Tarihe tanıklık etmek; bu aslında, hepimizin yaptığını sandığı veya arzuladığı bir olgu değil mi? Farkında mıyız? Bizler genellikle yaşadıklarımızdan bir takım edinimler çıkarır ve onları somut gerçekler olarak kabulleniriz. Ama bu deneyimler bizlerin sadece belleğindedir ve bunları sadece anlatabiliriz
Ama ya fotoğraf; yani kamera içinde sabitlenen görüntü...
Fotoğraf; o anı yakalayanın isteği doğrultusunda tüm insanlığa mal olan ve yaşayamadığımız, belki de hiç yaşamayacağımız bizden farklı mekânlarda ve yerlerde olanları bizlere sunan görüntüler olarak belleğimizde yer alır.
Doğaldır ki biz insanlar, ellerimizde hazır bulduklarımızın kıymetini tam anlamıyla bilemeyiz. Onlar tatlı ya da acı birer anı olarak bir köşede beklerler.
Çocukluğumuzdan beri fotoğraflarla büyüdük, önceleri belki siyah-beyaz; daha sonraları renkli fotoğraflar ile; hatta artık dijital olanlarıyla.
Günümüzde ise sayısal fotoğraf makineleri ile anında çektiğini görebilme, yenileyebilme ve zamanı dondurabilme olanakları ile kullanım alanı sınırsız hale geldi. Hele bunun paylaşımı ise bir o kadar kolay. Tek deklanşöre basışta sensöre kaydedilen bir görüntü, ışık hızıyla dünyanın öbür ucunda bir yayın kurumu tarafından paylaşıldığı gibi, sosyal medya paylaşım olanaklarıyla da her bir ilgilinin telefonuna kadar gitmekte.
Oysa tarihe tanıklık eden bu teknolojik gelişme, geçmişten günümüze birçok alanda kendini yaşantılarımıza tanık etti.
En güzel örneklerinden biri de yakın tarihimizden örnek:
Bir yandan savaşın acımasızlığını ve gerçeğini belgelerken bir yandan da iki genç fotoğraf sevdalısının ruhlarındaki özgürlük, tutku ve aşka da tanıklık etmesi...
Robert Capa; haber fotoğrafı tarihini inceleyen herkesin çok iyi tanıdığı bir isimdir. 20. yüzyıl savaşlarının en gerçekçi görüntülerini insanlığın belleğine kazıyan onlara savaşın en acımasız yüzünü anlatan fotoğraflar için deklanşöre basan kişidir ‘Robert Capa’.
Gerda Taro; o da yüzyılımızın başında fotoğraf ile tanışmış, savaşta ateş hattında çalışan ilk kadın foto muhabiri idi.
Bu iki cesur foto muhabir 1934’te Paris’te tanışırlar. Her ikisinin de yaşadıkları ülkelerindeki antisemit politikaları nedeniyle ciddi yaşamsal sorunları vardı.
Capa Macaristan’dan, Taro Almanya’dan Fransa’ya gelmişti. İkisi de mülteciydi, ikisi de Yahudi ve ikisi de radikal sol düşüncenin militanlarıydı.
Capa 1910 yılında Stuttgart yakınlarında burjuva bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Ailesi çocukluk yıllarında Macaristan’a göç eder. Gençlik yıllarında komünist örgütlere katılır. Sık sık tutuklanır. 1933 yılında Naziler tarafından tutuklanıp Bolşevik komplo hakkında sorgulanır. Kaçar henüz Nazi’lerin el uzatmadığı Paris’e yerleşir.
Gerda Taro’nun asıl adı Gerta Pohorylle, Robert Capa’nınki ise Andrei Friedmann’dı. Başlangıçta arkadaştılar. Andrei, Gerta’ya fotoğraf çekmeyi zamanı dondurmayı habere yaklaşmayı ve savaşın içinde nasıl hareket etmesi gerektiğini öğretir.
Güney Fransa’da yaptıkları kısa bir tatilde birbirlerine âşık olurlar. Fakat akılları fikirleri, savaşların acımasızlığını haber edip dünyaya duyurmaktı. Bunun için Fransa’dan İspanya’ya geçerler ve İspanya İç Savaşı’na muhabir olarak birlikte katılırlar.
Robert Capa ve Gerda Taro, birden kendilerini 1936 yılında Faşist Franco yönetiminin Cumhuriyetçi isyancılara karşı savaşlarının içinde bulurlar. Her ikisi de haberin en gerçekçi fotoğrafını yakalamak için ateş hattına atılırlar. O dönem George Orwell ve André Malraux gibi sanatçılar, sözleriyle çizgileriyle savaşın vahşetini anlatmak isterlerken onlar ise ateş hattından fotoğraflar ile vahşeti belgelerler...
“Eğer fotoğraflarınız yeteri kadar iyi değilse, yeterince yakın değilsiniz demektir,” der Capa.
Bu yaklaşım her ikisi içinde ölüm gerekçesi oldu. Savaşın içinde, askeri birliklere olabildiğince yaklaşarak fotoğraf çekerken öldü ikisi de. Capa mayına basarak, Taro ise tankın altında ezilerek.
Bir olaya karşı tamamıyla tarafsız olmak, insan öğesinin karar verme sürecinde yer aldığı bir anlatımda kolaylıkla mümkün değildir. Mutlaka bir tarafsınızdır.
Bu cephede görev yapıp her an ölecekmiş gibi olsa bile. Çünkü her fotoğrafta karar verilmesi gereken, bakış açısı, kadraj, görsel düzenleme ve çekim anı gibi seçimler söz konusudur. Verilen her karar, tarafsızlıktan bir adım uzaklaşmak anlamındadır. Fotoğrafçı bu kararları kendi düşünce ve birikimi doğrultusunda vermektedir. Bu anlamda tarafsızlığı ve dürüstlüğü sağlayan tek öğe, fotoğrafçı, editör ve yayın organının taşıdığı iyi niyettir. Gerçek, fotoğrafta saptırılabilir, doğru da aktarılabilir de. Fotoğrafın zamana ve gerçeğe karşı koşusu da bundandır.
Fotoğrafçı her zaman bu tür hızlı davranması gerekmese de, bazı durumlarda olayın meydana geliş hızı, fotoğrafçının anlık karar vermesini ve olayı saniyenin dilimleri içinde yakalaması gerekmektedir. Bu duruma en güzel örneklerden biri, Robert Capa’nın 5 Eylül 1936 tarihinde İspanyol İç Savaşı’nda çektiği, gelmiş geçmiş en büyük savaş fotoğraflarından biri olarak anılan “Sadık Askerin Ölümü” isimli fotoğrafıdır.
Bu fotoğraf, haber fotoğrafının çekildiği anın önemini vurgulayan en güzel örneklerden biridir. Capa içgüdüsel, belki de rastlantısal olarak, askerin tam kafasından vurulduğu anda deklanşöre basarak, savaş içindeki en dramatik an olan ölümün gerçekleşmesini fotoğraflamıştır. Bu fotoğraf bir saniye önce ya da bir saniye sonra çekilmiş olsaydı, belki de çok sıradan bir savaş fotoğrafı olarak tarihteki yerini alacaktı. Oysa Capa, her an her şeyin olabileceği savaş ortamında tetikte bekleyerek, fotoğrafın zaman içindeki küçük bir anı kaydedebilme özelliğini başarıyla kullanarak, savaşla özdeşleşen bir ikon ortaya çıkarmıştır.
Doğan Kitap’ta yaz başı yayınlanan “Robert Capa’yı Beklerken” Suzana Fortes’in belgesel tadındaki ilk romanıdır.
Daha önce yazdığı romanı Querido Corto Maltés (Sevgili Corto Maltese) ile 1994 yılında Yeni Yazarlar Ödülü’nü kazandı. 2009’da yayımlanan Robert Capa’yı Beklerken (Esperando a Robert Capa) aynı yıl İspanya’da Fernando Lara Roman Ödülü’nü kazandı ve 2013 IMPAC Dublin ödülünde de aday adayı oldu. Bu romanı, hem fotoğraf sanatının sınırsızlığını ve gerçeğe uzanan etkisini, hem haber fotoğrafçılığının ne denli etik bir sorumluluk taşıdığını düşünerek hem de yüzyılın başında yaşanan bir aşka tanıklık etmesinin anlatımıyla keyifle okudum. Romanın önümüzdeki yıl filme alınması bekleniyor.