İsrail’in trajedisi ve Yahudi psikolojisi

İsrail bugün, dün de olduğu gibi, dünyadaki devletler arasında kişileri en kuvvetli şekilde duygusal olarak zıt kutuplara iten, seven ya da nefret eden şeklinde bölen bir konuma sahip. Mantık ve aklın hüküm sürdüğü düşünülen akademik ortamlarda dahi Arap-İsrail meselesi tartışılmaya başlandığında konu, bilimsel tartışma biçiminden uzaklaşıp son derece duygusal ve kişisel bir hal alabiliyor. Peki, bunun sebebi nedir?

Ceki BİLMEN Perspektif
4 Eylül 2013 Çarşamba

İsrail’in isminin zikredilmesinin ardından karşıdaki kişinin göstereceği tepkiyi beklemek üzere gergin bir bekleyiş başlar. Karşıdaki kişinin vereceği tepkiye göre tartışmanın gideceği yön belli olur ve büyük kişisel duyguların açığa çıkıp sergilendiği bir panayıra dönüşür. İsrail bugün, dün de olduğu gibi, dünyadaki devletler arasında kişileri en kuvvetli şekilde duygusal olarak zıt kutuplara iten, seven ya da nefret eden şeklinde bölen bir konuma sahip. Mantık ve aklın hüküm sürdüğü düşünülen akademik ortamlarda dahi Arap-İsrail meselesi tartışılmaya başlandığında konu, bilimsel tartışma biçiminden uzaklaşıp son derece duygusal ve kişisel bir hal alabiliyor. Peki, bunun sebebi nedir? Neden, etrafında yaratılan efsaneler bir kenara bırakılırsa, sınırları ve kapasitesi belli olan bu küçük devlet bu kadar büyük bir duygu patlamasının hedefi olabiliyor? Bu sorunun cevabının, konu İsrail olunca, siyasal realizmin öğretilerinin bir kenara bırakılmasında saklı olduğunu düşünüyorum.

 

20. yüzyılın en önemli hukukçu, siyaset bilimci ve düşünürlerinden biri olan ve daha sonra Nazi Almanya’sına da destek verdiği için referans gösterilirken zaman zaman çekinceli davranılan Carl Schmitt, siyasal realizm söz konusu olduğunda çok önemli bir noktaya parmak basar; sınırların önemi. Schmitt’i daha iyi anlayabilmek için hangi sınırlardan bahsettiğini ortaya koymamız gerekiyor. Schmitt’e göre siyaset, ekonomi, ahlak ve estetik arasındaki sınırların çok keskin çizgilerle ayrılıp, bunların birbirleriyle karıştırılmaması gerekiyor. Schmitt bir sadeleştirme yaparak, bu dört alandaki bütün güdü ve eylemlerimizin tek bir ayırıma indirgenebilineceğini söylüyor. Ahlâki alanda yapmış olduğumuz bütün eylemler ve bütün güdülerimizi eğer tek bir ayırıma indirgemek durumda olsaydık, bu iyi ile kötü arasındaki ayırım olurdu, yani Schmitt için ahlak iyiyi kötüden ayırmak için var. Eğer aynı şekilde, estetik alanındaki bütün eylemlerimiz tek bir ayırıma indirgeye bilseydik, estetiğin aslında güzel çirkin ayrımının yani güzel olanı çirkin olandan ayırmak için var olduğunu iddia edebilirdik. Aynı ayırım ekonomi alanında, kârlı olan ile kârlı olmayanı ayırmak için vardır, bu alandaki bütün eylemlerimizi tek bir ayırıma indirgeyebilseydik elimizde kârlı olan ile kârlı olmayan ayırımı kalırdı. Son olarak ise, siyaset alanındaki bütün güdü (motivations) ve eylemlerimizi tek bir ayırıma indirgeyebilseydik bu ayırım dost düşman ayırımı olurdu; yani siyaset dostu düşmandan ayırmak için yapılır Schmitt’e göre. Schmitt’in ortaya koymuş olduğu en önemli nokta bu dört kategorinin sınırlarının keskin çizgilerle oluşturulması ve bunların birbirine karıştırılmaması; diğer bir değişle bu şu anlama gelmekte; siyaseten düşmanımız olan bir grup, ille de ahlâken de kötü, ekonomik olarak da zararlı ve estetik olarak da çirkin sınıfına girmez. Pekâlâ siyaseten düşmanımız olan bir grup, ahlâken iyi, ekonomik olarak onlarla iş yapması kârlı ve estetik olarak son derece güzel olabilir. Schmitt’in bu uyarıyı yapmasının ardında yatan çekince şu; eğer bu kategoriler arasındaki ayırımları gözetmez ve siyaseten düşmanımız olan bir grubu otomatik olarak hem ahlaken kötü, hem ekonomik olarak zararlı ve hem de estetik açıdan çirkin olarak etiketlendirirsek, ortaya yenilgiye uğratılması gereken değil, yok edilmesi gereken bir canavar çıkartmış oluruz. Böyle bir düşman hiçbir zaman, yenilgiye uğratılan ancak savaş bittikten sonra tekrardan devletler sistemine geri dönmesine izin verilen bir meşru düşman’a (justus hostis) dönüşemez. Bir devlete hukuken meşru düşman statüsünün verilmemesinin en kaygı verici sonucu ise, sadece yenilgiye uğratılmayıp aynı zamanda cezalandırılıp yok edilecek olan bu düşmana karşı yürütülecek olan savaşın da sınırlı değil, sivil asker ayrımı göz etmeyen topyekûn bir savaş olacağıdır. Topyekûn savaş ise, Prusyalı ünlü subay Carl von Clausewitz’in çok iyi bilinen “savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır” sözünü anlamsız kılar, çünkü sivil asker ayırımının dahi yapılmadığı ve karşıdaki canavarı yok etmeye yönelik olan topyekûn savaş siyasete yer bırakmaz, sahne sadece saf şiddete kalır.

 

Meşru düşman

İsrail’in trajedisinin işte tam da bu noktada başladığını düşünüyorum. İsrail’in siyasi düşmanları İsrail’e hiçbir zaman meşru düşman statüsünü vermediler. İsrail söz konusu olduğunda, ekonomik boykot çağrıları, İsrail askerlerinin zalimlik hikâyeleri ve çengel burunlu, ellerinden kan damlayan Yahudi-İsrailli karikatürleri, ekonomik, ahlaki ve estetik kategorilerin birbirlerinin içine girdiğini ve İsrail’den yenilgiye uğratılması gereken bir düşman değil, yok edilmesi gereken bir canavar yaratıldığını açıkça görebiliriz. Bu bağlamda incelendiğinde “İsrail’i haritadan silmek” ya da “Yahudileri denize dökmek” gibi topyekûn, sivil asker ayırımı gözetmeyen açıklamaların birer tesadüf olmadıkları anlaşılabilir. Ancak burada özellikle belirtilmesi gereken bir nokta da İsrail’in trajedisinin aslında, bölgede dış politikalarını siyasal realizm ve ulusal çıkarlar ekseninde düzenlemek isteyen Arap ülkelerinin de trajedisi olduğudur. Stratejik çıkarları İsrail’in çıkarlarına paralel olan, daha açık ifade etmek gerekirse İsrail gibi, asıl hedefi bölgedeki nükleer statükonun İran’a karşı bir savaşa gerek kalmadan sürmesi olan Arap devletleri, İsrail söz konusu olduğunda senelerdir sürdürmüş oldukları bu siyaseti, yani yukarıda belirtilen kategorileri birbiriyle karıştırıp İsrail’den bir canavar yaratmış olmanın bedelini, şimdi İsrail ile açıkça işbirliği yapamayıp İsrail’in İran ile ilgili siyasetini zımni olarak destekleyerek ödüyorlar.

Bütün bunları belirtirken bir noktanın da altının çizilmesinin gerekli olduğunu düşünüyorum; bölge ülkeleri ve dünyadaki birçok ülke gözünde bir ‘canavara’ dönüşmüş olan İsrail’in yalnızlığa ve bunun Yahudi psikolojisine yansıması. Ünlü Alman-Yahudi düşünür Hannah Arendt, şiddet ve güç arasında çok önemli bir ayırımdan bahseder. Şiddet güç demek değildir ve güç ile karıştırılmaması gerekir. Şiddet, doğası gereği araçsal bir olgu olup, bu araçları kullanan kişinin fiziksel kuvvetini arttırmaya yarar. Güç ise araçlara ihtiyaç duymaz, diğer insanlara ihtiyaç duyar, yani diğer insanlarla uyum içerisinde davranabilme kapasitesine. Bu açıdan bakıldığı zaman güç ile şiddet birbirlerinin zıttı niteliğindedir; gücün olduğu yerde şiddete gerek olmaz, şiddetin olduğu yerde ise güce yer kalmaz. İnsanların birbirleriyle uyum içerisinde davranabildikleri (to act in concert) kitle hareketlerinin şiddet araçlarını ellerinde tutan birçok baskıcı rejimi yıkıp geçmesi gücün doğasını çok iyi anlatabilmektedir. Güç, aslı itibariyle, diğerleriyle uyum içerisinde davranarak şiddete başvurmaya gerek kalmadan sorunları çözebilme kapasitesinden başka bir şey değildir. İşte bu tanım içerisinde, Arendt’çi bir perspektiften bakıldığında İsrail’in trajedisi ikiye katlanıyor. Etrafında yaratılan ‘canavar’ imajıyla beraber, sorunlarını siyaseten bölgedeki diğer ülkelerle uyum içerisinde davranarak, yani güçlü olarak, çözemeyen İsrail, problemlerinin çözümünde sıkça şiddete başvurmak zorunda kalıyor ve aslında etrafında yaratılan efsanelerin tam da zıttını ispat eder bir şekilde son derece güçsüz bir devlete dönüşüyor.

Arap İsrail çatışması ile ilgili ilginç bir diğer nokta ise, bu çatışmaya taraf olan diğer devletlerin, yani Arap devletlerinin de hem kendi içlerinde birbirleriyle uyum içerisinde davranamaması (bkz: Suriye-Lübnan, Mısır-Suriye, Irak-Kuveyt ve Suudi Arabistan-Irak çatışmaları) hem de İsrail ile uyum içerisinde davranamaması sonucunda, aynen İsrail’in olduğu gibi son derece güçsüz bir konumda olması. Eğer gerçekten de gücün olduğu yerde şiddete gerek yok, şiddetin olduğu yerde ise güce yer yok ise, insanın aklına kaçınılmaz olarak acaba, hem İsrail hem de Arap ülkeleri bu kadar güçsüz oldukları için mi, yani beraberce uyum içerisinde davranma pratikleri geliştiremediklerinden dolayı mı, bu uyuşmazlıkta bu kadar şiddete rastlanıyor sorusu geliyor.

 

Yahudi psikolojisi

Sanırım tüm bunların üzerine Yahudi psikolojisiyle ilgili olarak cevabını arayıp son derece karamsar bir yanıt bulduğum soru şu: Eğer şiddet bir güçsüzlük göstergesi ise, o halde Yahudiler neden İsrail’in en ileri teknoloji şiddet araçlarını; heronlar, tanklar, füzeler, üretmesinden büyük gurur duyuyor. Bunların hepsi aslında İsrail’in komşularıyla uyum içerisinde davranamadığının, yani güçten yoksun olduğunun birer somut kanıtı değil mi? Yahudiler bu şiddet araçlarının İsrail tarafından üretiminden gurur duyarak aslında güçsüzlüğe tapınmış olmuyor mu? Sanıyorum bu düşüncenin altında, Yahudi psikolojisinde çok daha derinlere giden bir şey var; o da Yahudilerin her zaman güçsüz, yani her zaman yalnız ve diğerleriyle uyum içerisinde davranmaktan aciz olacağı ya da diğerleri tarafından bundan aciz bırakılacağı düşüncesi var. O halde hiçbir zaman diğerleriyle uyum içerisinde olamayacakların şiddet araçlarına tapınması ve kendilerini ancak bunların koruyacağını düşünmesi normal değil mi? Sanıyorum bu düşünce normal, ancak kaçınılmaz değil. Aralarındaki savaşlar bütün Avrupa’yı kasıp kavurduktan sonra beraberce uyum içerisinde davranma pratikleri geliştirmeyi başarabilmiş olan Almanya ve Fransa ya da yeni kolonilerin paylaşımı için kendilerini büyük bir mücadelenin içerisinde bulmuş olan İngiltere ve Fransa’nın barışabilmiş olmaları bir gün aynı uyumu İsrail, Filistin ve bölgedeki diğer Arap devletlerinin de gösterebileceği yönünde bize umut olmalı.

Peki, komşularıyla uyum içerisinde davranamayan bu küçük devletin Yahudiler için cazibesi nereden kaynaklanıyor? Sanıyorum bu sorunun cevabı kamusal alanda varolabilmenin keyfinin kişiye sağlamış olduğu mutlulukta gizli. Sadece şiddet araçlarına tapınmak değil diaspora Yahudiliğini içerisinde bulunduğu mutsuzluğa sevk eden şey. Kamusal alanda görünür olamamak, Hellenlerin değimiyle Oikos yani evin içerisinden bir türlü Polis yani kamusal alana çıkamamak, diaspora Yahudilerinin mutluluğunun önündeki en büyük engellerden birisi.

Thomas Jefferson’un mutluluk hayalinde olduğu gibi “Kongre’de dostlarımızın arasında sohbet” edememek ya da Sokrat’ın mutluluk tarifinde olduğu gibi Hades’te, yeryüzünde tanışma fırsatı bulamadığı Orpheus, Musaeus, Hesiod ve Homer ile bir araya gelip bitmek bilmeyen tartışmalara girememek ve bunun yerine evin o uğursuz karanlığına gömülmek diaspora Yahudilerini iflah olmaz mutsuzlar yapan şey. Kamusal alana çıkıp kimseyi ikna edememek, ya da kimse tarafından ikna edilmenin keyfini hiç yaşayamamak, sanırım diaspora Yahudilerinin gözünde İsrail’i bu kadar eşsiz kılıyor. İsrail, güçsüzlüğü ve bitmek tükenmek bilmeyen siyasal tartışmalarının yanında Yahudilere, Hellenlerin dünyasında Polis, Romalıların dünyasında ise Res Publica’nın vatandaşlarına verdikleri şeyi, yani kamusal alana girerek akranlarının önünde kendini ispatlama, mükemmelleşme ve sonunda ölümsüz olma fırsatını sunuyor.

Kaynakça:

Carl Schmitt, “The Concept of the Political”

Carl Schmitt, “Nomos of the Earth”

Hannah Arendt, “On Violence”

Hannah Arendt, “On Revolution”