caddebostan Sinagogu haham akaal görevini sürdüren, Rav Leon Adoni ağabeyim ve Moiz Palaçi ağabeyim, Caddebostan’a taşındıkları için, Ribi Salvator Habib’in yanında yardımcı olarak görevlendirildim. Ortaokulu Yeldeğirmeni Kemal Atatürk Okulu’nda bitirdikten sonra, öğrenimime Galatasaray Lisesi’nde devam ederken, sesimin gittikçe güzelleştiği fark edildi.  Ben de geleneksel ‘öğren ve öğret’ ilkesi içinde, yıllarca Mahazeke Tora’da ders verdim. Bugün, eşiniz Harun Niyego dâhil, benden yaklaşık on yıl genç olanların birçoğu talebemdi. Oradaki anılarımdan birini aktarmak istiyorum. Hemdat İsrael Sinagogu’nda şofar çalarken, sesimin şiddetinden, üstümüzdeki devasa avizeden bir kristal taş kopmuş ve üzerimize düşmüştü. Bir Kipur günü, Arditi bana cübbe giydirerek mezammer olmamı sağladı. Bu görevim birkaç yıl devam etti ancak babam bunu meslek edinmemi istemiyordu. Liseyi bitirip, yüksek ticaretten mezun olduktan sonra, Es-Ko kolonya fabrikasında muhasebeci ve sonrasında muhasebe müdürü olarak çalışmaya başladım. Ama din eğitimimi hiç bırakmadım. Şimdi hepsi rahmetli olan, Ribi Avraam Amram, Ribi Yeuda Kalma, Ribi Yishak Rofe ve allah uzun ömürler versin, Ribi Salvator Habib’in desteği ile hep bir şeyler öğrenmeye çalıştım.

 Bu kaza yine de hayatınızın gidişatini fazla etkilememiş...

 1965 yılında beraber çalıştığım Dezi Brandt isimli bir kızla nişanlandım ve 1966 yılında evlendik. 1968 yılında kızım Sibel ve 1973 yılında oğlum Niso dünyaya geldi. O zamanlar asimilasyon yoktu. O kadar ki, bir Yahudi’nin değil başka dinden biriyle evlenmesi, görüşmesi bile düşünülemezdi. İnsanların evlilikleri iyi gitmese dahi boşanmak çok nadir rastlanan bir şeydi. Gençlerin birçoğu evlendikten sonra da aileleriyle yani anne babalarının evinde yaşardı. Buna rağmen herşeye katlanılırdı. 1970-71 yıllarında birçok Yahudi ailesinin İsrail’e göç furyası başladı. Tesadüfen o yıl İsrail’e giden çok samimi bir arkadaşımın matbaasını personeliyle birlikte satın aldım. Bazen hayat insanı planlamadığı yollara yönlendiriyor.  37 yıl matbaacılıkla uğraşıp başarılı olduysam, şüphesiz bunda dürüst ve çok çalışkan olmamın ve ortağım olan kardeşimle hep dürüst ilişkiler içinde olmamızın büyük rolü var. İlerleyen yıllarda maalesef eşimin arka arkaya gelen ağır rahatsızlıkları nedeniyle, 2006 yılında emekli oldum. Seyahat etmek büyük hobim olsa da artık maalesef bunu yapamıyoruz. Ama bilgisayar, internet ve teknoloji merakım, ayrıca tutkunu olduğum maç skorlarına bağlı olmayan Galatasaraylılığım, günlerimi yeteri derecede dolduruyor. Torunlarım ve eşim de hayatımın geri kalanını renklendiriyorlar. Bizim yaşımızdakilerin tek dileği, kalan sayılı günlerimizi huzur ve aile saadeti içinde geçirmek değil mi?         

1 Yorum