Haliç’teki hayat ışığı: Or-Ahayim Hastanesi

Kadir Has Üniversitesi öğretim görevlisi Şehnaz Şişmanoğlu Şimşek’in oğlu Ahmet’i dünyaya getirdiği Or- Ahayim Hastanesi hakkında Panorama Khas Dergisi’nde yayınlanan yazısına yer veriyoruz

Toplum
4 Eylül 2013 Çarşamba

Sanırım kadınlar da tıpkı kediler gibi doğum yapacaklarını öğrendiklerinde öncelikle sıcak ve güvenli bir doğum yeri aramaya başlıyorlar. Ben de benzer bir biçimde bundan yaklaşık bir sene önce müjdeli haberi aldığımda aklıma orası geldi: Haliç’in kenarında, eski Galata köprüsünün hemen yanı başında geçmiş zamanı fısıldayan Balat Musevi Or-Ahayim Hastanesi...

Bu kararı almamda; daha önce birkaç kez oraya gitmiş ve memnun kalmış olmamın yanı sıra belki biraz romantik ve irrasyonel bulunabilir ama hastanenin tarihi binalarının ve atmosferinin önemli bir payı vardı. Atilla İlhan’ın “görünmez bir mezarlıktır zaman/şairler dolaşır saf saf tenhalarında” dizelerindeki gibi hastane koridorlarına nakşedilen hayırsever isimlerini gördükçe geçmişte yaşamış ruhların sizinle birlikte dolaştığını düşünüyorsunuz.

Hastane bahçesine girer girmez sizi bir heykel karşılıyor. Birbirlerine sımsıkı sarılmış bir aile figüründen oluşan bu heykelin kaidesinde Türkçe ve İbranice olarak bir hayırseverden söz ediliyor. İbraniceyi yalnızca bu kaidenin üzerinde değil; hastanenin bütün binalarının üzerinde taşa oyulmuş bir biçimde görmek mümkün çünkü günümüzde sayıları azalmış da olsa burası Osmanlı-Musevi cemaatinin en eski hayır kurumlarından biri.

19. yüzyılda Musevilerin yoğun olarak yaşadığı Balat ve Hasköy gibi semtlerdeki yoksul hastaları tedavi edecek bir kurum oluşturma fikrini ilk olarak Dr. Rafael Dalmedico ortaya atmış. Bu amaçla “Hayat ışığı” anlamına gelen Or-Ahayim hastanesi hayırseverlerin katkıları ve II.Abdülhamit’in fermanıyla öncelikle küçük bir sağlık ocağı olarak kuruluyor. Hastanenin temeli ise evlere dağıtılan yardım kumbaraları, yurtdışına yapılan yardım çağrıları, balolar, piyesler, sokaklarda rozet satışı gibi çeşitli faaliyetlerle toplanan 11 bin altınla atılmış. Mimar Gabriel Tedechi inşaatı iki yılda tamamlamış ve kurum 1898 yılında hizmete açılmış.

Hastane iki dünya savaşı, Balkan savaşı, İstanbul’un işgali ve çeşitli göçlere tanıklık ediyor. Birinci Dünya Savaşı’nda çok sayıda yatağını Hilal-i Ahmer’e (Kızılay) tahsis eden kurum, çalışanlarının üstün gayretlerinden ötürü Kızılay tarafından onur madalyası ile ödüllendiriliyor. Or-Ahayim’in bugünkü çehresi ise Bağdatlı işadamı Sir Ellie Kadoorie’nin genç yaşta ölen eşi Laura Kadoorie’nin anısına hastaneye büyük bir bağış yapmasıyla şekillenmiş. Bu bağışla inşa edilen üç binanın ikisi günümüzde halen kullanılmakta ve başhekimliğin de bulunduğu binanın dış cephesinde “Kadoorie Fondation, 1922” yazısı okunmakta. Üçüncü bina 2004’te, yerine yenisi yapılmak üzere yıkılmış. 

Hastanenin hayırseverlik temelinde kurulduğu tarihi binanın hemen her köşesine sinmiş. Giriş kapısından koridorlarına, bahçesinden diğer bölümlerine kadar bunu hissetmek mümkün. Özellikle doğumhanenin girişindeki duvara çakılı levhada çoğunlukla 30’lu ve 40’lı yıllarda vefat etmiş hayırseverlerin yine İbranice ve Latin alfabesiyle yazılmış isimlerini görmek mükmün.  Bazı isimlerin yanına fotoğraflar da iliştirilmiş: var: Nesim Efendi Mazliah, Dr. Eliah Paşa Cohen, Madame Rebecca, Albert Hayim, Elie Modiano ve diğerleri Karacaoğlan’ın “Kim var imiş biz burada yoğ iken” dizelerini hatırlatıyor. Belki buraya muayene için gelmiştiniz ama şimdi bir müzede geziniyor gibisiniz.

Hayırseverlerin isimleri bir an olsun sizi yalnız bırakmıyor. Hala gizemini koruyan bir cinayetle hayatını kaybetmiş Üzeyir Garih’in anısına yaptırılan birim, kadın-doğum odasının kapısına asılan levhada Henri Adut, hastanenin neredeyse küçük bir müze olan terapi odasında Yahudi inancı ve kültürüne ait eski eşyalar; Tevrat,  Hanuka bayramında yakılan dokuz kollu şamdan Hanukiya, hastanede her Cuma akşamı yakılan Şabat mumluğu ve bir piyano şimdiki zamanla geçmiş arasında köprü kuruyor. 

Bu isimler arasında en çok da benim yattığım odayı yaptıran Moşe Tavaşi ve Çocukları’nı merak ediyorum. İnternette kısa bir gezintiden sonra karşıma bir ölüm ilanı çıkıyor: Musa Moşe Tavaşi, 1 Haziran 2011, Ortaköy. Aynı kişi olabilir mi? Nice doğumlara tanıklık eden bu odaların aslında çok sevilen aile büyüklerinin ölümleri ardından yaptırılması ne kadar da ironik.

Başka bir gün doktoru beklerken yaşlı bir Musevi kadının kapıların pervazlarını öperek yaklaştığını fark ediyorum. Kapılara dikkatlice baktığımda bazılarının üzerinde sonradan ‘mezuza’ olduğunu öğrendiğim yaklaşık 10 cm. uzunluğunda demirden ya da ahşaptan çubukların çakılı olduğunu görüyorum. Biraz araştırınca bu nesnelerin dini bir sembol olduğunu, İbranice’de kapı pervazı anlamına geldiğini ve içlerinde Tevrat’tan bazı bölümlerin yazılı olduğunu öğreniyorum. Haneleri ya da içinde bulunulan mekanları koruyan dini semboller bunlar.   

Bu hastaneyi diğerlerinden farklı kılan bir diğer özellik ise “Pembe Melekler” olarak adlandırılan bir grup gönüllü kadının her gün hastaneye gelerek hastalara şifa dağıtması. Bir Çarşamba günü hastanede yine Pembe Melekler’den bir grup gönüllüye rastlıyorum ve onlarla kısa da olsa sohbet etme imkânı buluyorum. Neredeyse 15-20 senedir hastanede gönüllü olarak çalışan bu hanımefendiler, aralarında iş bölümü yaparak her gün aşağı yukarı 10 kişinin hastalara hizmet etmek üzere buraya geldiğini söylüyorlar. Yaklaşık 50 kişiden oluşan bu gönüllü grup hastalara kendilerini evlerinde hissettirmek ve moral aşılamak üzere ellerinden geleni yapıyorlar. Özellikle geriatri bölümündeki yaşlı hastalarla ilgileniyor; onlarla sohbet ediyor, gündelik hayatlarını renklendirmek üzere el terapileri yapıyorlar. Yaşlıların geçmişe ilişkin anılarını anlatarak rehabilite olduklarını söylüyorlar. Bu sohbetlerin her birinin zengin birer “sözlü tarih” arşivi olduğunu tahmin etmek zor değil. Ayda bir de konser düzenliyorlar. Doğum sırasında hastanede kalırken onların çay ve kek ikramından benim de nasiplendiğimi duyunca çok memnun oluyorlar.

Günümüzün otel görünümündeki hastanelerine inat, Or-Ahayim’de, seçkinci bir anlayıştan uzak, bir vakıfa yakışır bir biçimde her sınıftan ve kültürden hastalar bir arada. Çarşambalı çarşaflı kadınlar, özellikle şıklıkları dikkatlerden kaçmayan Musevi beyefendi ve hanımefendiler, öğrenciler, işçiler, memurlar belki şimdilerde çok konuşulan ve tartışılan bir arada yaşama kültürüne ve bunun olanaklılığına işaret ediyor.

Geçmişi bu denli eskiye dayalı ve bunu binaları ve atmosferiyle canlı muhafaza eden kurum ne yazık ki çok fazla yok İstanbul’da. Demek ki geçmişin dokusuyla, bugünün teknolojisi aynı anda var olabiliyor. Umarız bu anlayış İstanbul’un diğer köklü kuruluşları için de bir örnek teşkil eder.

Oğlumuz Ahmet, 29 Aralık günü hastanenin kapısından çıkarken elbette bunların hiçbirinin farkında değil ama bir gün o biraz daha büyüyünce elinden tutup ona tarihi yarımadayı gezdirmeye bu tarihi binadan, tam da onun doğduğu yerden başlayacağımızı babasıyla ben adımız gibi biliyoruz.