Her yıl eylül ayının gelişiyle birlikte yazlıklara veda ederken, doğayı arkamızda bırakmak yerine yanımızda getirmenin bir yolunu bulabilir miyiz?
Talya ENRİQUEZ ROMANO
Aylardır içimizi ısıtan yaz mevsimi, geçtiğimiz pazar günü tacını önümüzdeki üç aya ev sahipliği yapacak olan sonbahara devretti. Takvim yaprakları arasında sessiz sedasız yapılan bu devir teslim törenini hiç bir medya kuruluşu yayınlamasa da, her şey gözümüzün önünde gerçekleşiyor aslında. Adaların vazgeçilmezi martı ve fayton sesleri yerini araba kornalarına bırakırken; rengârenk begonvillerden ve mis gibi yaseminlerden yansıyan ferahlık hissi, kendini inşaat tozları ve egzoz dumanlarına bulanmış buluyor. Tatilde zihinsel ve duygusal olarak dinlenmemizi sağlayan mavi ve yeşilin uyumlu birlikteliği ise şehir hayatının metalik gri paletine yenik düşüyor.
Dünyadaki insanların yarısından fazlası, nüfusu 100.000 ile 500.000 arasında değişen şehirlerde yaşıyor. Bundan 100 sene önce, kırsal bölgelerde yaşayanlar toplam dünya nüfusunun yüzde 80’ini oluştururken, son 20 yılda ibre öteki tarafa dönmeye başladı. 2030 yılında dünya nüfusunun yüzde 60’nın şehirlerde yaşayacağı hesaplanıyor. Ülkemizde de kentsel-kırsal yaşam dengesi, dünyadaki genel trende paralel ilerliyor. 1927’de Cumhuriyet’in ilanından sonra yapılan ilk yapılan nüfus sayımında, toplam 13,6 milyon kişinin yüzde 75,8’inin kırsal alanda yaşadığı belirlenirken, günümüzde bu oran tam tersine döndü. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre 31 Aralık 2012 itibariyle, Türkiye’nin 75,6 milyonluk nüfusunun yüzde 77,2’si; yani 58,4 milyon kişi kentlerde yaşıyor.
85 sene içinde kentlerde yaşayan insan sayısının 19 kat artması şehir yaşamını nasıl etkiliyor diye bakıldığında, tablo pek iç açıcı değil. Kırsaldan kentlere yapılan iç göçler, büyük şehirlerin üzerinde ciddi bir baskı oluşturuyor. Şehirler organik olarak, yani yıllar içinde yükselen bir doğum trendine dayalı olarak büyümediği için, değişen insan sayısını sindirecek vakit bulamıyorlar. Yoğun ve düzensiz göçler nedeniyle aniden artan nüfus, şehirlerde plansız yapılaşmaya ve çarpık kentleşmeye sebep oluyor. 13 milyonu aşan nüfusuyla dünya standartlarına göre mega şehir olarak tanımlanan İstanbul, bu durumdan en muzdarip olan kentimiz.
İSTANBUL’DA NÜFUS ARTIŞININ SONUÇLARI
İstanbul’da son 20-30 yılda yaşanan nüfus artışı, yeni konut ve işyeri ihtiyacını da birlikte getiriyor. Fakat ne yazık ki, şehirdeki insan sayısının çoğalırken, yüzölçümü de aynı oranda genişlemiyor. Bu durumda gereken konutların inşa edilebilmesi için hali hazırda var olan arazileri yeniden düzenleyip imara açmak gerekiyor. Ülkemizde bu amaçla en çok kullanılan araziler ise aktif yeşil alanlar, yani şehrin içindeki park ve bahçeler oluyor. Bundan sadece 5-10 sene önce park olan yeşil alanların yerinde şu anda bir otel, alışveriş merkezi veya apartman kompleksi yer alabiliyor.
Bu duruma bakıp, ne olacak yani şehirde fazladan iki park bulunacak diye insanlar evsiz, şirketler ofissiz mi kalsın diye düşünülebilir. Fakat durum o kadar da basit değil. Bir kentin içindeki aktif yeşil alanlar; diğer bir deyişle oyun parkları, spor alanları, semt statları, park ve bahçeler, kente ışık ve hava sağlıyorlar. Aynı zamanda, şehrin oksijen ihtiyacının büyük bir kısmı bu alanlar tarafından karşılanıyor. Sanayi tesislerinden çıkan dumanlar ve motorlu taşıtların egzozları nedeniyle kirlenen havanın içinde bulunan toz ve zararlı gazlar, yeşil alanlar sayesinde temizleniyor. Buna ek olarak, yoğun beton yapıların neden olduğu “ısı adacıkları”nın aksine, yeşil kuşaklar aracılığıyla şehrin farklı bölgelerinde “serin alanlar” oluşuyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin New York eyaletinde, yeşil alanların en az ve en fazla olduğu bölgelerde aynı günde yapılan ölçümlerde hava sıcaklığında 2-2,5 derecelik farklar olduğu kaydedilmiş. Isı adacıkları, New York’un ortalama sıcaklığında geçen yüzyıldan beri yaşanan ısı artışının yaklaşık yüzde 30’unu oluşturuyor.
KENT İÇİ YEŞİL ALANLARIN İŞLEVİ
Kentlerin içindeki aktif yeşil alanlar sadece sıcaklığı dengelemekle de kalmıyorlar. Bu araziler araç trafiğini, yaya yolu ve yerleşim bölgelerinden ayırarak insanların yol güvenliğini sağlamış oluyorlar. Deprem ve benzeri doğal afetlerde, halkın toplanabilmesi ve yıkılma tehlikesi altında olan evlerle ilgili kalıcı bir çözüm bulunana kadar bekleyebilmesi için de yeşil alanlar hayati önem taşıyorlar. Buna ek olarak, şehir hayatındaki gürültü kirliliğini emmek de yeşil alanların faydaları arasında yer alıyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) standartlarına göre, sağlık açısından bir şehirde kişi başına düşen yeşil alanın en az 9 metrekare olması gerekiyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 2010 verilerine göre, İstanbul’da kişi başına düşen yeşil alan sadece 6,05 metrekare, yani uluslararası standardın altında. Yine başka bir mega şehir olan New York’ta bu rakam 29.1 metrekare iken, İsveç’in başkenti Stockholm’da kişi başına düşen yeşil alan miktarı 87.5 metrekare.
Aktif yeşil alanlarla ilgili altı çizilmesi gereken bir diğer önemli nokta ise, bu alanların şehrin dış taraflarındaki orman arazilerinden farklı işlevlere sahip olması. Günlük şehir hayatında, İstanbul’daki semt parklarının görevini, Alibeyköy ve Elmalı barajlarına yakın konumdaki kent ormanlarının gerçekleştirebilmesi mümkün değil. Ormanlar ve aktif yeşil alanlar büyük şehirlerdeki vatandaşlarından sağlığı açısından birbirlerini tamamlayıcı fonksiyonlara sahipler. Sağlıklı şehirlerde, insanların ev veya iş yerlerinden 15 dakika uzaklıkta bir yerde aktif yeşil alana ulaşabilmesi hedefleniyor. Avrupa’nın birçok kentinde bu süre çok daha kısa iken, İstanbul’un bazı semtlerinden herhangi bir yeşil alana varabilmek için en az yarım saat yol gitmesi gerekiyor.
DOĞAYI YANIMIZDA GETİREBİLİR MİYİZ?
Her yıl, Eylül ayının gelişiyle birlikte yazlıklara veda ederken, en hüzünlendiğimiz şeylerden biri arkamızda bıraktığımız yeşil alanlar ve doğal manzaralar oluyor. Peki, doğayı geride bırakmak yerine yanımızda getirmenin bir yolunu bulabilir miyiz? Bu soruya, son dönemde en çok verilen çevaplardan biri çatı bahçeciliği. Amerika ve Avrupa’da sıkça kullanılan bir yöntemle, binaların çatılarında bitki ve meyveler yetiştiriliyor. Çatıyı kaplayan bitki örtüsü sayesinde, bir yandan oluşan ısı yalıtımıyla çatılar su, yağmur, kar ve soğuk havadan korunurken, diğer taraftan bahçesi olmayan apartmanların bile kendine ait yeşil alanları oluşturuluyor. Son yıllarda Türkiye’de de yapılmaya başlayan çatı bahçeciliği, apartman sakinlerine şehir hayatının keşmekeşinden kaçıp doğayla baş başa kalabileceği özel anlar yaratıyor.
Kent yaşamının yoğun temposunda, durup nefes almamızı sağlayan bir başka şey ise dinimizdeki bayramlar oluyor. Hasat mevsiminin ve sonbaharın temsilcisi Sukot Bayramı’nda Suka’ların altında birlikte toplanma geleneği, doğayla olan bağımızı hatırlamak için bize önemli bir fırsat sunuyor. Eylül ayının ilerleyen haftalarında kutlayacağımız Sukot’ta, apartmanınızın bahçesine kuracağınız minik bir çadırla, çocuklarınızın doğa özlemini gidermeniz mümkün. Benzer bir şekilde, ağaç ve meyve bayramı da olarak bilinen TuBişvat’ta ailecek ağaç dikmeye giderek; bir yandan bayramı kutlarken, diğer yandan yaşadığınız şehrin doğasına katkıda bulunabiliyorsunuz.
Bu akşam kutlayacağımız Roş Aşana Bayramı’yla başlayan 5774 senesinde, hepinize doğayla baş başa kalabildiğiniz anlarla dolu, sağlıklı, mutlu bir yıl diliyorum.